09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C OKUDUĞUM revete uzanıp, içki içer, esrar çeker, türlü yemişlerden yiyerek Demir’in değişen ideolojik görüşlerini dinlerler. Demir devrimci, sol görüşlere de, milliyetçiliğe de uzaktır, Şamanizm, Don Juan’ın öğretileri, olmayan felsefe birikimiyla zamancılık, doğacılık gibi öğretilerin peşine düşer. Romanın anlatıldığı zaman 80’li yılların başı, belki de hemen 12 Eylül sonrası, biraz muğlak bırakılmış. Okulda sağ ve sol gruplar var. Eylemler yapılıyor, sloganlar atılıyor. Demir ve arkadaşları bu olaylarla hiç ilgilenmiyorlar. Marjinal küçük bir grubun macerası anlatılsa da bir yerlerde o günlerde yaşananlarla kesişmesi gerek. Örneğin, sokakta yürürken bir asker ya da polis aramasına rastlamalarını bekliyorsuuz ama hiçbir şekilde askeri darbenin gündelik hayattaki yansımaları romana yansımıyor. Mehmet Anıl, Demir, İyi, Uğur ilişkisine, o ilişkinin doğurduğu sonuçlara odaklanmış, ama bence odaklanma arka planda da olsa tarihi gerçekleri gözardı etmesini gerektirmiyor. Zaman ve yer belirtildiği için bu eksiklik dikkatimizi çekiyor. Demir’in annesi, İyi’yi oğluna gelin olarak yakıştıramaz. Kendi başına buyruk hareket etmesiyle tanıdığımız Demir de nedense annesine direnemez ve İyi’den uzaklaşmaya başlar. Üçlü grup dağılmak üzeredir. Uğur’un çabaları da sonuç vermez. Beklemekten sıkılan ve ilişkilerinde gelecek görmeyen İyi, Demir’i terk eder Demir sık sık Almanya’ya gitmeye başlar. Orada Greenpeace’e katılır, eylemler yapar. Ama tatmin olmaz. İnsanlığın Dünyayı hızla mahvettiğini düşünmeye başlar. Çevreci görüşlerini evrimleştirir ve neostaoculuk dediği bir öğreti geliştirir. Ona göre çevre katliamını önlemek için Dünyadaki nüfusu azalt kitap KİTAPLAR KULE CANBAZI SUNAY AKIN 1 ŞUBAT 2008 CUMA Metin CELAL Pembe Otobüs mak gerekmektedir. Demir eve kapanıp din olarak adlandırdığı neostaoculuğun manifestosunu yazarken İyi, denizin altını andıran evini bırakmış, önce mimar annesinin denediği hareket eden duvarlarıyla büyüyüp küçülebilen bir ev projesinde yaşamış, sonra da bir çatı katına taşınmıştır. Uğur, İyi ile arkadaşlığını sürdürür. İyi’nin annesinin de güvenini kazanır. Bu arada Demir hayatında ilk defa düşüncelerini eylem geçirmeye karar vermiş, Almanya’da terörist bir grupla ilişkiye girmiş, insan nüfusun azaltmaları karşılığı bir milyon mark vaad etmiştir. Demir’in zengin olduğunu anlayan teröristler parayı almak için onu tehdit etmeye başlamıştır. Bu terörist grupla ilişki, sonrasında yaşanan tehditler ve rehin alma bölümleri inandırıcı olamamış. Uğur’un ve Demir’in yaşadığı sarsıntıyı anlamamız için terorist karakterler daha belirginleştirilseydi ve özellikle rehine alınma, paranın ödenme bölümü daha geniş işlenseydi iyi olurmuş. Bu olaylar ve okulu bitirme sınavları Uğur’u yormuştur. Urla’ya gidip anneannesinden miras kalan evde yazı geçirmeye karar verir. Orada günlerini evin duvarlarına resim yaparak ve balık tutarak geçirirken hayatının en mutlu şeyi gerçekleşir, gizliden âşık olduğu İyi yanında kalmaya gelir. İki sevgili gibi mutlu mesut günler geçirirler. Bu mutluluğu noktalayacak olay Demir’in intiharı olacaktır. Demir uzun zamandır çalıştığı iki sayfalık manifestosunu geride bırakarak çırılçıplak soyunup hava gazını açarak intihar etmiştir. İlerleyen sayfalarda bunun Uğur’un bir uydurması olduğunu anlarız. Aslında Demir, Uğur’u çağırmış, ona manifestoyu ve bir mektup vermiştir. Salim kafayla okumasını söylediği mektupta Demir’in Uğur’a birlikte intihar etme çağrısı vardır. İyi’yle yaşadığı mutlu günlere rastlayan bu olay Uğur’u telaşlandırır. Çeşme’ye gidip Demir’i bulur. Demir dünya nüfusunu azaltmaktan da, intihar düşüncesinden de vazgeçmiştir. Artık ruh rahatlığının peşine düşmüş epikürist olmuştur. Babasının mesleği olan müteahhitliğe başlayacaktır. İyi ile evlenmeye karar vermiştir. Uğur’dan İyi’yi bulup, kendisi ile barışması, evlenmesi için ikna etmesini istemektedir. Uğur, İyi ile beraber olduğunu itiraf eder. Bu itiraf Demir’i yıkar, Uğur’u evden kovar. Mutluluğunun bozulacağından korkan Uğur, çok fazla içip sızan Demir’i soyup gazı açar, başucuna manifestoyu koyar. Roman anlatıcısının baştan beri “Bekliyoruz Demir gelecek…” diye yarattığı hava bu hikâyenin bize anlatılması içindir. Uğur, hikâyeyi bize “İsmail” diye hitap ettiği bir hayali kahraman vasıtasıyla anlatır. Hep ona hitap eder. İsmail’in anlatım açısından gereğini anlamadım. İsmail’in savaşta şehit olması, sonraları Uğur’un ailesinde kaybolan eşyayı bulmak için çağrılması hikâyeleri olmasa da olurdu. Biz okurların Pembe otobüsün yolcuları olarak tanımlanmalarından sonra tutturulmaya çalışılan mizahi, ironik dille yazılmış paragrafların da pek gerekli olduğunu sanmıyorum. Mehmet Anıl, “İsmail” tiplemesiyle, ironik paragraflarla klasik roman yapısını kırmaya, merak unsuru oluşturmaya çalışmış, ama bu bölümler yapıştırma kalmış. Aynı şekilde Demir’i bekleyen grup da yeterince işlenmediği için cana kana bürünemiyor, inandırıcı olmuyor. Çünkü heyecanla karışık bir korkuyla bekledikleri Demir’in onların hayatında ne gibi bir etkisi olduğunu bilmiyoruz. Romanda liderleri Demir’in Uğur ve İyi dışındaki grup üyeleriyle nasıl bir ilişki oluşturduğu hiç anlatılmıyor. Bizi uydurduğu hikâyelerle kandırıp esas anlatmak istediklerini dinlememizi sağlayan anlatıcı onlar için de daha derinlikli ve de Demir’le bağlantılı hikâyeler kurabilirdi ya da on iki kişilik grubun hiç yer almadığı sadece anlatıcı ve İyi’nin olduğu bir yapı kurabilirdi ki çok fazla değiştirmeye gitmeden bu da mümkün görünüyor. Demir’in felsefe tiradları attığı bazı bölümleri gereğinden uzun bulsam da, epik ve mizahi unsurun gereksizliğini düşünsem de genelinde iyi ve okunaklı, sürükleyici bir roman Pembe Otobüs. Mehmet Anıl, hem anlattıklarıyla ve anlatım biçimiyle, hem de diliyle ilgi çekecek, okunaklı bir yazar. Satranç Tahtasında Dama dedikten sonra son noktayı koymamış, aynen şunları yazmıştır: “Ama onda tıkanmıyor. Şiirleri çoğaldıkça bende bir şaşırma duygusu yaratıyor. Bu da onun başka bir erdemi elbet. Her gün, düşünüyorum, yarın ne yapacak, ne diyecek diye.” Sanırım, bu belge, şiirlerim konusundaki polemiklerin nasıl bir önyargı taşıdığını, sataşmadan öteye gitmeyen, yıkıcı, yarıştırıcı bir anlayışın ürünü olduklarını gözler önüne sermeye yeterlidir. Anıt eserlere olan sevgimi, müzelerin gerekliliğini eylemlerle anlatmaya çalıştığım ilk yıllarda kimileri şiirlerime saldırmaya başlamış, bunu yaparken de şiirlerim yerine Kız Kulesi’ni dillerine dolamışlardı. Aradan geçen16 yılda “ne yaptığım”, “ne dediğim” ortada… Cemal Süreya sadece ilk kitabımı görebildi… 1989’da çıkan ilk kitabım Makiler’in ilk baskısı yoktu bende… Bu hafta, müzeye gelen bir ziyaretçi, kapağı pembe/beyaz olan o kitabı bana armağan olarak getirdi!.. ÜYÜK SATRANÇ OYUNCUSU Cemal Süreya bir satranç oyuncusuydu… Asla bir yumurta tokuşturucusu değildi… Şiirle, edebiyatla, resimle, heykelle, sinemayla ve öteki tüm sanat dallarıyla uygarlık denilen satranç oyununda hamle yapacak kadar engin bir birikime sahip olan büyük bir satranç oyuncusu!.. Ve ben, Makiler’in arka kapağına, Cemal Süreya’nın hakkımda söylediği, yazdığı pek çok övgü yazı yerine şu sözlerini koymuşum: “Çok genç şair var iyi şiir yazan. Hele bizim günlere göre daha çok. Sunay Akın da bunlardan biri.” Şair ne de güzel söylemiş: “Şairin hayatı da şiirine dahil”… Bir sanatçıya ödül sunacak bir tek jüri tanıyorum ben: Zaman!.. niversite yıllarında başlayan arkadaşlık sürmüş, grupta anlatıcı hariç herkes birbiriyle evlenmiş, bir anlamda grup varlığını sürdürmüştür. Anlatıcının farklılığı sadece medeni durum olarak değil, aynı zamanda konum olarak da belirginleşir. Adının Uğur olduğunu öğrendiğimiz anlatıcı, Çeşme’de Demir’lerin yazlık evinde buluşan gruptan ayrı, ayrıksı durur. Genellikle onlara dışarıdan, terastan bakar. Grubu izlerken bir yandan da geçmişi, özellikle Demir’le ilişkilerini hatırlar. “Demir’in hayatta ne yapmak istediğini hiçbir zaman anlayamadım” der anlatıcı. “Sürekli olarak fikir dolayısıyla üniversite değiştiriyordu. Yalnızca ne yapmak istemediğini biliyordu: baba mesleği. Tıp fakültesiyle başladı, su ürünlerinde okurken felsefeyle ilgilendi, en son hepsini bırakıp konservatuvarda kompozitörlük okumayı planlıyordu, olmadı.” Anlatıcı, Demir’in bu grubun lideri olduğunu söylese de sürekli fikir değiştirmesinin gruba nasıl bir değişim yaşattığını öğrenemiyoruz. Demir aslında daha küçük, çekirdek bir grubun lideri bence. Anlatıcı Uğur ve grubun diğer üyelerinin hiç de benimsemediği İyi’dir onun düşünsel değişiminin sadık izleyicileri. Uğur, hemen her liderin yanında görebileceğimiz bir tiptir. Liderinin dediklerini kayıtsız şartsız onaylar ya da öyle görünür. Onu sadakatle takip eder, bir dediğini iki etmez ve bu sadakati de ona ikinci adam konumunu sağlar. Zengin bir müteahhiddin oğlu olan Demir’in maddi gücünden yararlanır, onun burjuva kültüründen nasiplenir. Ailenin güvendiği bir arkadaş olarak konumunu sağlamlaştırır. İyi, bir Alman anne ile Türk babanın çocuğudur. Adını da Türkçe’yi sonradan öğrenmiş annesi koymuş. Üniversitede okumak için Almanya’dan gelmiştir. Uğur onu daha ilk gördüğünde sıradışı bir kişilik olduğunu hisseder, vurulur. “Karada yaşayan güzel bir deniz kızıdır”. Bu güzel, eşşiz kızı kendisine fazla bulan Uğur, onu Demir’le tanıştırır. Aralarında bir ilişki doğacağından emindir, öyle de olur. Demir, İyi ve Uğur üçlü grubu oluşturduktan sonra günlerini, İyi’nin yalnız yaşadığı, eski bir depodan bozma, insana denizin altındayım hissini veren ilginç dekorlu evinde geçirirler. “Evde her şey, derinlik duygusunu körelten incecik bir buğunun ardında belli belirsiz görünür gibiydi” diye anlatır Uğur. Köşk adını taktıkları büyükçe bir ke Ü üzeler, toplumların kimlikleridir. Demokrasi, düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi değerler bir ülkedeki müzelerin sayılarıyla doğru orantılı olarak çoğalır ya da azalır. Müzecilik konusunda geri kalmış ülkelerde bir arada yaşama kültürü yoğun tehdit altındadır. Müzeleri olan toplumlarda hayatın bir dama oyunu olmadığı gerçeği çoğunluk tarafından bilinir. Böylesi milletler taş yiyip taş yedirmeden günü kurtarmak yerine hamle yapmak uğraşındadırlar; çünkü onlar, hayatın bir satranç oyunu olduğunu kavrayacak bilgi birikimine müzeleri sayesinde sahiptirler. M MAKİLER’IN ÖNSÖZÜ Kız Kulesi’ne yazılı ilk aşk şiirini de barındıran bir müzenin kültür merkezi olmasını istediğim 1992 yılından sonra, kendi kuşağımdan pek çok şair bana cephe aldı, tüm çabamı “şov” olarak algıladı!.. Bu arkadaşlarıma asla kırgın ya da kızgın değilim. Her şairin edebiyata, sanata, ülkenin kültür politikalarına benimle aynı yerden ve aynı pencereden bakmasını beklemek elbette hata olurdu. Satranç tahtasında dama oynayanları hiç görmemiş değildim. Cemal Süreya, Makiler’in önsöz yazısında aynen şunları söylemiştir: “Sunay Akın’ın yazdığı tür şiir değiştirilmezse tıkanmaya yazgılı bir tür”… Cemal Süreya’nın bu tespiti kuşağımdan kimi şairlerin ağzında sakız olmuştu. Cemal Süreya kaygısını ilk şiir kitabım Makiler için dile getirmişti. Merak edilen konu şu olsa gerek: Sevgili hocamız bugün yaşasaydı tıkanma konusunda neler söyleyecekti?.. Bu sorunun yanıtını vermek için hiç kimsenin kendisini yormasına gerek yok. Çünkü Cemal Süreya, “tıkanmaya yazgılı bir tür” B Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazanan Aysan: ‘Gerici güçlere verilen en güzel yanıt’ Selda GÜNEYSU ANKARA Sıvas’ta 2 Temmuz 1993’te, Madımak Oteli’nde yobazlar tarafından katledilen şair Behçet Aysan’ın kızı, genç şair Eren Aysan, aldığı “Cemal Süreya Şiir Ödülü” konusunda, “Ben bu ödüle ‘müjde’ diyorum. Bence bu ödül, ülkedeki kültürsanat yaşamının gerici güçlerce önünün kesilemeyeceğine yönelik bir müjde” dedi. Genç şair Aysan, “Lalzaman” adlı çalışmasıyla, 1991 yılından bu yana verilen “Cemal Süreya Şiir Ödülü”nün, “Yayımlanmamış Dosya” türünde ödüle değer görülmüştü. Genç şaire ödülü, şair Cemal Süreya’nın 18. ölüm yıldönümü olan 9 Ocak’ta, İstanbul’da düzenlenen bir törenle verilmişti. “Ben öyle şanslıyım ki yaşamımda Cemal Süreya gibi bir şairi tanıdım. Ama aynı zamanda öyle şanssızım ki gerici güçlerin Sıvas’taki Madımak Oteli’ni kuşatıp yakmaları sonucu genç yaşta babamı yitirdim” diyen Aysan, şair Cemal Süreya’ya ilişkin anılarını şöyle anlattı: “Cemal Süreya’yı yitirdiğimizde ortaokul öğrencisiydim. O gün eve geldiğimde babam, İstanbul’daki cenaze törenine katılmak için valizini topluyordu. Yazar ve müzisyen Ahmet Say ile birlikte gittiler cenaze törenine. Aradan bir yıl geçtikten sonra Cemal Süreya anısına bir şiir ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Babama bu ödülü almak isteyip istemediğini sordum. O yıllarda babam, arka arkaya şair Ceyhun Atuf Kansu ve gazeteci Abdi İpekçi anısına verilen ödülleri kazanmıştı. Bu ödül için de ayrı bir çalışma yapmak istediğini dile getirmişti. Ama aradan çok geçmedi, karanlık güçler babamın bu ödülü almasına izin vermedi.” Gül, Haç ve Hilal/ Tim Willocks/ Çeviren: Özlem Yüksel/ Doğan Kitap/ 578 s. Mayıs 1565... Osmanlı İmparatoru Muhteşem Süleyman, St. Jean Şövalyeleri’ne cihat ilan etmişti. Tüm zamanların en büyük donanması, Malta Adası’ndaki Hıristiyan kalesine doğru yaklaşıyordu. Türkler şövalyeleri “Cehennem Köpekleri” olarak tanıyorlar, şövalyelerse kendilerine, “İnancın Savunucuları” diyorlardı... Tim Willocks bir tarihi romanla okur karşısında... Ödemiş’in Tarihi/ Behiç Galip Yavuz/ Kendi Yayını Onlar, Kafkasya, Ural boyları ya da Altaylar yöresinden geldiler. Göçlerini Küçükmenderes Irmağı’nın iki yakasındaki çayırlarda noktaladılar. Kent devletçikleri olan “beylikler” kurdular. Hitit metinlerinde “Assuwa”, İliada destanında “Asia” olarak adlandırılan bu topraklarda İÖ 2000’lerde Atyadlar adı verilen “Efsanevi Krallar” dönemini başlattılar. Bunu Tylonid ve Mermnad krallık sülaleri izledi. Lydialılar adı verilen bu ÖnTürkler daha sonra Perslerin, Helenlerin ve Romalıların egemenlikleri altında kaldılar. İS XIV. yy. başında doğudan yeni bir dalga durumunda gelen Müslüman Türkmenler kendilerinden binlerce yıl önce bu topraklara gelip yerleşmiş az sayıda yerli soydaşları ile savaşsız birleşip kaynaşarak, yeni bir kültür yaratıp bugüne değin sürdürdüler. Bu kitap, Yukarı Küçükmenderes Havzası’ndaki işte bu insanların defa görerek bakma ihtiyacı duyacaksınız. En azından bir kere!..” Bu kitapta, İstanbul’un tarihi yer ve yapılarının geçmiş ve bugüne ait görüntüleri karşılaştırılmalı olarak sunuluyor. Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanmış yapıtta, resim ve fotoğraflara metinler eşlik ediyor. öyküsünü anlatıyor. İsteme Telefonu: (0232) 5443261 Struma: Karanlıkta Bir Ninni/ Hakan Akdoğan/ Doğan Kitap/ 154 s. “İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde, Köstence’den yola çıkan Struma adlı bir gemi, İstanbul kıyılarına demir atar. Kendilerine yeni bir ülke arayan yüzlerce Yahudiyi nereye kadar taşıyabilecektir bu yüzer tabut?.. Sorunun yanıtı, tarihin en utanç verici sayfalarından biridir. ‘Lanetliler Gemisi’nin kaderi, Karadeniz’in karanlık sularına gömülmektir. Bir başka karanlık: 12 Eylül. İhanetler, işkenceler ve direnişler... Bu iki hikâyeyi birleştiren, daha ‘doğru’ bir ülke arayan ya da ülkeleri ellerinden alınan insanların trajedisidir belki. Belki de, tarihin farklı dönemlerinde bir insanın diğerine yapabildiği haksızlıkların ortak paydası. Belki de… Kesin olan, çok sıradan bazı rastlantıların bile insanın hayatını tümüyle değiştirebileceği gerçeği. Hayatın anlamı orada gizli olabilir mi?..” diyor Mario Levi. “Struma”, Hakan Akdoğan’ın yeni romanı. Kitapçı Dükkânı/ Esmahan Aykol/ Merkez Kitaplar/ 240 s. “Kitapçı Dükkânı”, İstanbul’a yerleşen ve Tünel’de salt polisiye kitaplar satan bir kitabevinin sahibesi olan Kati Hirşel’le tanıştırıyor okuru. Alman asıllı Kati’nin ünlü bir oyuncu olan çocukluk arkadaşı Petra, film çekimi için İstanbul’a gelince hem Kati’yi görmek hem de yaşadığı trajik olayları onunla paylaşmak ister. Ancak çekilmesi planlanan iddialı filmin ikinci yönetmeni Kurt Müller, otel odasının küvetinde ölü olarak bulunur. Çok iyi bir polisiye okuru olan Kati, içindeki amatör dedektifin sesine kulak vererek geçmişin izini sürmeye, işin içine giren sayısız kişi yüzünden arapsaçına dönen ilişkiler yumağını çözmeye karar verir. Bir yandan özel hayatında ummadığı gelişmeler yaşarken, bir yandan da katiller ve kurbanların peşinde soluk soluğa okunacak bir serüvene atılır... Merkez Kitapları, Esmahan Aykol’un “Kelepir Ev” adlı polisiyesini de yeniden okurla buluşturdu. Roman, “Kitapçı Dükkânı”nın devamı niteliğinde... Eskimeyen İstanbul/ Yayına Hazırlayan: Tülay Çetinkaya/ İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını/ 144 s. “Bu kitabın sayfalarında çıkacağınız İstanbul yolculuğunda, çağdan çağa sıçrayarak gezineceksiniz. Bu görsel ve kıyaslamalı gezide; giden ile geride kalan, değişen ile değişmeyen gelip zihninize oturacak. Her gün önünden geçip, görmeyen bakışlarla seyrettiğimiz onca esere, bu çalışmayı incelediğinizde, bu Bitmeyen Kavga/ John Steinbeck/ Çeviren: Leyla Özcengiz/ Remzi Kitabevi/ 294 s. Nobel ödüllü yazar John Steinbeck,1930’lu yılların Amerikası’nda hayatını bitmeyen bir kavgaya adamış Mac’le deneyimsiz ama atak Jim’in elma bahçelerindeki işçiler arasına katılarak başlattıkları bir grevi anlatıyor... Aslında yalnızca bu grevi değil, insanoğlu varoldukça hiç bitmeyecek olan bir kavgayı, bu kavga içinde farklı konumdaki kadın erkek bireylerin psikolojisini yalın bir gerçekçilikle gözler önüne seriyor. Varlık Vergisi ve Azınlıklar/ Hüseyin Perviz Pur/ Eren Yay./ 496 s. “...Karaborsa vurguncularını cezalandırmak maksadı ile vergi alındığı kanaatine varıldı. Acaba bu kanaat yeterli cevap olabilir mi? Başka nedenler aranınca; azınlıklara yapılan ırkçı baskıların cumhuriyet kurulana dek hayatı savaşta, barış sürecinde ise tarımda geçen Türklerin, ticaret ve sanayi sektöründe ekonomik ortaklığa girmesine olanak tanıması için mi idi? Veya her iki nedeni birbirine ekleyerek yapılan uygulama mı idi?” Bu kitapta Hüseyin Perviz Pur, varlık vergisi üzerine bir inceleme sunuyor. ‘VESİKALIK FOTOĞRAF’ Ödülü, babasının anısı için aldığını dile getiren Aysan, bu ödülün ülkedeki gerici güçlere verilen en güzel yanıt olduğunu vurguladı. Aysan, ödüle değer görüldüğü “Lalzaman” adlı çalışmanın, biriki ay içinde, “Vesikalık Fotoğraf” adıyla kitap olarak yayımlanacağının müjdesini verdi. Aysan sözlerini şöyle sürdürdü: “Bugün toplumda umutsuzluk duygusu hâkim. Benim, Walter Benjamin’in çok sevdiğim bir sözü var. ‘Umut dediğiniz şey, umutsuzluklar adına bir beklentidir’ diyor. Aydınların umutsuzlukları da hiç bitmeyecek zaten. Ancak bu umutsuzluk yenilgi anlamına gelmiyor. Belki bizler, toplumda bir süre daha ‘öteki’ olarak yaşayacağız, ama yenilmeyeceğiz.” ‘Sinekli Bakkal’ Almancada Kültür Servisi Halide Edip Adıvar’ın (1884 1964) ilk olarak İngilizce “The Clown and His Daughter (Soytarı ile Kızı)” adıyla 1935’te Londra’da, Türkiye’de ise 1936’da yayımlanan “Sinekli Bakkal” romanı Almanya’da, tüm dünya edebiyatının en seçkin örneklerini yayımlayan Manesse Verlag tarafından yayımlanıyor. Halide Edip Adıvar’ın, temel izleği 2. Abdülhamit dönemindeki DoğuBatı kültürleri çatışması olan söz konusu romanının yanı sıra anılarının da Ute Birgi çevirisiyle yayımlanacağı açıklandı. Halide Edip anılarını “Türk’ün Ateşle İmtihanı”(1962) ve “Mor Salkımlı Ev” (1963) adlı kitaplarında toplamıştı. Yazarın diğer önemli romanlarıysa: “Handan” (1912), “Ateşten Gömlek” (1923) ve “Vurun Kahpeye” (1926) olarak sayılabilir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle