Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 C B ELA dizi 1 ŞUBAT 2008 CUMA G İ R İ Ş mazlığına ve cesaretine gıpta eder. Bu öykü üçüncü kuşağın iç çalkantılarını çok güzel simgeliyor. Çünkü her biri yapmak istedikleriyle yapamadıkları, düşleriyle gerçekler, özgürlük arayışlarıyla baskılar arasındaki çalkantıların yarattığı mutsuzluk ve güvensizlikle kuşatılmışlar. Çoğunun en temel sorunu kolektif kimliğin, kendilerine dayatılan rollerin, kendi kimliklerini bulmasını engellemesi. Aslında burada gündeme gelen sorunlar, yalnız Almanya’dakilerin değil, bizim gençliğimizin de sorunları. Aradaki fark Almanya’dakilerin konserve ettikleri geleneklere daha bağlı olmaları. Öte yandan Alman toplumunun yabancı olanı ‘ötekileştiren’ duruşu da gettolaşmayı kolaylaştırıyor. Geleneklerle modern dünya arasındaki çatışmayı her toplum kendi tarihsel gelişme sürecine bağlı olarak yaşamıştır. Almanya’da da on dokuzuncu yüzyılda ayırdına varılan ve türlü yazınsal yapıtlara konu olan bu çatışma yirminci yüzyılın çalkantılı ortamı içinde çeşitli sosyal katmanlarda farklı biçimlerde gelişiyor. Bu açıdan Almanya, u dizide Almanya’daki göçmen kökenli üçüncü kuşağın sesini dile getiriyoruz. Ataerkil aile yapılanmasıyla modern dünya arasındaki çatışma tutucu bir çevre içinde yetişen bu kuşağın temel sorunu. ‘Pembe Pazartesi’ öyküsünün yazarı Deniz, ‘Ben ve kendim’ ikilemiyle bir kişilik bölünmesini anlatır. ‘Ben’ geleneklerin kıskacında kuşatılmıştır, ama ‘kendim’ başını alıp gider, dilediğince gezer tozar, başına buyruk bir yaşam sürdürür. ‘Ben’ hüzünlü hüzünlü evine kapanırken, ‘kendim’ öylesine uçuktur ki, kimseye kulak asmaz, İtalyan bir sevgilisi vardır, onunla gezer, sonunda da ‘herkes ne der’e kulak asmadan gizlice evlenir onunla. İnanılmaz derecede mutludur. ‘Ben’ kendime içerleyip kızdığı gibi, hayranlık da duyar, onun umursa kendi tarihinde de benzer sorunları yaşamış olduğunu, toplumun alt katmanlarında kimi sorunların ‘KÜLTÜREL FARKLILIK’TAN NE ANLIYORSUNUZ sürdüğünü çoğu kez göz ardı ediyor. Kamuoyunda öçmen kökenli gençlerle bir anket çalışması yapmıştım. hep bir soyut kültürel farklılık kavramı gündem‘Kültürel farklılık deyince ne anlıyorsunuz? Dil, ulus, de, öte yandan bu farklılığın başını çeken ve din, toplumsal cinsiyet, kuşaklararası farklılık, sosyal katbütün toplumlar için geçerli olan sosyal ayırımmanlar, bunların hangisi sizce belirleyici?’ Çoğunluğun sadecılık, cinsiyet ayrımcılığı gibi sorunlar pek ce dil, ulus ve din kavramlarında odaklaşmaları, diğerlerini önemsenmiyor. ise önemsememeleri düşündürücüydü. Çünkü üniversitede Yakında kitap olarak çıkacak olan ‘Özgürlük yapılan yaratıcı yazma ya da drama atölye çalışmalarından Yolları’nda bugünkü göçmen kuşağın arayışı alınan ürünler söyledikleriyle yazdıklarının örtüşmediğini gündeme getiriliyor. Doğal ki bu arayışı herkes gösteriyordu. Örneğin kuşaklararası çatışma ya da toplusal kendi kişiliğine ve yaşadığı koşullara göre çok cinsiyet yaratıcı çalışmalarda da görüldüğü gibi yaşamlarınfarklı bir biçimde yaşıyor ve farklı yollar seçiyor. da büyük bir rol oynuyor. Bunların değil de, kalıplaşmış Özgürlük yolunda arayış tek bir yoldan geçmiyor, genelgeçer söylemlerin dile getirilmesi bir ikiliği gösteritüm kilitleri açacak bir anahtar yok, herkesin kendi yor. Gençlerin söylemleri ile duruşları arasındaki bu anahtarını bulması gerekiyor. ikilik dinsel ya da milliyetçi güdümlenmelerin ne Bunun için de belki en önemli olan insanın kendi iç kadar etkisi altında olduklarını gözler önüne serisesine kulak vermesi; yaşamda ne elde etmek istediği, yordu. Bu ikiliği yaratan etkenler neler? Söykendi amaçlarıyla beklentilerinin ne derecede birbiriyle lemler nasıl oluşuyor ve neden bu kadar örtüştüğü ya da birbirinden ayrıldığı, engelleri aşmak için kolay kalıplaştırılarak benimnasıl bir yol seçmesi gerektiği gibi sorularla kendi yaşamıseniyor? nı biçimlendirmeye çalışması. Bu dizimizde bu arayıştan kesitler sunuluyor. G ? Aile baskısıyla büyüyen ve Almanların ‘öteki’ gözüyle baktığı Gülpembe’nin en büyük hayali iki kültürlülüğü aşmak Ben dünya vatandaşıyım “ “ erelisin sen, Alman mı?’ ‘Sayılırım’ dedi Gülpembe, ‘Almanya’da doğdum ama ailem Türkiyeli. Hem Almanım, hem de Türk.’ ‘Türk mü? Benimle dalga mı geçiyorsun?’ Soruyu soran yanında staj yaptığı dazlak kafalı, yupi kılıklı İngilizce öğretmeniydi. Şaşkınlıkla Gülpembe’nin uzun sarı saçlarında, yeşil gözlerinde, omuzlarından askılı ince yazlık giysisinde gezdiriyordu gözlerini. Gülpembe kendisini süzen bakışlardan tedirgin olmuştu: ‘Hem Alman’ım hem Türk’ dedi inatlaşarak. “Olur mu öyle şey. Neyse odur insan, yani ya Almandır ya da Türk, ikisini birden olamaz anladın mı?” Adam ben yutmam tavrıyla “Varsayalım ki futbol maçındayız, Almanlar Türklere karşı oynuyorlar, söyle bakalım hangi takımı tutacaksın? Hangi bayrak senin bayrağın; siyah, kırmızı, sarı olanı mı yoksa ay yıldızlı kırmızı bayrak mı? Ya da bir savaş çıksa hangi tarafı tutacaksın?” Gülpembe’yi tedirgin eden, insanların kafalarındaki klişeleri başkalarına dayatmaları. Bu klişeye uymayan bir şeyle karşılaştıklarında ya karşı çıkmaları ya da görmezden gelmeleri. Kendisi değil tek kültürlü olmayı, iki kültürlü olmayı bile bir sınırlandırılma olarak yaşıyor. En büyük hayali iki kültürlülüğü de aşmak, dünya vatandaşı olmak. Üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı okumuş. Okulda da dil yeteneğinden yararlanarak hem İspanyolca, hem de Fransızca öğrenmiş. Anadilini de sayarsak, beş dil konuşuyor Gülpembe. “Ne çok dil bilirsem, o kadar özgür duyabileceğim kendimi. Dünya vatandaşı olma her tür kültürel, dinsel, milliyetçi klişeyi kırmak anlamına geliyor. Dünyayı karış karış gezmeli, çeşitli ülkeler görmeli, insanlar tanımalıyım” diyor heyecanla. En merak ettiği ülke de İspanya. Hayali orada birkaç yıl yaşayabilmek. ‘N KÖY GÖZLEMLERİM ‘BEN VE BİZ’ SELİN BUGÜN “ Okulda, her yıl tatilde gittiğimiz köyümüzle ilgili gözlemlerimi yazdığımda, öğretmen öyle beğenmişti ki, örnek göstererek sınıfta okumuştu. Salkım söğüt ağaçlarıyla çevrili bir dereden akan buz gibi şarıl şarıl sular, yemyeşil dağlardan esen yumaşacık bir rüzgâr, masmavi güneşli gökyüzü, ağaçlarda öten cıvıl cıvıl kuşlarla dolu romantik bir köy betimlemesiydi. Köydeki yoksulluk ve pislik diz boyu. Evlerde tuvalet bile yok. Sıkışan çalılıkların arasında bitiriveriyor işini... Yazın sineklerden geçilmiyor, çocukların parmaklarında yakacak için ikide bir tezek taşımadan koca koca çıbanlar çıkmış diyecek değildim ya! “ Türk arkadaşlarım da Almanlar gibi ‘biz’ dedikleri zaman kendilerini sınırlıyorlar. ‘Biz’le hiçbir zaman Almanya’yı kastetmiyorlar. Belki de bunun nedeni Almanların böyle bir şeyi kabul etmemeleri. Yabancı olanı hep dışlamaları. Oysa göçmenler de bu toplumun insanları değil mi? Onların da ‘biz’ deme hakkı yok mu?” diyor Selin. “Aslında senin yaşadığın ‘biz’ duygusu sadece bir ikiliği dile getiriyor” diyorum. “‘Biz’in bin bir çeşidi yok mu? Biz gençler, biz kadınlar, biz aydınlar, biz işçiler böyle sürüp gidebilir... Hangi grupla birlikte olmayı seçmişsen, o grup ‘biz’ oluyor. ‘Ben’i ben yapansa, bu ‘biz’leri özgürce seçip kendi yaşam alanımı kendim yaratabilmem. Bu açıdan sonuçta gene de kararları veren, yaşamımı biçimlendiren ‘ben’im, biz değil. Eğitim yeni dünyanın kapısını açtı B ‘Yasaklı’ çocukluğu G ülpembe kendisini çocuk yaşta kapatan, sınırlayan geleneklerine bağlı bir göçmen ailesinin kızı. Ege kıyılarında küçük bir köyden geliyor ailesi. Çocukluğunu anımsadığında, aklına ilk gelen yasaklar. “Türkiye’den gelmek sanki korku, baskı ve yasaklarla örülü bir dünyanın içinde kapatılmak demekti. Oysa dışarda yeterince tanımadığım, bilmediğim bir dünya vardı, insanların yaşamın tadını doyasıya çıkardıkları heyecan dolu ve gizemli bir dünya...” Köydeki yaşam biçiminin, değerlerin, alışkanlıkların Almanya’da da sürmesi çoğu göçmenin ortak yazgısını oluşturuyor. Zaman içinde iç göçle birlikte köy de değişiyor, köydeki değerler, alışkanlıklar da. Ama göç edenlerin bu değişimden haberleri yok. Onlar hâlâ yirmi yıl önce geldikleri köyün değerlerine bağlı bir yaşamı sürdürüyorlar. Sanki gerçeklerle bağlantıları kopmuş, yalnızca kendi kafalarının içinde yaşıyorlar. Yasaklarla kuşatılmış çocukluğunu anımsamak bile istemiyor Gülpembe. Daha dokuz yaşında, dördüncü sınıfta arkadaşının doğum günü partisine çağrılı. İzin çıkacak mı? Ya çıkmazsa? Korkudan ağlıyor. Belki de babası dökülen bunca gözyaşına dayanamıyor ve izin veriyor. Sonradan da bu günü felekten çalınmış olağanüstü bir gün olarak anımsıyor. Çocukluğunun sayılı mutlu günlerinden. Ama bir gün annesi dolabında, doğum gününden kalma fotoları keşfedince, evde kıyamet kopuyor. Fotoğrafta erkek çocuklar da var, oysa hani kız kıza eğlenilecekti? Her şey apaçık ortada işte: Kızlar, erkekler itiş kakış bir aradalar, üstelik de hiçbir yetişkin yok başlarında. Oysa Gülpembe sınıf öğretmeninin de geleceğini söylememiş miydi? YA Ş A S I N İ K İ D İ L L İ L İ K ERDA O kulda konuşma saati. Erdal babasına çevirmenlik yapacak. Saatlerce bekliyorlar kapının önünde. Neden sonra öğretmen telaşla ikisini de içeri aldığı gibi Erdal’la ilgili bir yığın olumsuzluğu, tembelliğini, haylazlığını üç cümlede özetleyiveriyor. Erdal da hemencecik çeviriveriyor söylenenleri. Böylece babası, oğlunun okula düzenli geldiğini, çok iyi çalıştığını, yakında sınıf birincisi olacağını öğrenmiş oluyor. Karabasan gençlik çağı u olaydan sonra ağabeyinin onu izlemesi için görevlendirilmesi. Ağabeyi Ali kendisine tepeden inme dayatılan bu sorumluluktan hoşnut değil, okul çıkışı çoğu kez Gülpembe’yi yakalayıp “Kız bizimkileri kızdıracak bir şey yapma gözünü seveyim, sağına soluna bakmadan hemen eve yaylan, okey mi?” diye tembihleyip, onu başından savıyor. Bir gün gene maça gitmek üzere hazırlanırken, bir de ne görsün, Gülpembe sırtında okul çantasıyla uzaktan gelmiyor mu. Alman sınıf arkadaşlarından biri de kızın peşinde. Gülpembe onu başından atmaya çalışıyor, ama herifin umurunda mı. Ali ikisinin de yollarını kesip, dikiliyor B karşılarına. Bizimkiler oldukları yerde donup kalıyorlar. Şu Almanlar da üflesen uçarlar ha! Çocuk hemencecik toz oluveriyor. Bu olaydan sonra evde iyi bir fırça yiyen Gülpembe daha sıkı denetim altına alınıyor. Annesi onu sabah sabah elinden sıkı sıkı tuttuğu gibi kendi okula götürüyor, getiriyor. Sınıfta çocuklar kendisine tuhaf tuhaf bakıp aralarında fısıldaşıyorlar. Elinden geldiğince renk vermemeye çalışıyor Gülpembe. Doğal davranıyor bir şey yokmuş gibi. Annesinin on yaşındaki koskoca kızı okulun kapısına kadar getirip götürmesi dünyanın en olağan şeyiymiş gibi. Zorlanarak anlattığı bu küçücük anısı yasaklı yılların yalnızca ARTIK kulda çocuklar tatillerini nasıl geçirdiklerini anAilesiyle ilişkisi latıyorlar, Mayorka’dan, Kanarya Adaları’ndan, ise şimdi bir denizlerden, göllerden, ormanlardan söz ediyorlarmeslek sahibi dı. Anılara sığmayan renk renk tatil yaşantıları. Cıvıl cıolduktan sonra vıl sesler, konuşmalar, gülüşmeler. Yaz tatilinin sıcak ve neşeli havadüzene girmiş sı buram buram doluyor sınıfa. Erdal susuyor. Anlatacak nesi var ki? gibi. Babasının Kimse ona ne yaptığını sormuyor bile. O koca bir hiç, ya da masalların ve ağabeyinin görünmez adamı.. Sonra birden şurasına tak ediveriyor... Parmak kalüstündeki dırıyor, ısrarla. Bak, işte onun da anlatacağı bir şey var... Hem de şahabaskısı ortadan ne bir şey... Şaşkınlıkla ona çevrilen gözler... Erdal sözü aldığı gibi başkalkmış. Hele lıyor anlatmaya. Babasının çalıştığı mezbahaya gittiğinde kendi gözTürkiye’de leriyle gördüklerini anlatıyor, hem de yağlandıra ballandıra... Bıailesinin ona raksalar neler anlatacak neler daha ama öğretmen susturuyor uygun gördüğü onu. Çocuklar da bağrışıyorlar. Şu öğretmen lafı ağzına tıkanişanını da bozma masa, öyle bir anlatacak ki mezbahayı onlara, sinema gicesaretini bi. Kanlı görüntüler bir yapışacak ki belleklerine bir gösterdikten sonra daha hiç unutmayacaklar... Ama her zaman oldu(ithal koca kesinlikle ğu gibi, gene susturuluyor. Çevresinde düşistemiyor), kimse manca bakışlar... Her zaman olduGülpembe’ye karışamıyor. Kim bilir aradan geçen süre ğu gibi gene yalnız... başlangıcı. Ergenlik içinde belki ailesi de çok şey çağı ise bir karabasan... öğrendi. Gülpembe de şu meslek Benzer yaşantıları olan yaşamını bir yoluna koyabilse, kendisine arkadaşlarının çoğu çıkışı yalanda dilediği gibi bir yaşam kurabilecek. buluyorlar ama işte Gülpembe buna yanaşmıyor, çünkü en küçük bir yanlış ENİ BİR İŞ ARIYOR adımda ailesinin kendisini yaka paça köylerine gönderip başgöz Bugün Gülpembe kendine yeni bir edeceklerini biliyor. okulda, yeni bir iş arıyor. Başaramazsa, bir Belki de çok küçük yaşta yaşadığı bu zamanlar hayal ettiği gibi İspanya’ya ötekileştirilme duygusu, yalnızlığı gidecek ya da belki de üniversitede Gülpembe’ye olağanüstü bir güç okumayı sürdürüp İspanyolcasını veriyor. Okulda çok başarılı. Ama bu geliştirecek. Öğrenmenin sonu yok ki. yeterli değil. Bildiği bir şey varsa, bunca savaşımdan Önemli olan kendi dilini sonra, yaşamını artık daracık bir bulabilmesi. Kaç dil biliyor, ama bir çekmecede sürdürmeyeceği. Bu konuda türlü kendini ifade edemiyor ki. Açık kararlı. verme duygusu, korkular, içindeki polis... ERDAL Her zamanki gibi susturuluyor ugün onu en şaşırtan, çocukluğundaki onca baskıya karşın dilinin artık çözülmüş olması, konuşabilmesi, ne yapmak istediğini, ne düşündüğünü dile getirebilmesi. Okumanın, özellikle de yükseköğretimin ona yepyeni bir dünya açması. Geleceği düşündüğünde aydınlık bir yol canlanıyor gözünde. Bu yolda tek başına ilerlemeli. Kendini, olanaklarını, yetilerini, gizilgücünü keşfetmeli. Geçmiş yıllarda kaçırmış olduklarını yakalayabilmeli. Kendisine ayırması gereken bol zamana gereksinimi var. Bu kolay değil ama. Çünkü bugün göçmenlerin çoğunlukta olduğu bir okulda yeni başlamış öğretmenliğe. Okulda sorunlar diz boyu. Çeteleşme, kavga, şiddet... Gün geçmiyor ki okulun camlarını kırma, bilgisayarları bozma, duvarlarda asılı resim ve posterleri yırtma, otomatları parçalama, esrar satma, bıçak çekme gibi bir olay çıkmasın ve okul polislerle dolup taşmasın. İşin kötüsü Gülpembe göçmen kökenli olduğu için Alman meslektaşlarının bütün sorunlardan sanki o sorumluymuş gibi bir hava yaratmaları. Her an onlardan biri olmadığı duyumsatılıyor kendisine. ‘Aaaa sen hiç Türk’e benzemiyorsun doğrusu!’, ‘Başörtüsü taktın mı hiç, neden’ gibi sorular Gülpembe’yi bir çekmeceye yerleştiriveriyor. Gülpembe şaşkın. Onca yıldır verdiği özgürlük savaşımının başlıca nedeni öteki olmaktan kurtulma ve yaşadığı topluma uyum sağlama değil miydi? Öyleyse bu okulda işi ne? BASKI YOK O L Y S Ü R E C E K