05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

23 MAYIS 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 ‘Çocuklarımız için yeni atılımlar şart’ “Bizim Çocuklar”ın Yayın Yönetmeni Erdoğan Karayel’den uyarılar Osman ÇUTSAY STUTTGART – Çalışmalarını Almanya’nın Stuttgart kentinde sürdüren deneyimli sanat yönetmeni ve dünyaca ünlü karikatüristimiz Erdoğan Karayel, Almanya’daki Türk çocukları için mutlaka yeni girişimlerde bulunulması gerektiğini, yoksa telafi edilemeyecek kadar ağır kayıplarla karşı karşıya kalabileceğinizi bir kez daha hatırlattı. Bu yıl BadenWürttemberg eyaletindeki “Bizim Çocuklar” dergisinin yönetimini üstlenen Karayel, “Türk çocuklarına yönelik bu tür yayınların daha geniş bir çerçevede ele alınması gerekiyor. Bunun için daha etkili kampanyalar ve yayınlar gündeme getirilmelidir” dedi. “Bizim Çocuklar” Genel Yayın Yönetmeni Erdoğan Karayel, Cumhuriyet Hafta’ya bu “sorunlu alanla” ilgili gelişmeler ve görevler konusunda açıklamalarda bulundu. CUMHURİYET Nasıl bir proje bu “Bizim Çocuklar” dergisi, anlatır mısınız? Bu tür çalışmaların artık her zamankinden daha önemli olduğunu savunuyorsunuz. Neden? ERDOĞAN KARAYEL “Bizim Çocuklar” dergisi sekiz yıldan bu yana BadenWürttemberg eyaletinde yayınlanan ilk ve tek çocuk dergisi. Hedef kitlesi ise ilk ve orta öğrenim gören Türk çocukları. “Proje babası” ise şu anda Türkiye’de yaşamını sürdüren öğretmenkarikatürcü Siyami Yozgat. Dergi, Stuttgart ve Karlsruhe Başkonsoloslukları desteğinde Baden ve Württemberg Okul Aile Birlikleri Dernekleri Federasyonları tarafından büyük bir özveri ve dayanışmayla yayın hayatını sürdürmekte. Ben yaklaşık dört yıldır zaten bu dergide karikatürlerimi yayımlamaktaydım. Ocak ayından bu yana ise derginin genel yayın yönetmenliğini de üstlenmiş durumdayım. Derginin hedef kitlesi çocuklar. Onlar, bu dergiyi gerçekten çok seviyorlar. Fakat dergi, yapısı itibarıyla, sadece çocuklara değil, anne ve babalara da hitap ediyor. Dergide yer alan konularda çocuğun okul ve aile içindeki eğitimine ağırlık veriyoruz. Karikatür ise çocukların oldukça ilgisini çekiyor. Dergi içinde yer alan çeşitli oyun, bulmaca, öykü ve masallar, karikatürlerle daha bir güzelleşiyor. Çizginin ve rengin çekiciliğiyle en güç konular bile çocukların ilgisini topluyor. lerinde görmekten çok mutlu olduğumu söylemeliyim. Kendi açımdan en çok hoşlandığım ve aynı zamanda zorlandığım şeye gelince, yani “çocuk” olabilmeye… Belki de kendimi en mutlu hissettiğim anlar... Dergi sayfalarını yaparken adeta çocukluğumu yeniden yaşıyorum. Bazı sayfalarda ve karikatürlerde “Çocuk Erdoğan”ı yansıtmak çok hoşuma gidiyor. Çalışmalarımı yakından izleme fırsatı bulan eşim bile bunu fark edebiliyor. Durum böyle olunca, “demek ki bu işi başarıyorum” diyorum kendi kendime Kurusıkı Tabanca Bağıra çağıra konuşan adamlardan ürkerim. Ürkekliğim, ses yüksekliğinden olduğu kadar laf kalabalığına verilecek bir yanıtın daima zor olduğuna inanmamdan da kaynaklanır. Savunduklarınızı, muhatabınızın yükseltilmiş ses tonu karşısında, tartışmayı izleyenlere duyuramazsınız. İçi boş, temeli olmayan, yüzeysel görüşleriyle bir çok kişinin, bir davanın “öncü neferi” sanılmalarının kolay olduğu bir ülkedir Türkiye. Melih Gökçek de Tuncay Özkan da iki iyi örnektir buna. Tartışan değil, yüksek sesle bağıran zatlar olduğundan her ikisinin de davalarını iyi savundukları inancı yaygındır kamuda. Ankara sokaklarını, Anneler Günü duyurusu için afişlerle donatan Melih Gökçek, afişlerde eşinin başı açık fotoğrafını kullanarak, Tuncay Özkan da televizyonunu “çarpıştığı” güçlere satarak, yandaşlarını şaşırttılar. Takipçilerine, “öncü” kimliklerinin buz üzerine çizilmiş resimler olduğunu gösterdiler. Böylelikle bizler, “seslerini yükseltmedikleri zaman” bu adamların, neyi savundukları konusunda karmakarışık bir kafaya sahip olduklarını anlamış olduk. ??? AKP iktidarının yandaş medya yaratmaya çalıştığı, muhalif seslere tahammül edemediği, iktidar olanaklarını medya üzerinde baskı aracı olarak kullandığı doğrudur. Kendisine yakın sermayedarlara gazeteler armağan ettiği de malum. Yine de sormak durumundayım: Siz Tuncay Özkan’ın televizyonunun, AKP tarafından susturulduğuna inanıyor musunuz peki? Kanaltürk’ü neden sattığını açıklarken gözyaşı döktüğüne kandıysanız, elbette inanacaksınız. Her gözyaşı dökeni “vicdanlı” ya da “dürüst” sanma saflığı sadece anneme özgü değildir, bilirim. “Ulusalcılara ayıp etti” diye düşündüğüm yok elbette. Çünkü beni hiç ilgilendirmiyor. Televizyonunu satmasına da kimsenin diyeceği olmaz. Ama kitlelerin heyecanını sömürerek “prim” yapan birinin, “karşı cephe”yle girdiği para alışverişinin de ahlaki olduğunu kimse söyleyemez. Bu alışveriş yüzünden AKP iktidarına, “cumhuriyet değerlerinin karşısında olanlara” söylenecek tek bir söz de yoktur. Medya borsasında kendine biçtiğin bir fiyat varsa bir ödeyen çıkar. Satılıksan, seni kimin satın aldığının ne önemi var? Tuncay Özkan’ın televizyonu susturulmamıştır, sahibiyle birlikte parayla “sessizleştirilmiş”tir. Böyle susturmak mı olurmuş? Özkan’ın Kanaltürk’ü yıllarca sözümona mücadele ettiği kampın sermayedarlarına 30 milyon dolara sattığı duyulduğunda, “bizi de sustur Tayyip Başkan” diye sıraya girecek çoook muhalif (!) vardır Türkiye’de. Neydi? “Ulusalcı” cephenin en sıkı “tabancası”ydı Özkan. Şimdi ne oldu peki? “Ulusalcı” cephenin 30 milyon dolarlık susturucu takılmış tabancası oldu. Ne olacaktı başka? kemalerdemol?yahoo.co.uk “GÖREV BÜYÜK” Almanya’da kökleri Türkiye’de olan milyonlarca çocuğumuz yaşıyor. Bu küçük insanlar ve Türkçe için sizce neler yapılabilir ve yapılmalıdır? Ne gibi eksikliklerimiz var, bu sorunları çözmek nasıl mümkün olabilir? – Almanya’da öğrenim gören çocuklarımızın en büyük sorunlarından biri de Türkçeyi iyi konuşamamak. Bu konunun temeli aileye dayanıyor. Her çocuk, evdeki lehçeye göre konuşuyor. Bu nedenle Türkçe derslerinin önemine her zaman dikkat çekmeye çalışıyoruz. Daha önce sözünü ettiğim gibi iki dünya arasında kalan çocuklarımız ve gençlerimiz, Almanya’da Erdoğan yaşayan toplumumuzun en büyük Karayel sorunlarından birini teşkil ediyor. “Bizim Çocuklar” dergisi, çocuklarımıza sekiz yıla dayanan deneyimi, derginin birikimi ve öğretmen kadrosuyla bu yönde yapılanmasına önemli eğitmekte ve yönlendirmektedir. Genel katkılarda bulunuyor. Stuttgart Yardımbeklenti, devletin bu konuya daha ağırlıkcı Başkonsolosu Sayın Bengü Yiğitgüden lı eğilmesi ve özellikle de Türkçe konusunve Württemberg Okul Aile Birlikleri daki çalışmalarını hızlandırmasıdır. YılDernekleri Federasyonu Başkanı Sayın lardan bu yana süregelen “okullarda Gülten Aysel, derginin en başta gelen anadil eğitimi” mücadelesi, ancak sistemyardımcıları. Stuttgart Başkonsolosluğu li ve koordineli bir çalışmayla hayata