09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

1 ŞUBAT 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL rgenekon adlı çeteye karşı başlatılan operasyon, son yılların en cesur operasyonlarından biridir. Kamuoyunda yıllardır adları üzerinde kuşku bulutu dolaşan, ama nedense kimsenin dokunmadığı/dokunamadığı bir takım şahsiyetlere karşı ciddi anlamda harekete geçilmesinin önemini tartışmaya bile gerek yok. Eğer sonuna kadar gidilirse, emperyal güçlerin, “vatanseverlik” ya da “milliyetçilik/ulusalcılık” temalarını kullananlar eliyle de Türkiye’yi istikrarsızlaştırma çabasında ne kadar yol alabildiklerini öğrenme şansımız olacak. Sözünü ettiğim kavramlara “samimiyetle” bağlı olanları ayrı tutarak belirtiyorum: Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması projesinde maalesef kendilerine “milliyetçi” ya da “ulusalcı” diyen kimi yapılanmaların da oynadıkları uğursuz bir rol var. Örneğin son operasyonla gündeme gelen Ergenekon adlı çete, mevcut iktidarın var olduğu düşünülen “gizli ajandası”na karşı oluşan laik/cumhuriyetçi tepkileri, laik kesimlerin itiraz etmeyeceğini düşündükleri “vatanseverlik” ya da “ulusalcılık” kavramlarının da yardımıyla amacından saptırıp, sözünü ettiğim “istikrarsızlaştırma”ya hizmet eden bir yapılanmadır. Hatırlanması gereken bir iki “vaka”, durumu netleştirebilir. Danıştay’a yapılan saldırıyı gerçekleştiren şahsın, şimdi tutuklu bulunan, Ergenekon çetesinin de şefi olduğu iddia edilen “ulusalcı” kılıklı Veli Küçük’ün bir cenazede elini öpen kişi olması nasıl açıklanabilir? Aldığı bir karar sonrası Danıştay’ı kurşunlayan kişinin “dinci/şeriatçı” olabileceği düşünülürken ya da düşünülmesi beklenirken, tetikçinin “laik/ulusalcı” bir askerle “çok derin” ilişkiler içinde bulunması ne demektir? Birçok şeyin yanı sıra, “vatanseverlik”, “laiklik”, “ulusalcılık” gibi kavramlarla da, ülkenin nasıl istikrarsızlaştırılmak istendiğinin kanıtı sayılmalıdır bunlar. Cumhuriyet gibi, laik/ulusalcı çizgideki bir gazeteyi kurşunlayanın da bu çetenin elemanı oluşu herhalde atlanmaması gereken önemde bir bilgidir. Karşı olarak nitelendirilen kutupları birbirleriyle çarpıştırma çabalarıdır bunlar. Fark edilmesi hiç de zor olmayan çirkin bir oyundur yani. Bu oyunu oynamaktan çekinmeyen, ama, son operasyondan da anlaşıldığı gibi, yüzüne gözüne de bulaştıran çete, provokasyonlarıyla, “şeriat” korkusunu kullanma peşinde olmuş belli ki. Danıştay saldırısını yapanın, bu çeteyle ilişkili olmasına karşın, aile bireylerinin İslamcı olması, durumu tam anlamıyla arap saçına çevirmiştir. Saldırganın babasının, medyaya da yansıyan, radikal İslamcı söylemlere sahip olması, saldırganın kendisinin de aynı söylemleri dile getirmesine rağmen, “ulusalcı” kılıklı Veli Küçük’le yan yana fotoğraflanması, ürkütücü, korkutucu ama muhakkak ki tuhaftır. Solculuk ulusal egemenlikten C Çete 15 geçiyor... E Emre ERTEM BERLİN – Çalışmaları ile Almanya’da sürekli tartışmalar yaratan Alman solunun önde gelen isimlerinden Jürgen Elsässer, Türkçede yeni yayımlanan kitabı “Cihad Avrupa’ya Nasıl Ulaştı?” (Wie der Dschihad nach Europa kamGotteskrieger und Geheimdienste auf dem Balkan), Avrupa Birliği, Kosova ve emperyalizm hakkında sorularımızı yanıtladı. CUMHURİYET Sizce Almanya da mı bir küresel saldırının hedefi haline geldi? JÜRGEN ELSÄSSER Şu an ortaya çıkan durum, Karl Kautsky’nin 20’nci yüzyıl başlarında “ultraemperyalizm” olarak nitelediği durumdur. Lenin, Kautsky’nin bu tezine karşı çıkmıştı ve Lenin 20’nci yüzyıl başlarında kesinlikle haklıydı. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada dünya çapındaki kapitalist güçler ulusal egemenliğe karşı birleştiler. Ultraemperyalizmin hedef olarak gördüğü ilk sıradaki ülkeler Venezüella, İran, Lübnan ve gelecekte Çin ile Rusya’dır. Ancak ulusal bir devlet, hatta bundan öte sosyal bir devlet olan Almanya da artık bu saldırının hedefindedir. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal devletin tasfiyesi ve yurtdışına asker yollanması gibi halkın genelinin karşı çıktığı konularda halkın görüşü alınmazken, Alman sermayesi, Brüksel’deki güçlü lobisi sayesinde isteklerine ulaşmaktadır. Ulusal devlet, alt sınıfların politik kararların alınma sürecine katılmasını garanti altına alır. Ulusal devleti savunmamın nedeni milliyetçi olmam değil, demokrasi yanlısı olmamdır. Bu duruşunuzu yurtseverlik olarak tanımlayabilir miyiz? Eğer kategorik olarak kullanıyorsak yurtseverlik doğru kelimedir, ancak ben milliyetçi çağrışımlar yaptığı için yurtseverlik kelimesini kullanmayı tercih etmiyorum. Bunun yerine (ulusal) egemenlikçilik demeyi tercih ediyorum. Egemenlikçilik ile kastettiğim şey, belirli sınırlar içinde yaşayan insanların gelecekleri ile kararları kendilerinin alabilmesidir. Almanya örneğinden hareket edersek, Almanya’da yaşayan herkesin –burada kastettiğim sadece Alman kanından gelen Almanlar değil, Almanlar ve başta Türkler olmak üzere diğer uluslardan insanların hepsidir gelecekleri ile ilgili karar alma süreçlerini kendi ellerinde tutabilmesidir. Irak’ta ulusal devletin ortadan kaldırılmasının ortaya nasıl bir sonuç çıkardığına bakalım. Evet, Saddam ülkeyi demokrasi ile yönetmiyordu ve eli kanlı bir diktatördü, ancak işleyen bir eğitim ve sağlık sistemi mevcuttu. Irak “özgürleştirildiğinde” devlet ortadan kaldırıldı ve sosyal hizmetler işlemez hale getirildi. Bunun ötesinde artık insanlar hayatlarından endişe etmeden sokakta dolaşamaz, evlerinde oturamaz hale sokuldular. İran’da devlet dairelerinde çalışan kadınların oranı bazı Batılı devletlerinkinden bile fazladır. Batılı güçler, neoliberalizme karşı denge oluşturan veya oluşturabilecek ulusal devletleri yok etmek istemektedirler. Dünyada sınırların kalkar ve Avrupa Birliği gibi uluslar üstü bir proje hayata geçirilirken, artık ulusal devletlere ihtiyaç kalmadığı iddia ediliyor ama… Avrupa Birliği emperyalist bir projedir. Avrupa Birliği, ülkelerin ekonomisini ve tarımını çökertiyor. Yeni üye olan ülkelere akan en başta Alman sermayesi, bu ülkelerin ekonomisini ele geçirip bu ülkelerde yaşayan insanlara doğdukları topraklarda yaşama hakkı tanımıyor ve onları göçe zorluyor. Polonya, Avrupa Birliği’ne üye olduğundan beri 34 milyon Polonyalı ülkesini terk etti. Çoğu bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş eğitimli kişiler olan bu insanla rın ülkelerini terk etmesi Polonya için bir yıkımdır. Alman sermayesi, kendi işçi sınıfını da bu yolla baskı altında tutmaktadır. Türkçede yayımlanan bu ilk kitabınızın son bölümünde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğunuzu da yazmaktasınız… Evet, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine, bu üyeliğin Türkiye tarımını ve ekonomisini çökerteceği için karşıyım. ROPAGANDA EMPERYALİST BİR Avrupa Birliği’nin ekonomik ve sosyal konularda eksiklikleri olduğunu kabul eden, ancak Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye’ye demokrasi ve insan hakları getireceğini iddia edenler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Alman solunun genelinde de böyle bir düşünce hakim. İnsan hakları söyleminin emperyalist bir propaganda olduğu biliniyor. Artık “Lebensraum” (Yaşam Alanı) gibi söylemler yerine insan hakları söylemi kullanılıyor. Irak’a, Afganistan’a, Yugoslavya’ya da insan hakları söylemi kullanılarak saldırıldı. Halkların uyum içinde yaşadığı çokkültürlü bir devlet olan Yugoslavya’ya karşı girişilen saldırı, bu söylem üzerinden meşrulaştırıldı. Bu saldırı sonucun puccino Solu” olarak adlandırdığım Yeni Sol, sivil toplum örgütleri veya feminist hareketler gibi çalışmalarını lobiciliğe dayandıran hareketler üzerinden politika üretmektedir. Bu açıdan “Cappuccino Solu” ulusal devlet perspektifine sahip değildir. Ayrıca bir çokkültürlülük emperyalizminden bahsedebiliriz. Bu insanlara göre Afgan halkı ancak “Love Parade” Kabil’de gerçekleşirse özgür sayılabilir, oysa bunun Afgan halkının geneline hiçbir yararı yoktur. Ancak bunu dile getirdiğinizde ayrımcılık yapmakla suçlanır, ırkçı, Yahudi karşıtı veya faşist olmakla itham edilirsiniz. Bahsettiğiniz bu “Cappuccino Solu”, NATO’nun Yugoslavya saldırısının kamuoyunda meşrulaştırılmasında büyük rol oynadı. Aralık ayında yeni baskısı yapılan ve 2008 yılı içinde Türkçede yayımlanacak “Savaş Yalanları” (Kriegslügen Vom Kosovokonflikt zum MilosevicProzess) isimli kitabınızda NATO’nun saldırısı için üretilen bu yalanları ve kamuoyu yaratma süreçlerini anlatıyorsunuz. “Cihad Avrupa’ya Nasıl Ulaştı?” kitabınız ise BosnaHersek’te yaşanan kanlı iç savaşın pek de dile getirilmeyen bir boyutuna ışık tutuyor: Bosna’daki mücahitler ve 11 Eylül bağlantısı… Benim kitabım 90’larda Balkanlar’da yaşanan savaşlarla 11 Eylül saldırıları arasındaki bağı gösteren tek çalışma olma özelliğini taşıyor. New York, Madrid ve Londra’daki saldırılar, bu saldırıları gerçekleştirmekle suçlanan “mücahitler”, Amerikan ve İngiliz gizli servislerince eğitilmemiş olsalardı gerçekleşmezdi. Yayımlanan diğer kitaplar bu savaşçıları Batı karşıtı gibi göstermektedir, oysa değişik kaynaklardan topladığım bilgiler, bu savaşçıların Batı’nın düşmanı değil, Batı’nın kuklası olduğunu gösteriyor. 11 Eylül saldırılarının nedeni Yugoslavya saldırısı mı? Batı’nın Yugoslavya’ya saldırısının 11 Eylül saldırılarına neden olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bu saldırılar Batı’nın bu “mücahitleri” 90’lı yıllarda Balkanlarda görevlendirerek güttüğü Yugoslavya’nın bu saldırılara açık hale gelmesine neden olan etnik çatışmaları, Yugoslavya’nın merkezi planlama süreçlerinden yoksun özyönetime dayalı ekonomik sistemin körüklediğini söyleyebilir miyiz? Özyönetime dayalı sistemin etnik problemlerin çıkmasını kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Aslında 1974 yılına kadar iyi işleyen bir sistem varken, o yıl yapılan anayasa değişikliği ile Komünist Parti’nin kontrolündeki kapitalist kolektifler, ürettikleri ürünler ve elde ettikleri kazançlar konusunda bağımsızlığa kavuştular. Coğrafi avantajları ve tarihi ekonomik bağları nedeniyle zenginleşen Slovenya ve Hırvatistan sadece kendi çıkarlarını düşünmeye başladılar. Yugoslavya’nın dış borçlarının ödenmesine katılmamaya, vergileri merkezi yönetimle paylaşmamaya başladılar. Yugoslavya, Batı tarafından 19401980 yılları arasında Doğu Avrupa ülkeleri için bir vitrin olarak görülüp desteklendi. Sovyetlerin çözülüş süreciyle beraber bu destek de sona erdi. Neoliberal politika açısından Yugoslavya’nın politik varlığının sona erdirilmesi gerekiyordu. Oysa Yugoslavya ekonomik açıdan varlığını devam ettirebilecek durumdaydı. Yugoslavya’da kimler kazandı, kimler kaybetti? Yugoslavya’da asıl kazananlar ABD ve başta Almanya olmak üzere Batı Avrupalı devletler oldu. Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Sırplar ve Arnavutlar, hepsi kaybetti. ABD’nin ve Bin Ladin’in desteği ile savaşı kazanan Boşnakların ülkesi bugün NATO’nun işgali altında ve Yugoslavya’daki statülerine oranla daha az bağımsız bir ülkeye sahipler. OL HAREKETİN GÖZDEN KAÇIRDIĞI NOKTA S Jürgen Elsässer Kimdir? Slobodan Miloşeviç’e verdiğiniz destek nedeniyle çok sert eleştirilere maruz kaldınız. Miloşeviç’e verdiğiniz desteğin nedeni nedir? Bakın, Miloşeviç ne bir komünistti ne de bir sosyalist. Onu sosyal demokrat olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır, ancak benim ona verdiğim desteğin nedeni Yugoslavya’yı bir arada tutmak için verdiği mücadeledir. Yugoslavya’nın parçalanmaması için ciddi çaba gösteren tek lider Miloşeviç’ti ve bu nedenle onu destekledim. Yugoslavya’yı bir arada tutmak için Sırbistan’ı kuvvetlendirmeye çalıştı. Tito’nun “zayıf Sırbistan, güçlü Yugoslavya” fikri çok aptalcaydı. Güçlü Yugoslavya ancak güçlü bir Sırbistan ile varolabilirdi. Bu nedenle Miloşeviç’i ve Federal Yugoslavya’nın çekirdeği olacak güçlü Sırbistan fikrini destekledim. Kosova’da gelinen süreçle ilgili neler düşünüyorsunuz? Kosova’nın bağımsızlığı uluslararası hukuka aykırı olduğu gibi, aynı zamanda zincirleme Daha önce de dile getirmiştim, CHP, ulusalcılar, laikler sağcılaşarak, MHP, DYP/DP de “solculaşarak” AKP’ye karşı mücadele veremezler. Her iki kesim de, kendi çevrelerinin dışındakilere ulaşmak amacıyla, bulundukları yerden uzaklaşıyorlar. Tuhaf bir durumdur bu. Ama AKP’ye karşı, elbette söylemek bile gereksiz, çeteleşerek de mücadele verilemez. AKP’ye karşı verilmesi gereken bir mücadele mi var, denebilir. Elbette var. AKP’ye, yine daha önce belirtmiştim, uluslararası sermaye ile girdiği ilişkilerden ötürü ciddi itirazlarım var. Elinde daha fazla güç olsa, karşıtı olarak adlandırılanların yaşam biçimlerine müdahale edeceğine de inanıyorum bu partinin. Ama tüm bunlara karşı mücadele etmenin yolu, çeteleşmekten, faşizan yapılanmalar kurmaktan geçmez, geçmemeli de. ??? AKP iktidarı, içini asla dolduramadığı, dolduramayacağı bir Alevi açılımına girişerek, Kürt meselesinin çözümünü, Kürt bölgelerini İslamileştirmekte görerek, ABD tarafından da kabul edilebilecek derecede “ılımlı” bir İslam modeline sarılmış görünüyor. AB ile müzakere sürecini, en yakın destekçilerini bile şaşırtacak derecede yavaşlatması, AB’ye umut bağlamış zoraki AKP’lileri bile (Birand benzerlerini örneğin) şaşırtmış bulunuyor. ABTürkiye arasındaki müzakerelerin hız kesmesi, AKP iktidarının AB’ye giriş konusunda başbakanın tüm tersi söylemlerine rağmen pek de heveskâr olmaması, Türkiye’nin, ABD’nin “Yeşil Kuşak Teorisi” kaynaklı “Ilımlı İslam” modelini benimsediğinin kanıtı sayılabilir. AKP’nin ılımlı İslam modelinde, gayrimüslim azınlıkları rahatlatan, Kürt meselesinde, bugüne kadar uygulanan politikanın dışında esneklikler içeren açılımlar var. Her durumda AKP’nin “ılımlı İslam” modeline itiraz edilmelidir. Elbette bunun yolu, AKP’nin “ılımlı İslam” politikasının destekçileri iddiasıyla, Ermenimizi, Kürdümüzü, Nobel almış yazarımızı, ülkemizde görev yapan rahibi öldürmekten geçmez. Ergenekon adlı çetenin gözü öylesine dönmüş ki, ulusalcı/laik bir yayın organı olan Cumhuriyet’i bile, provoke amaçlı olarak kurşunlatabiliyor. O nedenle, gerekçesi ne olursa olsun, isterse “gizli ajandası”nın önünde engel görsün, hukuksuz, faşizan bu yapının üzerine gitmek doğrudur. Şimdi, gerçekten samimiyse bu iktidar, Uğur Mumcu’nun, Bahriye Üçok’un, Çetin Emeç’in, Turan Dursun’un, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Necip Hablemitoğlu’nun katillerini de bulup çıkarmalıdır. Laiklik ya da yurtseverlik mücadelesi, Susurluk destekli olamaz. Olmamalı. Faşizmle olduğu kadar ılımlı İslam’la da mücadele esastır. [email protected] doğumlu “Alman Solu’nun hırçın çocuğu” Jürgen Elsässer, Almanya’daki ana akım 1957 medyanın görmezlikten gelmesine rağmen son on yılda yayımladığı kitaplarla ülkede en çok tartışma yaratan isimlerin başında geliyor. Elsässer, aktif gazetecilik yaşamının yanı sıra Almanya’da tartışma yaratan çok sayıda kitabın da yazarı. Provokatif üslubuyla dikkat çeken Elsässer, özellikle NATO’nun Yugoslavya saldırısı ve Kosova’nın Sırbistan’dan koparılma sürecindeki Almanya’nın rolünü deşifre edici yazı ve kitaplarıyla tartışmalara neden oldu. Avrupa Birliği’ni emperyalist bir oluşum olarak tanımlayan ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine, Türkiye sanayisinin ve tarımının üyelik nedeniyle tahrip olmasına yol açacağı ve bir sömürge ilişkisi yaratacağı gerekçesiyle karşı çıkan Jürgen Elsässer, Avrupa sermayesinin kendi işçi sınıfını da Türkiye’deki ucuz işçi gücü ile tehdit ettiğini belirtiyor. reaksiyon yaratma ihtimali de yüksektir. Kosova’nın bağımsızlığının İspanya, Belçika, Kıbrıs, Korsika ve hatta Türkiye için sonuçları olacaktır. ABD’nin Kosova’nın bağımsızlığını desteklemesinin bir nedeni de ortaya çıkabilecek zincirleme reaksiyon sonucu Avrupa’yı daha güçsüz düşürebilecek olmasıdır. Kosovalı Arnavutların bütün bu yaşananlardan sonra bağımsızlığı hak ettikleri yönünde bir düşünce Alman Solu içerisinde de dillendiriliyor. Alman Solu’nun ayrılıkçı hareketlere verdiği bu desteğin arkasındaki neden nedir? Kosovalı Arnavutlar, Basklar, Tutsiler ya da Kürtler, haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlardır. Ancak bu azınlıkların hepsi şu an emperyalistlerce kullanılmaktadır ve bağımsızlık talepleri emperyalizme hizmet etmektedir. Sol hareketin gözden kaçırdığı nokta ise artık Sovyetlerin var olmadığı gerçeğidir. Sovyetlerin olmadığı bir dünyada ayrılıkçı hareketler neoliberal sisteme hizmet eder. Sol, Sovyetlerin artık var olmadığını realize edemediği gibi, bu hareketlerin 2030 sene önceki gibi olmadığı gerçeğini de görememektedir. da çokkültürlü çok etnili Federal Yugoslavya, etnik olarak temizlenmiş altı küçük devlete bölündü. Belki küçük azınlık grupları bu insan hakları söyleminden bir ölçüde kazançlı çıkabilirler. Örneğin eşcinseller bazı haklara kavuşabilirler, ama toplumun geneli bu süreçten zararlı çıkacaktır. “CAPPUCCINO SOLU” Hakları ellerinden alınan, görmezden gelinen kitlelerin avukatının sol hareket olması gerektiğini söylüyor ve mevcut sol hareketleri “Cappuccino Solu” olmakla suçluyorsunuz. Sizi böyle bir suçlama yapmaya yönelten neden nedir? Evet, 68’liler azınlıklar için bir cennet yaratırken, geniş kitlelerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak için hiçbir çaba göstermiyorlar. Bireysel özgürlüklerin genişletilmesi tabii ki gerekli, ama bu, geniş kitlelerin hakları için mücadele etmekten geri durmayı gerektirmez. Eski Sol, yurtsever ve işçi sınıfına dayalı bir politika üretirken, “Cap politikanın bir sonucu olarak ortaya çıktı. Balkanlarda Batılı gizli servislerin desteğinde Boşnakların yanında savaşan “mücahitler”, aynı zamanda 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan çevreye mensup kişilerdir. Balkanlar, bu kişiler için bir atlama tahtası olmuştur. ABD ve Batı Avrupalı devletlerin Yugoslavya’nın parçalanmasındaki ortak çıkarı sizce nedir? Yugoslavya, çokkültürlü, çok etnili yapısı ile ekonomisinde sosyalist ve kapitalist unsurlarıyla çözülen Doğu Avrupa rejimlerine örnek bir ülke olabilirdi. Hatta bir Doğu Avrupa Ortak Pazarı bile söz konusu olabilirdi. Ancak neoliberaller böyle bir modelin yaşamasına izin veremezlerdi. Tüm ülkelerde neoliberal sistemin hüküm sürmesi istenmektedir. Önce Almanya, 1990’lı yılların başında Hitler Almanyası’nın Çekoslovakya ve Polonya’ya karşı kullandığı “etnik grupların kendi kaderini tayin hakkı” söylemini kullanarak, daha sonra da ABD insan hakları söylemiyle bu saldırıyı meşrulaştırdı. ‘Aşkı Memnu’ ve Türk yazını Frankfurt’ta tartışıldı Ömer YAPRAKKIRAN FRANKFURT Bu yılki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın konuk yazını olan Türkçenin başyapıtlarıyla ilgili ilk toplantılar başladı. Türk romanının kurucu babalarından Halit Ziya Uşaklıgil’in ünlü yapıtı “Aşkı Memnu”nun Almanca olarak (“Verbotene Lieben”) yayımlanması nedeniyle Frankfurt Şehir Kitaplığı’nda düzenlenen bir etkinlikte, ünlü yazarın romanı ve etkisi üzerine tartışıldı. Toplantıda, Almanca konuşulan dünyanın önde gelen yayınevlerinden Unionsverlag’ın Bosch Vakfı’nın da katkısıyla gerçekleştirdiği “Türk Kütüphanesi” başlıklı dizi kapsamında yayımlanan romandan bölümler okundu. Romanın çevirmeni Wolfgang Riemann’ın sunumlarına Frank Wolff da “dans eden çellosu” ile eşlik etti. Almanya’nın önde gelen kabare sanatçılarından Şinasi Dikmen, yorum ve esprileriyle geceyi renklendirdi. Toplantıyı düzenleyenlerle katılımcılar, 2008’de Almanya’da Türk yazınının gündeme ağırlığını koyacağını kaydettiler ve bu tür etkinliklerin büyüyerek devam etmesini istediler.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle