Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
23 MAYIS 2008 CUMA dizi C 13 Mahkeme verdiği kararla 59’uncu maddenin uygulanıp uygulanamayacağı konusunu TBMM’ye bıraktı ‘Yargılama hukuka aykırıydı’ Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yaptığınız savunmada anayasa ihlali olmadığını kanıtlarıyla anlattınız. Bu, mahkemede hiç kabul görmedi mi? Savunmamızda birkaç önemli noktaya daha değindik. Bunlardan birisi elverişli vasıtalar sorunudur. 146. maddede belirtilen suçun işlenebilmesi için sanıkların en azından anayasa ve onun kurduğu devlet düzeninin bekçiliğini yapmakta olan kuvvetlerle, örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri’yle mücadele edebilecek vasıtalara, yani suçu işleyecek elverişli vasıtalara sahip olmaları gerekiyor. Bir an için bu suçu işlemeye çalıştıklarını düşünsek bile, on beşyirmi tüfekle koskoca bir orduya karşı mücadele edebileceklerini söylemek tek kelimeyle gülünçtür. Bu durumu davanın görüşüldüğü Askeri Yargıtay hâkimlerinden karara muhalif kalan iki değerli üye, Hâkim Tuğgeneral Kemal Gökçen ve Albay Nahit Saçlıoğlu da karşı yazılarında ifade etmişler ve işlenen fiillerin olsa olsa TCK’nin 168. maddesindeki suçun unsurlarına uyduğunu söylemişlerdir. 168. madde idam değil ağır hapis cezasını düzenlemektedir. Temelde yargılanma maddesinin hukuka aykırı olduğunu söylüyorsunuz… Ayrıca mahkeme bir konuda daha hukuka aykırı bir işlem yapmıştır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, anayasada bir güçler ayrılığı ilkesi vardır. Bu güçler ayrılığı ilkesine göre yargılama bağımsız mahkemelere aittir. Yürütme icra organlarına aittir. Yasama ise Meclis’e aittir. Böyle bir işbölümü vardır. Ve bunlardan hiçbirisi kendi görevini ötekisine devredemez. Mahkeme 59. maddenin uygulanması konusunda, yani cezada indirime gidilmesi konusunda da bu ilkelere aykırı bir karar verdi. Yasaya göre, hâkim eğer hafifletici nedenlerin olduğuna kanaat getirirse cezada indirim yapabilir ve örneğin idam verecekse müebbet verir. Bu noktayı mahkemede ileri sürmemize ve hafifletici nedenlerin var olduğunu anlatmamıza rağmen mahkeme verdiği kararla 59’un uygulanıp uygulanamayacağı konusunu karara bağlamayı TBMM’ye bıraktı, yani 59 hakkında lehte veya aleyhte bir karar vermedi. Yani görevini yapmadı ve hatta görevini devretti. Bundan daha açık siyasal ve anayasanın güçler ayrılığı ilkesine aykırı davranış olur mu? Savunmamızda birkaç önemli noktaya değindik. Bunlardan birisi elverişli vasıtalar sorunudur. 146. maddede belirtilen suçun işlenebilmesi için sanıkların en azından anayasa ve onun kurduğu devlet düzeninin bekçiliğini yapmakta olan kuvvetlerle, örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri’yle mücadele edebilecek vasıtalara, yani suçu işleyecek elverişli vasıtalara sahip olmaları gerekiyor. Bir an için bu suçu işlemeye çalıştıklarını düşünsek bile, on beşyirmi tüfekle koskoca bir orduya karşı mücadele edebileceklerini söylemek tek kelimeyle gülünçtür. 12 MART HUKUKU ‘Cuntacıların birbirinden farkı yok’ Denizlerin yargılanması çerçevesinde 12 Mart hukukunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sorunuzu yanıtlayabilmek için önce 12 Mart askeri rejiminin kısaca tanımlanması gerekir. 12 Mart’ın ekonomik ve siyasal nedenleri konusunda birçok görüş ileri sürüldü. Ama üzerinde birleşilmiş sonuç şudur: 197071 yıllarına doğru, dünya kapitalizminin bunalımıyla birlikte, dışa bağımlı Türkiye kapitalizminin kendisi de ağır bir ekonomik, sosyal ve siyasal bunalıma girdi. Diğer bir deyişle, burjuvazinin sürdürmekte olduğu sömürü sistemi güçlüklerle karşılaşmaya başladı. İşçi sınıfının gittikçe güçlenmesi ve bilinçlenmesi, artan talepleri ve nitel yönden gelişmesi sonucunda siyasal yaşantıda ağırlığını koyarak hak taleplerinde bulunması, buna paralel olarak diğer sınıf ve tabakaların da taleplerini yükseltmeleri, ekonomik alanda zaten çıkmazda olan burjuvaziyi iyice tedirgin etti. Memduh Tağmaç’ın MGK toplantısında “sosyal hak arama eğilimlerinin ekonomik gelişmelerin çok ilerisine geçmesi karşısında, milli nizamın korunabilmesi için anayasada değişiklik yapılması” (Yankı, Sayı: 113, 1970) gerektiğini vurgulaması boşuna değildir. Aslında “Bu anayasa ile toplum idare edilmez” diyen dönemin başbakanı Süleyman Demirel ile 12 Mart cuntacılarının düşünsel alanda bir farklarının olmadığı da açıkça görülüyor. Özetle, toplumda gerçekten bir anarşi ve bunalım vardı, ama bunun kaynağı, egemen sınıfların içine düştükleri ekonomik ve siyasal ortamdı. MECLİS SAĞDUYUDAN UZAKTI Meclis’te bir sağduyu oluşabilir miydi? Konu Meclis’e gittiği zaman, Adalet Partisi’nin ne yapacağı belliydi. Nitekim AP’li milletvekilleri Meclis’te “üçe üç” diye bağırdılar. Üçe üç dedikleri zaman Menderes, Zorlu, Polatkan’a karşılık Deniz, Yusuf, Hüseyin’i ima ediyorlardı. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı bu çocukların astırmadıklarını bildikleri halde. O olaylar olduğu zaman bu çocuklar okulda öğrenciydiler. Bu kadar kindar bir Meclis’ten siz nasıl akıl, vicdan, mantık bekleyebilirsiniz? Yine 146. maddede icra hareketlerinden söz edilir. Bir banka soygunu ve daha sonra serbest bırakılan dört Amerikalı er olayı gibi tek tek olayların icra hareketleri olamayacağını da etraflıca anlattık savunmalarımızda. Ne yapmışlar bu insanlar? İddianamede yazıyor. Diyor ki: Amerikalıları kaçırdılar. Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan ile arkadaşları Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanıyor.(Solda) Öğrencilerin 6.Filo’yu protesto gösterisi(Sağda) ‘AMERIKALILARA İYİ DAVRANDILAR’ Kaçırdılar, ama ne yaptılar? Oraya geleceğim... Ne yaptılar o Amerikalılara? Götürdüler, bir daireye koydular, yemeklerini verdiler, gittiler bakkal dükkânlarından sucuklarını, ekmeklerini getirdiler. Kaçırılan Amerikalılar, sorgu ifadelerinde, “…Hepimize battaniye verdiler… İstirahatimizi temin ettiler… Bu ikametimiz sırasında ekmek, çay, peynir, sosis, portakal ve muz ikram ettiler… Paramızı almadılar… Bu beş günlük ikametimiz sırasında konuşmalarımız daha ziyade Vietnam Harbi’nin haklı olup olmadığı, üniversite tahsili yapıp yapmadığımız konularında oldu… Geceleyin uyuyabilmemiz için ışığı söndürüyorlardı… Bize fena muamele yapmadılar… Yemek verdiler… İyi muamele yaptılar…” dediler. Çocuklar, bu Amerikalı erlerle antiemperyalist düşüncelerini anlatmak için konuşmuşlar. Belli bir saatte ise onları serbest bırakmışlar. Bu durumda icra hareketi nerede? Anayasal düzen Amerika’nın Türkiye’deki askeri mi? Onu ortadan kaldırmak mı, ki böyle bir şey olmadı. Bunların hepsini mahkemede anlattık. Deniz’lerin eylemlerinin hiçbirisi 146/1, yani idamı gerektirmiyordu, ama başta da belirttiğimiz gibi yargılama hukuksal değil siyasiydi. Burada bir konuya daha değinmekte yarar görmekteyim. Bilindiği gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, askeri hâkimlerin bağımsız olamayacaklarına ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde bir askeri hâkimin dahi bulunmasının o mahkemenin bağımsızlığını ortadan kaldıracağına karar vermiştir. Bu karar, bizim anayasaya aykırılık itirazımızın ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Eğer Deniz’ler bugün yargılansaydılar, sivil bir mahkemede yargılanacaklar ve ölüm cezası almayacaklardı. SÜRECEK... ‘Her şey anayasa ihlali sayıldı’ Bir bakıma ara rejimin sadece içte değil dışta da koşulları oluşmuştu, diyorsunuz… 12 Mart faşizmi 17.5.1971 günü saat 22.45’te Türkiye radyolarında Sadi Koçaş tarafından okunan “Hükümet başkanlığı” bildirisi ile yasa hükümleri ve hukukun temel ilkelerini çiğneme konusunda kararlı olduğunu göstermiştir. İsrail Başkonsolosu Elrom’un THKPC örgütünce kaçırılması üzerine yayımlanan bu bildiride “…ne amaçla olursa olsun adam kaçıran, bunlara yataklık edenler ve saklandıkları yerleri bildikleri halde resmi makamlara haber vermeyenler için idam cezasını öngören” yasa tasarısının hemen TBMM’ye sunulacağı belirtilmekteydi. Elrom öldürüldüğü takdirde ise bu kanun geriye işleyecek, yani “makabline de teşmil” edilecek ve cezaevlerinde önceden tutuklanmış THKPC sanıklarının hepsi idamla yargılanacaklardı. Elrom’a karşılık “rehine” olmak üzere ben de dahil birçok aydın evlerimizden alındık ve Yıldırım Bölge Askeri Tutukevi’ne götürüldük. 12 Mart döneminde kurulan sıkıyönetim askeri mahkemeleri, bu bildirideki hukuk ve yasadışı tutuma paralel olarak, yürürlükteki yasa maddelerinde gösterilen suç öğelerini zorlayarak, yersiz yorumlamalar yoluyla, yasa koyucunun öngörmediği doğrultuda, yasaların kabul amacına aykırı kararlar verme yöntemini izlediler. Böylece, adam kaçıranların, banka soyanların, patlayıcı madde kullananların suç ve cezaları, ceza yasasında özel maddelerle gösterildiği halde, bu tür eylemlerin 146. maddeyi ihlal ettiği, “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye (Anayasa) Kanunu’nun tamamını veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs” niteliğinde olduğu ileri sürülerek sanıkların ölüm cezasına çarptırılmaları istenildi ve idam kararları verildi. Bazı sanıklar, örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası sanıklarından mahkeme salonuna girerken başına dipçikle vurularak yaralanan Metin Yıldırımtürk gibi, darp edildiler. AZI MAHKEMELER REDDETTİ’ Tüm mahkemeler bu gidişe uydu mu? Hayır… Bazı sıkıyönetim mahkemeleri bu yasadışı emirlere uymayı reddettikleri için lağvedildiler ve hâkimleri sürgüne yollandı. En güzel örnek, İstanbul 1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin İrfan Solmazer ve arkadaşları hakkında 146. maddeyi uygulamayı reddetmesi sonucunda Milli Savunma Bakanlığı tarafından ortadan kaldırılması ve görevine son verilmesidir. Özetle, 12 Mart muhtırası, daha başında anayasal düzeni ortadan kaldırmış, hukukun temel ilkelerini çiğnemiştir. 12 Mart faşizmi döneminde siyasal iktidara bağımlı, hâkimlik güvencesinden yoksun sıkıyönetim mahkemeleri, savunma hakkının kısıtlanması, avukatlar üzerindeki ağır baskılar, siyasal nitelikli olağanüstü bağımlı mahkemeler, yürürlükteki yasalara ters düşen, keyfi ve siyasal amaçlı idam kararları, anayasal ilkelere ve ceza hukuku kurallarına aykırı, tutarsız yorumlara dayalı mahkeme kararları, yürütmenin yargıya açık müdahalesi, kimi sıkıyönetim askeri mahkemelerinin siyasal iktidara yol göstererek anayasayı çiğnemesi, kararları beğenilmeyen mahkemelerin görevlerine son verilmesi, kontrgerillalar, insanlık ve ahlak dışı işkence uygulamaları bunun göstergeleridir. Hukuku ve yasaları hiçe sayan bu uygulamalar, egemen sınıfların çıkarları gerektirdiğinde kendi koydukları kuralları nasıl çiğneyebileceklerini de çok açık bir biçimde göstermektedir. ‘BURJUVAZİ FAŞİZME SAPTI’ Zemini ekonomik zorunluluklar hazırladı mı diyorsunuz? Burjuvazi bu durumda 12 Mart faşizmine saptı, ilan edilen sıkıyönetimle birlikte adeta seferberlik ilan etti ve devletin her alanında, toplumun her kesiminde o dönemin ünlü generali Faik Türün’ün deyimiyle “savaş” ilan edildi. Burjuva demokrasisinin üç temel öğesi olan yasama, yürütme ve yargı alanlarında bir dizi önlem alındı. 1961 Anayasası yerine yeni bir anayasa yürürlüğe konuldu. Gözaltı süreleri toplu suçlarda 15 güne çıkarıldı ve böylece kontrgerilladaki sorgulamalara ve işkencelere elverişli olanaklar sağlandı. Sıkıyönetimi sürekli hale getirmek ve sıkıyönetimsiz sıkıyönetimi gerçekleştirmek amacıyla siyasal nitelikte bir sınıf mahkemesi olan olağanüstü ve özel Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kuruldu. Böylece vatandaşın “bağımsız mahkemelerde, tabii hâkimin önünde” yargılanma hakkı elinden alındı. ‘B CHP, Osman Paksüt’e ‘teletakip’i komisyon gündemine getirecek ARŞİVLER AÇIKLANDI ‘Dinleme terörü yaşanıyor’ Ayşe SAYIN ANKARA Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, AKP hakkında kapatma davası açılmasından bu yana “teletakip”e alındığı yönündeki kuşkular üzerine CHP, soru önergelerinin yanı sıra konuyu TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun gündemine getirmeye hazırlanıyor. CHP İzmir Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi Ahmet Ersin, Paksüt’ü Ankara Emniyeti’nden bir aracın izlediğinin ortaya çıkmasıyla bu izlemenin “dinleme amaçlı” olduğu yönünde kuşkular bulunduğuna dikkat çekti. İzinsiz dinlemenin “insan hakkkı ihlali” olduğunu belirten Ersin, TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nu bu iddiaları görüşmek üzere toplantıya çağıracaklarını söyledi. Türkiye’de telefon dinlemenin “terör” haline geldiğine dikkat çeken Ersin, “Türkiye’de bir dinlemeizleme terörü yaşanıyor. Bir süre önce de bazı komutanların, savcıların dinlendiği ortaya çıkmıştı. Herkes röntgenleniyor” diye konuştu. Türkiye’de dinlemenin artık özel yaşamı tamamen tehdit edecek kadar yaygınlaştığına işaret eden Ersin, “Çevremizi röntgenciler sardı, telefonlarımız dinleniyor, özel yaşantımız takip edilip kamuoyuna yansıtılıyor. Bu tam anlamıyla bir insan hakkı ve anayasa ihlalidir” görüşünü dile getirdi. Gizli dinlemelerin hükümetin talimatıyla yapıldığı kuşkusu taşıdığını belirten Ersin, emniyetin istihbarat kanadının da cemaatlerin elinde olduğunu belirterek, bu durumun sorunu daha da vahim noktaya taşıdığına işaret etti. Artık telefonu çaldığında tedirgin olduğunu belirten Ahmet Ersin, şunları söyledi: “Geçen yıl Sayın Başbakan partisinin Kızılcahamam toplantısında, partili milletvekillerini ‘Telefonlarınız dinleniyor, dikkatli olun’ diye uyardı. Ben de o zaman kendisine ‘Siz kendi milletvekillerinizi uyardınız, peki biz ne yapacağız’ diye sordum. Ama cevap vermedi. Aslında Başbakan da kendi milletvekillerini uyararak, yasadışı dinlemenin var olduğunu kabul ediyor.” İngiltere UFO dosyasını açtı Dış Haberler Servisi İngiltere Savunma Bakanlığı, UFO (Unidentified Flying ObjectsTanımlanamayan Uçan Cisimler) araştırmacılarının talebi üzerine ulusal arşivdeki 1978 ve 1987 yılları arasındaki kayıtları içeren 8 dosyayı ilk kez kamuoyuna açıkladı. Belgelerde yer alan ve tanıkların iddialarından yola çıkılarak yapılan çizimler bu iddiaların bir dönem oldukça ciddiye alındığını gösteriyor. Ancak belgelerin bilgi edinme özgürlüğü yasası çerçevesinde yayımlanması, bakanlığın artık UFO iddialarını ciddiye almadığının bir göstergesi olarak yorumlanıyor. Belgeler, halk, silahlı kuvvetler ve polisler tarafından görülen ya da görüldüğü ileri sürülen gökyüzündeki tuhaf ışıklar ve tanımlanamayan cisimlerle ilgili anlatımları kapsıyor. Liverpool üzerinde uçtuğu söylenen bir uzay gemisiyle bir UFO’nun Londra’daki Waterloo Köprüsü’nün etrafında dolaştığı iddiları da belgelerde yer alıyor. Savunma Bakanlığı, tanımlanamayan cisimlerin uzaydan gelen ziyaretçiler olmalarından çok diğer ülkelerin gizlice gönderdiği casuslar olmaları ihtimalinin inandırıcılığının daha yüksek olduğunu düşünüyor. Bakanlık, bu cisimlerin atmosferde yanan uzay cisimleri, alışılmadık bulut oluşumları ya da meteorolojik balonlar olma olasılıkları üzerinde duruyor. Yetkililer, konunun meraklılarından gelen UFO alarmlarının Steven Spielberg ’in 1977’de çektiği “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar” filminden sonra arttığına dikkat çekiyor.