geçirEğitim Ataşesi Sayın Meriç Gök’ün de ilebilir. Ben, kendimi bu konuda bir “nebilgi ve deneyimlerinden oldukça yararfer” olarak görüyorum. “Bizim Çocuklar” lanıyoruz. dergisinin gelecekte Almanya’nın tüm Bu tür dergiler bir ekip çalışması eyaletlerinde yayımlanabilen tek çocuk gerektiriyor. Ekip üyeleri, birbirini dergisi olabilmesi hayalinin bir gün tanıdıkça daha uyumlu çalışma gerçekgerçekleşebileceğine inanıyorum. Derginin leşiyor doğal olarak. Ve bunun da dergiye başarısında Württemberg Okul Aile Birolumlu katkısı oluyor. Almanya’da öğrenlikleri Dernekleri Federasyonu yönetim im gören çocuklarımızın daha çok Türk kurulunun, “Bizim Çocuklar” için özelkültürüne ve tarihine gereksinimi var. İki likle oluşturulan “Yayın Kurulu”nun ve kuşak arasında kalmış, evde yeterince bilStuttgart Başkonsolosluğu’nun olağanüstü gilenemeyen, köklerinin bulunduğu desteğini unutmamak gerekir. Uyumlu ve kültürü öğrenemeyen çocuklar için “Bizpaylaşımcı bir ekip çalışmasıyla sağlanan im Çocuklar” adeta bir “can simidi” bu başarının tek bir amacı var: Almanya’diye düşünüyorum. BadenWürttemberg daki çocuklarımızı yarınlara daha dobölgesinde eğitim veren değerli öğretmennanımlı, Türkçeyi de iyi konuşan, kendi lerimizin dergiye gösterdikleri ilgi ve çakültürüne ve birikimine sahip insanlar balar gerçekten takdire değer. Bu özverolarak yetiştirmek! ili çalışmayı özellikle 23 Nisan tören BU DERGİLER ÇOK ÖNEMLİ Bu ürünle hedeflerinizi neler ve ilk aldığınız tepkiler, yankılar nasıl oldu? Aslında, gerçekten de, böyle bir dergiyi yaşatmak hepimizin görevi. Stuttgart Başkonsolosluğu ve Württemberg Okul Aile Birlikleri Dernekleri Federasyonu, yıllardan bu yana uyumlu bir birliktelikle bu yayın organını zor koşullarda ve çeşitli olanaksızlıklara karşın büyük bir özveri ve başarıyla sürdürüyorlar. Dergide ocak ayından bu yana hem grafik, hem konuların seçimi hem de görsel estetik açısından olumlu değişiklikler oldu. 2 bin 300’ü aşkın abone sayısını 5 binlere ulaştırmak için çalışmalar yapılmakta. Çünkü çocuklarımız bizim yarınlarımız. Onları yarınlara kültürlü ve donanımlı hazırlamak önce ailenin, sonra öğretmenlerin görevi... İşte biz, bu görevi yansıtmada bir köprü görevi üstlenmekteyiz. Dergi sayfalarında çeşitli masal, öykü, çocuklar için eğlendirici ve bilgilendirici konuların yanı sıra, öğretmen ve öğrencilerden oluşan gönüllü muhabirleriyle bölgemizde olup biten tüm haberleri yansıtan “bölgemizden haberler” ve “çocuk muhabirler” gibi bölümler de yer alıyor. Ayrıca “hayvanların dünyası, “tarihte bu ay”, “bilim köşesi” ve “sizden gelenler” gibi çocukların ve yetişkinlerin ilgi gösterdiği konulara da yer veriliyor. Ocak ayından bu yana yaptığımız temel değişiklikler genelde büyük ilgi gördü ve benimsendi. Birkaç sayıdan sonra oluşan genel eleştiri ve öneriler, ‘Sivas ’93’e ödül Kültür Servisi Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin “Geleneksel Yılın Oyunu Ödülü” bu yıl oybirliğiyle Genco Erkal’ın bu ülkede gerçek anlamda toplumsal bellek oluşturma amacına adadığı yaşamı da dikkate alınarak Dostlar Tiyatrosu’nun 20072008 sezonunda sahnelediği “Sivas’93” oyununa verildi. Barış Erdenk yönetiminde Erzurum Devlet Tiyatrosu yapımı olarak sahnelenen Bertold Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” başlıklı oyunu da tasarım, oyunculuk ve rejideki üstün başarısı nedeniyle 20072008 sezonu “TEB Ankara Temsilciliği Yılın Tiyatro Oyunu” ödülüne değer görüldü. Einstein’in mektubu 404 bin dolara satıldı LONDRA (AA) Ünlü fizikçi Albert Einstein’ın, ölümünden bir yıl önce 1954’te filozof Eric Gutkind’e “Tanrı düşüncesinin insanoğlunun zayıflığının bir ürünü olduğunu” yazdığı mektubu 404 bin dolara satıldı. Londra’daki Bloomsbury müzayede evinde yapılan açık artırmada, el yazısıyla yazılmış mektubun tahminin 25 kat üstünde fiyata alıcı bulduğu belirtildi. Mektubu satın alanın kimliğini açıklamayan müzayede yetkilileri, alıcının teorik fizik ve bununla ilgili her şeyle ilgilenen bir kişi olduğunu söylemekle yetindi. uma sabahı çok erken indim, Kuruçeşme sahiline… Tek başıma… Bekledim… Sabah, sanki her sabahtan daha erken ağarmıştı. Ya da bana öyle geldi, heyecandan… Güneş, inadına parlıyordu. Çok sıcak değildi. Soğuk, hiç değildi… Tatlı yumuşak bir rüzgâr… Hani Yahya Kemal “Deniz Türküsü”nde der ya: “… Etraf ağarır. / Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri / Ta uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri… / Musikiye bir âlem kesilir çalkantı! / Ve nihayet görünür gök ve deniz saltanatı.” Saat 11.00’de Kuruçeşme’den, Süreyya teknesi hareket ettiğinde, göze görünen gök ve deniz saltanatını yaşamaya çoktan başlamıştık… Leyla Gencer’in deyişiyle, “Yeryüzünün en güzel şehrinin” içinden geçiyorduk. Ama göze görünmeyen bir saltanatı, zaten günlerdir biz yaşıyorduk. Biz derken, sadece Leyla Gencer’in en yakınları, o güzelim teknedeki 1520 insandan söz etmiyorum. “Biz” derken, yitirdiğimiz değerin bilincinde olanlar, onun Ankara ve İstanbul temsillerini ve konserlerini, sonuncusu geçen yıl gerçekleşen seminerlerini, konferanslarını dinlemiş olanlar; onu, dünya piyasalarındaki yüz kadar plağından tanıyanlar, yüzünü bir kez görmemiş olsalar bile onun yaratıcılığını, yeteneğini, müzik dünyasındaki önemini, okudukları, bilgilendikleri için, izledikleri, merak ettikleri, ilgilendikleri için bilenler, onlar bir haftadır zaten Leyla Gencer’in acısıyla saltanatını en vakur biçimde yaşıyorlardı. Tekne ilerlerken birbirimizle çok az konuşuyorduk. Herkes kendi düşüncelerine dalmıştı. Bu tekne yolculuklarını onunla çok kez yapmıştım… “Görsün bu yabancılar, dünyanın en güzel denizinin, en güzel kıyılarının C ESİNTİLER ZEYNEP ORAL benim memleketimde olduğunu” derdi… Şimdi, Süreyya teknesini bir uçtan ötekine süzüp, “Aferin şekerim, nihayet bu defa en güzel tekneyi bulup tutmuşsunuz!” diyecekti, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yorulmak bilmez gençlerine! Teknenin bir ucunda Aida rolünde fotoğrafı, önünde beyaz çiçekler… Tam ortada bir masa. Üzeri siyah kadife, içi kırmızı sim ve pırıltılarla kaplı yere kadar uzanan bir örtü. Leyla Gencer Şan Yarışmaları‘nda kullanılan onun çok sevdiği bir örtü… Masanın başında, o meşhur kırmızı elbiseli fotoğrafı. Gülümsüyor ama gözleri endişeli, el sallıyor… Bir veda fotoğrafı… Masanın üzerinde ahşap bir kutu. Kutunun içinde metal silindir bir kutu. Onun içinde küller… Masanın üzerinde beyaz güllerden bir çelenk… Masanın üzerinde bir saygı defteri… Boğaz’ı geçiyoruz. “Boğaz’ın Kızı” demişlerdi ona İtalya’da… Boğaz’ın Kızı, Boğaz’ın iki yanına el sallıyor… “Hülya tepeler, hayal ağaçlar / Durgun suda dinlenen yamaçlar” yoksa da artık iki yanda, gidiyoruz Dolmahçe’ye doğru. Kimse dönüşten bahis açmıyor… Dolmabahçe’nin önüne geldik… Kıyıyı görüyorum. Oraya gelen insanları, her birini tek tek görüyorum. Sanki… Gözlerimizle kucaklaştığımızı biliyorum. Onları tanıyorum, biliyorum… Küller ve İzler... Onlar bu ülkenin aydınlık yüzü. Yaratıcılığa, yeteneğe, emeğe saygı duyanlar; bu ülkeden çıkan değerlere sahip çıkanlar ve yüceltenler… Onlar dini, bezirgânlık aracı yapmayanlar, Müslümanlığını kiloyla gramla tartıp, Müslümanlığı pisletmeyenler… Dini referans olarak kullanmayanlar! (Gazeteciler ne denli zorlasalar da, “Leyla Hanım Müslümandı” demek bana çok ayıp geldiğinden söylemedim! ) Tekne durdu. Bana verilen ve biraz sonra gerçekleştireceğimiz görevi yerine getirmeye odaklamalıyım düşüncelerimi… İşte tam 12.00. Rengim Gökmen’in yönetiminde İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu’nun konseri… Mozart ve Adnan Saygun’un müziğini tekneden duyuyorum. Rüzgâr sesleri önüne katmış bize getiriyor. Leyla Hanım’a bakıyorum. Sanki Rengim’e ve o çok sevdiği orkestra ve koro elemanlarına el sallıyor artık… Kendi sesini sanki onların sesine katıyor… “Yunus Emre Oratoryosu”nun son bölümü işaretimizdi. İşte o bölüm geldi. Melahat Behlil’le birbirimize bakıyoruz. Öne, teknenin kıyısına ilerliyoruz. İki genç o kutuyu taşıyor. Ahşap kutuyu açıp içinden, ağzı mühürlü, madeni tüpü çıkarıyor, bize teslim ediyorlar. İkimiz de teknenin küpeştesine ilişip kapağı açıyoruz. Ayakta olamazdı. Rüz gâr var. Metal kutuyu küpeşte hizasının altında tutmalıyız ki, küller içeri değil sulara gidebilsin. Küller hafif, küller çok ağır, küller tüm bir yaşam… Küller rüzgâr olup uçuyor, savruluyor , havalanıyor… Küller dramatik soprano bir ses olup Aida’nın, Violeta’nın, Leonora’nın, Tosca’nın, Norma’nın, Lucia’nın Leyla’nın aryasına, veda aryasına dönüşüyor… Küller Boğaz’ın sularına kapılıyor, küller dalgalarla inip çıkıyor, küller denizin mavisini gümüşi bir renge dönüştürüyor… Küller Dolmabahçe’yle tekne arasında binlerce gümüş yol oluşturuyor… Denizin sularında binlerce kucaklaşma gerçekleşiyor… O kucaklaşmada, o sarılmada, o bütünleşmede Boğaz’ın suları arınıyor. Bizler arınıyoruz… Daha güzel, daha adil, daha yaratıcı, daha aydınlık bir dünya, daha iyi, daha güzel, daha saygılı insanlar mümkün, küllerle sular bir olurken en çok bunu düşünüyorum… Küller, küller, küller… Sanki hiç bitmeyecek… Sonra … Sonra… Kıyıdaki konserin sona ermesiyle, metal kutunun içindeki küllerin boşalması aynı ana denk geldi! (Kendisi de hep derdi ya: Şans kader kısmet!) Sonra Şule Soysal beyaz güllerden çelengini, ardından hepimiz çiçeklerimizi sulara bırakırken, karşı kıyıdan da, tekneden de alkışlar yükseldi, yükseldi, yükseldi… Sevgili Leyla Hanım, her şey tam istediğiniz gibi oldu. Mükemmelin peşinde koşan size beğendirebilir miydik bilemiyorum… Bakın gördünüz işte, bu yazıyı bile nasıl da duygulardan arındırıp, dışarıdan bakarak yazmaya çalıştım… Şimdi dinlenme zamanı… zeynep?zeyneporal.com lusalcı” ya da değil, başından beri herhangi bir mücadelenin adamı olduğuna inanmadığım için, televizyonunu çarpıştığını iddia ettiği güçlere satıyor oluşunda şaşıracak bir şey bulmadığım Tuncay Özkan’ın, “temsilcisi” olduğunu sandığı kesimler açısından da önemli bir kayıp olduğu kanısında değilim. Yani, “ulusalcı” cephe, “karşı tarafa” büyük bir parça kaptırmış sayılmaz bence. Kimden duydum ya da nerede okudum hatırlamıyorum, “Bir Alman, faşing sırasında ne kadar yüksek sesle gülerse o kadar eğlendiğini sanırmış” diye hoş bir vecize kalmıştır aklımda. Kendi sesinin gürlüğünden gaza gelen adamlara her rastladığımda vecizenin ne demek istediğini daha iyi anlamışımdır. Yüksek sesle gülmek, “aman ne kadar eğleniyorum”un etrafa duyurulması çabası olduğu kadar, eğlendiğine kendini de inandırma gayreti taşır. Faşingdeki Alman, gerçekten eğlenebilse, yüksek sesle gülme ihtiyacı duymaz diye düşünürüm. Baştan aşağı eğlence amacıyla dolu Faşing’de eğlenemediği fark edilirse ayıp kaçar diye düşünen bir Alman, elbette abartılı şekilde gülmek zorundadır. Tersi bir duruma cenazelerde rastlamaz mıyız? Rahmetli için tek damla gözyaşı dökmezse, etraftakilerin “merhum ya da merhumenin ölüp gitmesinden memnunluk mu duyuyor acaba?” diye düşüneceklerini sanan, acısını kontrol etme erdemine sahip nice sakin insan vardır ki, bir iki damla göz yaşı dökerler mecburen. Aile efradımdan söz etmek tarzım değildir ama, dünyada beni en çok güldüren kişi olan annem de bu tutuma iyi bir örnektir, o nedenle anlatmak durumundayım. Bir telefon görüşmemizde, annemin neden kızdıysa, ablamın artık ne kadar merhametsiz bir insan oluşundan söz ederken, “Prenses Diana öldü, ona bile tek damla göz yaşı dökmedi” deyişi, o anda yudumlamakta olduğum bir fincan kahveyi ağzımdan püskürtmeme yol açmıştır. Annemin, herhangi birini merhamet sahibi kabul etme ölçüsü de bu işte. Zaman zaman televizyonunda izlemek işkencesine katlandığım Tuncay Özkan da, sesini yükselltikçe kendisini gerçekten lider sanan ilginç bir zat olduğundan, onu “davalarının” liderlerinden biri sanan çok kişi var elbette. “Lider” olmadan önce, Anayol hükümetinin başbakanı Mesut Yılmaz’ın çok ama çok yakın adamı bir gazeteci olduğu dönemlerde “ulusalcı” yanı var mıydı, hatırlayan pek yoktur. Samimi inanç sahipleri gibi, eğer gerçekten inanılıyorsa, hayatın her döneminde savunulması gereken “cumhuriyet değerlerini” Mesut Yılmaz’ın adamıyken Tuncay Özkan ne kadar hatırlamıştır bir fikrim yok. Ama medyadaki tekeller arası rekabette süratle saf değiştirdiğini anımsayanlardan biri de benim. Doğan Grubu’ndan, Çukurova Grubu’na geçişindeki hız neydi öyle? “U GÜLTEN DAYIOĞLU ÖDÜLLERİ Çocuk ve Gençlik Edebiyat Ödülleri verildi Kültür Servisi Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği 2007 Çocuk Romanı Ödülleri; perşembe akşamı Dolmabahçe Sarayı Medhal Salonu’nda, çocuk kitabı yazarları, yayıncıları ve sanatçıların katıldığı bir törenle verildi. Gülten Dayıoğlu, açış konuşmasında hiç bitmeyen çocuk sevgisinden, onlar için yazma tutkusundan söz etti. Danışma Kurulu Başkanı Doğan Hızlan ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da yaptıkları konuşmalarda çocuk edebiyatının önemini vurguladılar. 9 yaş üzeri çocuklar için yazılmış ve henüz basılmamış 98 romanın katıldığı yarışmada ödül, “Charta Pergamena” (Zehra Tapunç) ve “Canı Sıkılan Çocuk” (Dursun Ege Göçmen) adlı romanlar arasında paylaştırıldı. Zehra Tapunç, İÜ Edebiyat Fakültesi Eskiçağ Tarihi Bölümü’nü bitirmiş. Öğretmen. Çevirilerinin yanı sıra, çocuklar için 5 öykü kitabı bulunuyor. Dursun Ege Göçmen ise Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmiş. Gazeteci ve televizyoncu. Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülleri Yarışması ödülü gelecek yıl “yeni kitle iletişim araçlarının çocuk ve gençlik edebiyatına etkisi” konulu araştırmalara verilecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle