25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Aşklar ve dostluklar üzerine Sungu ÇAPAN Kimi üniversite kantininde tanışıp evlenerek çoluk çocuğa karışmış, işinden, kendinden hoşnut olmayan, ne karısından ne de çekici çiçekçi sevgilisinden (Isabella Ferrari) vazgeçemeyen, zayıf kişilikli bankacı Antonio’yla (Stefano Accorsi) herkese sigara bıraktırmada başarılı bir ruh doktoru anne, ihanete uğramış bir eş Angelica (Margherita Buy), kimi genç, enerjik reklamcı dostu Lorenzo’yla (Luca Argentero) mutlu memnun yaşayan, eşcinsel bir roman yazarı Davide (Pierfrancesco Favino), kimi karakol polisi kekeme Roberto’yla (Filippo Timo) evlenmiş, her şeye karışan, sivri dilli bir Türk mütercimtercüman hanım (Serra Yılmaz), kimi eroin dışında sürekli uyuşturucuların tadına bakan, kafası hep iyi gezen, astroloji meraklısı, yıldız falı tiryakisi, uçuk kaçık bir genç kadın Roberta (Ambra Angiolini), kimi romancı David’in Lorenzo’dan önceki yaşlı, gizemli, mirasyedi sevgilisi Sergio (Ennio Fantastichini), kimi de romancı David’e hayran, gruba katılmaya çok hevesli, biseksüel, yeniyetme bir hikâye yazarı adayı (Michelangelo Tommaso) olan, uzun yıllara dayanan bir ortak geçmişe sahip, nicedir iç içe girmiş, dallanıp budaklanmış ve alışkanlık haline gelmiş, sıkı dostluk ilişkileriyle birbirlerine bağlanmış, tuzu kuru, Romalı, kadınlı erkekli bir arkadaş grubunun hikâyesini anlatıyor Ferzan Özpetek bu akşam festivalin açılışını yapacak son filmi Bir Ömür Yetmez’de. Lorenzo’nun beyin kanamasından ansızın hastaneye kaldırılıp ölmesiyle grup üyelerinin yaşamları değişiyor ve olumsuz gidiş ancak dostluğun gücüyle aşılabiliyor. Kaçınılmaz bir yabancılaşmaya tutsak olunan günümüz metropol yaşamında herkesin yanaşabileceği bir liman olan dostluğa sığınmış bu kahramanlarımızı pes perdeden hüzünlü tonlarla karışık, içli, lirik sahnelerle perdeye taşıyan ve yer yer kabarıp taşan bir dostluk seline dönüşen filmde genellikle duyguyu damardan veriyor Özpetek. C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 6 NİSAN 2007 CUMA 200 Yıl nemin beyaz insanının gözünde. John Hawkins İngiltere’de 1562 yılında başlatmış köle ticaretini. Adının tarihe yazılması Sierra Leone’den, Karaib Adaları’na kadar bir çok yerden 300 köle getirip satmasındandır. Başladığından 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar 1025 milyon arası kölenin şeker, tütün, keten üretiminde çalıştırıldıkları biliniyor. Kraliyet’e mensup bireylerin de, Kilise’nin de, önde gelen eğitim kurumlarının da içinde oldukları bir ticaretti köle ticareti. Yani tam anlamıyla kurumlaşmış bir ticaret. Şeker ticaretinde ciddi sanayileşme hamleleri gerçekleşince, köleliğe ihtiyacın azalması, İngiltere’deki “iyi insanların” soruna el atarak, kölelik karşıtı hareketi başlatmalarıyla birleşti. Buna gittikçe gelişen Evangelizm’i de ekleyin. Hıristiyanlığın “iyi yüzü” olan din adamlarından ikisi Granville Sharp ile Thomas Clarkson adlarına köleliğe karşı hareketin içinde rastlarsınız. “İyi insanlar” arasında, sanayi devriminin büyük adamı Quaker Josiah Wedgwood’u, oksijeni bulan bilim adamı Joseph Priestly’yi, Charles Darwin’in büyükbabası Erasmus Darwin’i de saymalıyız. ??? Kölelik karşıtı hareket, sanayi devriminin kölelere ihtiyacı azaltmasıyla da gelişince, egemen sınıf insancıl olma fırsatını kaçırmak istemediği içindir ki, 1789’da Muhafazakar Parti milletvekili William Wilberforce parlamentoya götürür sorunu. İtirazlarla, tartışmalarla geçen uzun bir süreçtir bu. 1807 yılında kölelik resmi olarak kaldırılır İngiltere’de. Bu tarihten sonra bile sömürgelere sahip ülkelerde 1.9 milyon kölenin çalıştırıldığı bilinmedik değildir. Bugün hala, örneğin, İngiliz televizyonlarının bazı siyah haber sunucuları, o kölelerin soyundandır. 200 yıl önce resmi olarak kaldırılan köleliğin, dışkı, kan, sümük, kusmuk içinden çıkıp, ekranlarımıza kadar gelebilmiş bu torunları, dünyanın başka yerlerinde köleleştirilmiş ulusların akıbetlerine ilişkin haberleri duyuruyorlar bize hemen her gece. Bugünün eli kalem tutan tanığının tarihe yazacağı bilgi de, kendinden öncekilerden farklı olmayacak maalesef: “İnsanlığın yaşadığı zemin kan, gözyaşı örtülüydü”. Haksız mı? Irak’a bakınca ne görüyorsunuz? kemalerdemol@yahoo.co.uk Bir Ömü r Yetme z aturno Contro / Yönetmen: Ferzan Özpetek / Senaryo: Gianni Romoli, F. Özpetek / Kamera: Gianfilippo Corticelli / Müzik: Giovanni Pellino (Neffa) / Oyuncular: Stefano Accorsi, Margherita Buy, Pierfrancesco Favino, Luca Argentero, Ambra Angiolini, Serra Yılmaz, Ennio Fantastichini, Isabella Ferrari, Milena Vukotic, Michelangelo Tommaso, Filippo Timi / İtalya 2007 (WB). S ON KAHRAMANIN RUH HALLERİ Günümüzün global köy dünyasında bize bir bakıma artık gerçekten de birörnekleşmiş burjuva hayatlarımızı anımsatan, çağdaşımız olan, farklı cinsel tercihlere sahip, kimi orta yaş bunalımının eşiğinde, kimi daha yolun başındaki bir grup Romalı yakın arkadaşın aşkta ve dostlukta kaçınılmaz ayrılıklarla, ihanetlerle, uyuşturucuyla, ölümle yüzleşmelerini eksen alan bir senaryoya dayanan ve Hrant Dink’e adanmış son filmi Bir Ömür Yetmez’le artık iyice benimsediği besbelli o duyarlı, çok karakterli, yoğun ve kalabalık, düşündürücü hikâyeler anlatma çizgisini aynen sürdürü yor Özpetek. Özpetek’in, senaryosunu yine değişmez senaristi Gianni Romoli’yle birlikte yazıp yine demirbaş kameramanı Gianfilippo Corticelli’yle çalıştığı filmde, acı tatlı ilişkilerini uzun yıllara yaymış, hetero, homo ya da biseksüelliği yeğlemiş, 10’u aşkın kahramanının ruh halleri, hissiyatları, heyecan ve tepkileriyle belli bir duygudaşlık kurmaktan pek kendimizi alamazken 1.5 saat boyunca alabildiğine duygusal, içe yönelik, karmaşık bir ilişkiler sarmalına da dolanıyoruz oflaya puflaya. Sevdiğini kaybetme travmasıyla kuşkusuz hayatları artık eskisi gibi olamayacak, sürprizlere, değişimlere karşı kahramanlarının bütünüyle yıkık bitik değilse de, melankolik ama iyiye doğru yönelen, yaşanan acıların onarılıp aşıldığı, aynı zamanda yeni bir başlangıç da sayılabilecek bir finale çıktıkları Bir Ömür Yetmez’de ev içinde odadan odaya geçiveren kamera hareketleriyle duyarlı, lirik bir üslup tutturup ele aldığı karmaşık yakın ilişkileri hilesiz hurdasız iç içe ge çirerek ve diyaloglara abanarak (Giovanni Pellino’nun şurup gibi müziklerinin de katkısıyla) mekân kısıtlılığını, olay yoksunluğunu gideren bazı güçlü sahneler yaratmanın üstesinden gelen Özpetek bu son eserinde hikâyeciliğinin artık iyice kıvamını tutturduğunu örnekliyor yer yer. Akordeon melodileri ağırlıklı müziğin seçimi ve kullanılışı da postmodern bir melodram atmosferini güçlendiriyor. Hiperaktif Roberta’yı oynayan yeni yetenek Ambra Angiolini, 42 yıl önce Fellini’nin Ruhların Giulietta’sıyla sinemaya başlamış, yıllarını sahneye, perdeye vermiş yaşlı hemşireMilena Vukotic, Antonio’yla kaşla göz arasında buluşup çılgınca çiftleşen Laura rolündeki Isabella Ferrari, LorenzoLuca Argentero ve Bertolucci’ye benzeyen SergioEnnio Fantastichini’yi beğendiğimiz, Stefano AccorsiMargherita Buy çifti, Serra Yılmaz ve Pierfrancesco Favino gibi yönetmenin gözdesi isimlerin öne çıktığı oyuncu kadrosunda Lorenzo’nun taşralı, anlayışlı yaşlı anne babasını canlandıran Luigi DibertiLunetta Savino ikilisine de dikkat. Her ne kadar kendine özgü duyarlı dünyası bizi pek sarmasa da, duygu katsayısı yüksek, hafif, uçarı bir hikâyeden hüznün ağır bastığı, dingin, durgun ve derin, hassas bir film çıkarmış Özpetek sonuçta. Dramla kol kola ilerleyen bir ilişkiler örgüsüne sahip Bir Ömür Yetmez’de şimdiye kadar Özpetek sinemasında alışılageldiği gibi sofra mutluluklarının mekânı olagelen mutfaktaki şaraplı şampanyalı ‘yiyelim, içelim, boş durmayalım’ faaliyetleri yine belirgin. Tabii ki duygu ve coşku da. Ferzan Özpetek’in gerçek ailenin kan bağından çok, arkadaşlık ve dostluklarda varolduğunu dile getiren bu son filmi bugün gösterime girecek. Soğuk ve karanlık ‘Yaban(cı) Odası’ Belkıs ÖNAL PİŞMİŞLER BOCHUM Kölnlü iki genç sanatçı Till Nachtmann ile Stefan Silies, Bochum Lothringer Strasse’de bulunan “Bochumer Kulturrat”a ait eski bir maden ocağında düzenledikleri odanın kapılarını izleyenlere açtı. Seçiciliğini uzun yıllar St. Petersburg’da (Leningrad) çalışmalarda bulunan Dr. Christoph Kivelitz’in yaptığı ve “Kulturrat”ın desteklediği bu deneysel projede, sanatçı ikili,azınlık ve dıştalanma gerçekliğini, işçi göçünden kalma fotoğrafların eşliğinde sıra dışı bir vurguyla yoruma açıyor. Beraberinde yabancıdan duyulan korkunun izlerini de labirent öğeleriyle gerilim boyutlarına yayan bu düzenlemenin, 14 Nisan’daki sunumuna sanatçılar da katılacak. Maden ocağının ağaç sütunları, eski bir radyo, telsiz sesleri, yanıltıcı laser renkleri, yeraltına itilmişliğin en şiddetli şifrelerinden birisi olan dolabın kapısı, duvardan geçebilmenin tek yolu. Düzenleme, 20 Nisan’a dek görülebilir. selam olsun dayanana düşene” dizeleri çıkıveren sorgu odalarının terli çulu, çaputu, battaniyesi, Avrupa maden ocaklarının birinde şu köşede hiç şaşırmadan ahbaplarını beklerken, diz çöküp bakacak olanı o çıngıraklı telsiz sesleri alıkoyar. Kasketli, örgü kazaklı ve ölü direnişçilerin yeraltındaki izleriyle şimdinin yabancıları o seslerle ayrılıp, çağrılır hikayenin birinde. Fizik bakır telle öldürür, kimya zehirler. Kanı akmamış insan, iki tatil kartpostalının, bir porselen edepli sürahinin, boş kutuların arasından geçer. İstenmediği, beddualarla lanetlendiği o yere dolabın içinden açılan duvardan geçerek ulaşır. Duvarın önündeki dolabın kapanıveren kapısı, ondan duyulan korkunun, tuzaklarla kurduğu işbirliği antlaşmalarına açılır yukarıdaki hayatta. Ama burada aşağıda, madeni oyulmuş şu mahzende onlarca sütun arasından lazerli kandırıcı ışıklara karşı kızlar o incecik bilekleriyle sütunların yerine geçerler belki, tutarlar torağı. Bütün unutulmuş insanlar için, yaban, yabancı, yabancılaşmış ve aldatılmış halklar için toprağı yerin altından yüklenirler. Almanya şaraplarının kutusuna, eski radyoya, o eski battaniyeye, telsize, ampule, çürümüş kitap kapaklarına, mani olamadığı seslere, ayrı düştüğü dünyaya bakıp bilenler içinse, bu uğursuzluğun bir çıkışı olmalıdır. İstenmediğini bildiği boylamdan, soğuk bir deniz kokusunu alıp çıkar çıkmasına yeryüzüne. Ama artık oralara girmemiş insan değildir; sonuçta insandır, hatırı sayılmasa da, öfkesi ve kırılmış bir kalbi vardır. dönemin eli kalem tutanlarından birinin yazılı tanıklığı şöyledir: “Taşınmaları sırasında kendi dışkılıkları içinde balık istifi olmuş durumdaydılar. Bulundukları ambarın zemini sümük, kusmuk ve kanla örtülmüştü”. Toprağa bağlı üretimin efendisi feodal tüccarın, tütün, şeker, keten üretiminde ihtiyaç duyduğu insan emeğini, Afrikalardan getirilen köleler sayesinde sağlayabildiği döneme ait bir tanıklıktır bu. Elbette adı geçen tüccar tarafından başlatılmayan, kökleri Yunan, Roma toplumlarına dek giden, İncil’de, Kuran’da doğal görülen büyük insanlık ayıbı köle ticaretinin, şimdi bize acı gelen, ama o dönem toplumları için bir hayli doğal sayılan görüntüleridir bunlar. Tanıklık sadece bununla sınırlı değildir. Şu da anlatılır: “Eğer bir köle, içinde bulunduğu onursuz durumdan kurtulmak için, ölmek amacıyla yemek yemeyi reddederse ağzına yanmış kömür atılır, çenesini açık tutacak bir metal destek yerleştirilerek boğazından gıda verilirdi”. Kölenin, zorla hayatta tutulmasındaki amaç, ağır işçiliğinden, halsiz düşüp, öleceği ana kadar yararlanmaktır. Ölüm bile kölenin kendisinin verebileceği bir karar olamamıştır. ??? Feodal tüccar, siyah adamın güçlü bedeninin yararını tütün tarlasında gördüğü içindir ki, köle getiren gemilerin yanaştığı limanlara koşardı sık sık. En iyilerini, en kaslılarını kendisine ayırmak için, diğer fedoal efendilerle küçük çapta bir mücadele de vermesi gerekecektir çünkü. İngiltere’de bu liman rekabetinin en yoğun görüldüğü yer Liverpool’du. Bu İngiliz kenti, dünyada en büyük köle taşımacılığının yapıldığı kentti. İkinci sıraya da Bristol’u yerleştirir tarihçiler. Bu iki kentin sakinlerinin olan bitenden haberlerinin olmadığı, burunlarının dibindeki insanlık dramını nedense göremedikleri söylenir. O dönem insanlarının her türlü ticari işin döndüğü limanlarda zincire vurulmuş insanları gözlerinin önünden geçerken nasıl fark etmedikleri günümüz insanı için mantıklı bir soru olabilir, ama bu o dönemde, kanıksanmış bir manzaradır. Kanıksanmış olguların soru konusu olamadıklarını herhalde öğrenmiş olmalıyız. Bu kanıksanmışlıktan doğan “toplumsal onay”lama, zincire vurulmuş siyah köleyi elbette fark edilmeyen bir “işgücü aracına” indirgemişti o dö O YERALTININ YABANI Bu eski maden ocağından aşağı inerken alışılacak hiçbir şey olmadığını bildiren koyu ıssızlık muktedir bir hışımla düşüyor öne. Her şey usulüne uygun. Beyaza boyalı duvarlar, yalıtmayı almış üstüne. İnsan parçalanabilir bir varlıktır ve köşedeki dirgen deşebilir onu. Altından “selam olsun bizden önce geçene, Emeğin konseri aris’te “Kadın Filmleri Festivali”ndeyim. Sinema sanatı aracılığıyla yüzyılların koşullanmışlığına, önyargılarına, varsayımlarına meydan okuyan; kadınların kendilerine, çevrelerine dünyaya bakışlarını, kendi yaratıcılıkları ve kendilerine özgü duyarlık, düşünce ve yöntemlerle ifade ettikleri bir şölendi bu festival... Créteil Sanat Evi’nde yer alan festival boyunca dünyanın her yerinden gelmiş sayısız film ve bunların ardından sürdürülen tartışmalar boyunca, benim aklımdan ve yüreğimden çıkmayan tek gerçek şuydu: Daha güzel, daha adil, daha eşitlikçi bir dünya, bir toplum, bir gelecek için kadınların sesine sonsuz gereksinimiz var. Festivale Türkiye’den katılan tek film Melek Taylan’ın “Karanlıkta Diyaloglar” adlı belgesel filmiydi. Namus cinayetlerini araştıran, anlamaya çalışan, çarpıcı tanıklıklara yer veren, “ahlak”, “namus” gibi kavramları sorgulayan, feodal ilişkileri masaya yatıran bu çok etkileyici film, festivalde geniş ilgi gördü, gösterimden sonra sorular bitmek bilmedi. Kadına yönelik şiddetin evrenselliği içinde, dünyanın neredeyse yarısında varlığını sürdüren namus ve töre cinayetleri, bu film aracılığıyla ge P ESİNTİLER Paris Havası... ZEYNEP ORAL leceğimizi yakından ilgilendiren ekonomik, politik ve toplumsal alanlara açılıyordu. Festivalin yöneticisi Jackie Buet’in Melek Taylan’la film üzerine, Melek Taylan’ın kendi yaşamı ve sinemaya yönelmesi, sanatla hayat ilişkisi üzerine yaptığı geniş çaplı sohbet kaydedilerek festivalin geleneksel “ders notları” çerçevesinde sinema öğrencilerine gösterilmek üzere yerini aldı. ??? Kadın Filmleri Festivali’nden uzaklaşıp buranın genel havasını vermeliyim: Genel hava seçim havası! Başkanlık yarışı Sarkozy, Royal arasındayken aradan Bayrou’nun sıyrılıvermesi, Le Pen’in giderek yükselmesi... Bunları, dış haberler servisimize havale edip benim için en çarpıcı noktayı belirteyim: Belki hiç şaşmamak gerek ama burada da Ségoléne Royal’a salt kadın olduğu için “vuranlar”ı gördükçe insan çıldırabilir! Yalnız Paris değil, günlerdir Fransa iki olayla yatıp kalkıyor: Çok kısaca özetlemem gerekirse: “Gare du Nord” (Kuzey Gar’ı) Olayı: Trene biletsiz bilen yolcunun trenden inince yakalanması, (Aksilik bu ya yolcu bir göçmen!) bir kaçak yolcuya karşı Paris’in tüm polis teşkilatlarının gara gelip adama yüklenmesi. Göçmenlerin durumu haber almasıyla (cep telefonu çağındayız) garda çatışma... Garın ablukaya alınması. Binlerce yolcunun saatlerce garda tutuklu kalması... İkinci Olay: İlkokul olayı; Çinli dede, torununu okuldan almaya geldiğinde polisler tarafından yakalanır. Göçmen belgeleri eksiktir. Polisler sille tokat Çinliye giriştiğinde çocuklarını okuldan almaya gelen öteki aileler isyan eder. Ailelerle polisler arasında çatışma... Okulun müdüresi araya girer, ayırmaya çalışır... Ve sıkı durun okul müdüresi tutuklanır! Seçimlere üç hafta kala, bu iki olay sonuçları etkileyeceğe benzer... Polisin bunca sertleşmesi, yeniden yeniden örgütlenmesi, “Fransa’nın bir numaralı Polisi” diye de bilinen Sarkozy’ye puan kaybettirebilir... Bu iki olaydan beri Paris ayakta. Her gün bir “manif”... Yani “manifestation”... Yani bir gün tüm öğretmenler sokaklara dökülüp yürüyüş yapıyor, bir başka gün göçmen kuruluşları... Herkes tepkili ve herkes tepkisini ortaya döküyor... (Bu arada okul müdüresi serbest bırakıldı...) Tamam güvenlik herkese gerekli. Ama güvenliği sağlamak yalnız polis şiddetine kaldıysa işler kötü demektir. Şiddetin şiddeti yok ettiği nerede görülmüş ki! Benim bildiğim ancak başkanlarının güvenliği de sağlandığında insan kendini güvende hissedebilir! İşte size Paris havası! Şiddetsiz bir Pazar dileğiyle... www.zeyneporal.com FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) Frankfurt Gençlik ve Kültür Derneği’nin müzik grubu “Emek Korosu”, değişik dillerden halk müziği ürünlerine yer verdiği konserinde, Frankfurt ve çevresindeki müzikseverlerin büyük ilgisini topladı. Aydın Yiğit yönetimindeki 22 kişilik koro, iki bölümden oluşan konserde aralarında Türk, Kürt, Alman, Laz, ve Bulgar halk müziklerinin de bulunduğu dokuz ayrı dilde yapıtlyara yer verdi. Tarihe saygı İstanbul Haber Servisi Gençleri çevre konusunda bilinçlendirmek ve faaliyete geçirmek amacıyla düzenlenen “Volvo Adventure Çevre Proje Yarışması”nın Türkiye finalisti, Rumkale’nin tarihi ve kültürel mimarisine sahip çıkmayı amaçlayan “Rumkale Artık Yalnız Değil” projesi oldu. Dünyanın dört bir yanından 1017 yaş arası öğrencilerin daha temiz bir çevre için biyolojik çeşitlilik, atıklar, su, enerji ve ulaşım alanlarında geliştirdikleri projeler ile yarıştıkları yarışmada, İsveç’te ülkemizi temsil edecek proje sahibi ekip, İstanbul Swissotel’deki ödül töreniyle açıklandı. Gaziantep Özel Sanko Okulları, bu kentte bulunan Rumkale’nin tarihi ve kültürel mimarisine sahip çıkmayı amaçlayan proje ile mayıs ayında İsveç’te düzenlenecek olan uluslararası finalde Türkiye’yi temsil edecek. Proje tarihi ilkçağlara dayanan bir yarımadada bulunan, terk edilmiş Rumkale tarihi kentini, ulaşımını kolaylaştırarak turistik bir kente dönüştürerek kültür mirasının korunmasını amaçlıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle