23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

27 NİSAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Size ölmeyi emrediyorum Erdoğan AYDIN Tarihte bireyin rolü sorunu, salt teorik değil, özel süreçler bağlamında da hep ciddi tartışmalara konu olmuştur. Bireyin rolünü eksen alan her türden idealist tarih yazımına karşın örneğin Marksizm, maddi koşullara ve toplumsala işaret eder. Bu bağlamda tarih yazımını nesnelliğe çekerken, kişi eksenli yazımların tarihle kuracağımız ilişkiyi sığlaştıran ve öznelleştiren niteliğine işaret eder. Ancak bireyin, bazı özgün koşullardaki tayin edici rolünü de görmezden gelmez; aksine kritik dönemeçlerde kişilerin belirleyici roller oynayabileceğini gösterir. Bu özgülde Çanakkale’yi irdelerken, Çanakkale niye geçilemedi diye düşünürken, Mustafa Kemal misyonunun altını özellikle çizmek gerek. Çünkü Çanakkale özgülünde Mustafa Kemal’in rolü böylesi olağanüstü örneklerden birini oluşturur. Gerçekten de Mustafa Kemal’in tayin edici rolü vurgulanmadan nesnel bir Çanakkale tarihi yazmak olanaksızdır. Buna rağmen Von Sanders yanısıra, Mustafa Kemal’den de söz etmeden yazılmış bir dizi Çanakkale kitabı ile karşı karşıya kalabildiğimizi görmekteyiz. Oysa Çanakkale Savaşları üzerine yazıp da Mustafa Kemal’den tayin edici rolüyle söz etmemek, sürecin nesnel kavranışını olanaksızlaştıracaktır. Çünkü Mustafa Kemal, savaşın kaderini tayin edip zafere dönüştüren en kritik aşamalarda, Arıburnu’nda, Conkbayırı’nda, Anafartalar’da fiilen yönetici, dahası komutanlarının karar ve öngörülerine rağmen Çanakkale’yi zafere dönüştüren öngörülerin de sahibidir. Çanakkale ile Mustafa Kemal, adeta birbirlerinin mütemmim cüz’üdür. Çanakkale savaşlarının belirginleştirmesi sayesinde Mustafa Kemal sonraki süreci yöneten bir otorite olma şansını yakalarken, onun kritik dönemeçlerde yüklendiği inisiyatifler de, savaşın bir zafere dönüşerek I. Dünya savaşının ve tarihin akışını etkileyen büyük bir önem kazanmasını sağlamıştır. Böylesi çarpıcı bir ilişkiyi örneğin Sarıkamış’ta veya Marne’de görmek olanaksızdır. siyatifi ele alarak emir beklemeden tümenini muharebeye sokmuştu. Tümenini ileri sürmüş ve muharebenin kritik anında 57. Piyade Alayına bizzat komuta etmişti. ‘Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir’ şeklindeki meşhur emri de burada vermişti. Bu ilham veren ve kahraman bir liderlikti ve muharebenin sonucu muhtemelen bu dramatik eyleme bağlı kalmıştı. Anzak kuvvetleri hedeflerine varamamıştı.” (E.J. Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum, s.115) C Haberler... 13 SAVUNMA DÜZENİ Sonraki savaşlarda da olağanüstü bir komuta becerisi ve askeri kararlılık sergileyerek, başarıya ulaşma olasılığı çok güçlü olan İngiliz saldırısını bozacak öncülerden olan Mustafa Kemal’in, bu gibi askeri komuta başarılarından daha önemli becerisi ise, savaş sürecinde ortaya koyduğu öngörüler, yürüttüğü muhakemelerdi. Osmanlı kurmaylarının çoğunun “yeterli bir tel örgü tahkimatı ile düşman çıkarmasının engellenebileceği” fikrinin aksine, “denizden topçu ateşiyle des tadan, Seddülbahir (Helles Burnu) ve Kabatepe’den yapılacağına inanıyordu. Ancak Sanders’in tahminleri bambaşkaydı. Saldırı öncelikleri açısından, biri Çanakkale Boğazının Asya kıyıları biri de kuzeydeki dar Bolayır geçidi” olan iki yanlış tahminde bulunacaktı. (Lord Kinross, Atatürk, s.100) Bu yanlış tahminler ise doğaldır ki eldeki güçlerin yanlış mevzilendirilmesine neden olacaktı. Oysa Mustafa Kemal’in öngörüsü esas alınmış olsaydı, savunmanın performansı çok daha üstün olacaktı. Kabatepe’nin, ikinci çıkarmanın gerçekleştiği Arıburnu’nun hemen altı olması nedeniyle, buraya yapılacak mevzilenmeyle Arıburnu da doğal bir koruma altına alınmış olacaktı. Ancak kendi yanlış öngörüleri çerçevesinde Von Sanders, elindeki altı tümenden ikisini Saros’a, ikisini Anadolu’ya yerleştirmekle, savaşın başlangıcında ciddi bir zemin kaybı yaşanmasına neden olacaktı. Bir tümeni doğru olarak Seddülbahir’e, sonuncusu olan 19. Tümeni de, ihtiyaç doğacak yere yollanmak üzere Mustafa Kemal’in komutasında Maydos’a (Eceabat) yerleştirilecekti. Taktik önemi saldırıdan sonra belirginleşecek olan bu son yerleştirme, yanlış yere yerleştirilen 4 tümenin boşluğunu kapatan olağanüstü bir işlev görecekti. Ancak bu özel işlevin kuvveden fi’le (fikirden eyleme) çıkabilmesi için Mustafa Kemal gibi bir komutanlık gerekecekti. Öyle ki 19. Tümenin başında, Sanders’in de ondan beklentisine uygun olarak emir bekleyen bir komutan olmuş olsaydı, o kritik çıkarma sabahı oynayacağı rol de asla söz konusu olmayacaktı. BÜYÜK RİSK 19 Tümen, batıda Meriç nehri kenarındaki Enez’den Anadolu’daki Edremit’e kadar 350 kilometrelik sorumluluk alanıyla tüm 5. Ordunun biricik ihtiyatıydı ve oluşacak gereksinime göre doğrudan Sanders tarafından kullanılmak üzere yerleştirilmişti. M. Kemal ise kendine biçilen görevin pasif niteliği ve komutanın kararına olan bağlılığına rağmen durumdan memnun olacak ve kendi öngörüleri doğrultusunda boşluk doldurmak üzere karargahını, batı kıyısına daha yakın olan Boğalı köyüne kuracaktı. 25 Nisan sabahı 05.10’da müttefik saldırısı, aynı anda pek çok yerde birden başlayacaktı. Ancak bu çıkarma ve bombardımanlardan ikisi hariç diğerleri, savunmayı şaşırtıp dağıtma amacından başka bir anlam taşımıyordu. Zaman geçip durum netleşince çıkarmanın ana hedeflerinin de, M. Kemal’in tahminlerine uygun olduğu görülecekti. Aynı anda çok yerden başlayan saldırı, kuvvetler arası koordinasyonsuzluk ve komuta boşluğuna neden olacak, en önemlisi Sanders ile haberleşmek mümkün olmayacaktı. 06.30’da 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami; “Arıburnu çıkarmasına karşı 27. Alayı cepheye sürdüğünü ama 19. Tümenin de bir piyade taburu destek yollamasını” istiyordu. Ancak karargahını bırakıp düşmanın mutlaka çıkarma yapacağına inandığı Saros’a gittiğinden 19 Tümenin karar vericisi Sanders’ten haber alınamıyordu. Bu durumda Mustafa Kemal, bağ kurabildiği 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’dan da bir inisiyatif alamayacaktı. 08’e kadar tüm aramalara rağmen Sanders’e ulaşamayınca, daha fazla beklemenin “zaferi, Arıburnu’na çıkan düşmana hediye etmekten başka bir şey” olmadığı kararına vararak harekete geçecekti. (İbrahim Artuç, Çanakkale Savaşı, s.170) İşte bu, yetkilerini aşan inisiyatifle Mustafa Kemal, bölgenin gerçek komutanı gibi davranarak, iki temel çıkarma alanından birindeki boşluğu dolduruyor ve karar yetkisi Sanders’e ait olan joker birlikleri yeni duruma göre mevzilendirip savaşa giriyordu. Bu yönelimiyle, gerçekte hem savaşın bütünü hem de kendisi açısından çok büyük bir risk almış oluyordu; tek güvencesi bu çok kritik durumda doğru yapıyor oluşuydu. Aksi taktirde biricik ihtiyatı dağıtıp yenilgiye neden olacak yanlışı derinleştirmekten ve bireysel düzlemde de divanı harplik duruma düşmekten başa bir sonuç elde edilemeyecekti. KRİTİK ROL Aslında Onun bu süreçteki kritik rolü, çıkarmanın daha ilk anından itibaren kendini gösterecekti. Nitekim Cephenin komutanı Von Sanders, Mustafa Kemal’e ilişkin şöyle yazacaktı: “İlk askeri başarısını Trablusgarp’ta kazanmış olan Mustafa Kemal Bey, sorumluluk ve görevden zevk duyan bir komutan özelliğine sahipti. Daha 25 Nisan sabahı 19. Tümen ile ve hiçbir yerden emir almaksızın kendiliğinden muharebeye müdahale ederek düşmanı sahile kadar püskürtmüş ve bundan sonra üç ay boyunca kırılmaz bir azimle devamlı düşman saldırılarına karşı koymuştu. Ona tam anlamıyla güvenilebilirdi” (Türkiye’de Beş Yıl, s.93) Öyle ki bu süreçte, inisiyatifi “tam zamanında ve tam yerinde ele almış olan Mustafa Kemal müdahalesi olmasaydı, Boğazların düşmesi çok muhtemeldi ve Hükümet de, bütün ümitlerine rağmen, Boğazların düşmesini hesaba katmıştı. Eğer Boğazlar düşmüş bulunsaydı Hükümet, merkezini Eskişehir’e naklederek müdafaaya devam edecekti. Muvaffak olabilir miydi? Yani müdafaa uzun müddet devam edebilir miydi? Sonraki vukuat gösterdi ki buna imkan yoktu.”( Muhittin Birgen, İttihat ve Terakki’de On Sene, s.214) Mustafa Kemal’in Çanakkale savaşlarının her aşamasında yüklendiği kritik rol, olayların gelişimi ve tüm ciddi kaynaklarca da onaylanmaktadır. Tüm bu süreçte O, iyi bir komutandan beklenmesi gereken sezgi, inisiyatif, kararlılık ve askerin etkin mobilizasyonu gibi tüm ayrıntılarda iyi sınavlar verecekti: “Türkler için muharebenin ilk gününün tayin edici manevrası olduğu anlaşılacak olan olayda, Mustafa Kemal, Anzak hücumunun gücünü sezmiş ve ini teklenen herhangi bir düşmanın karaya çıkabileceğini ve savunmanın görevinin bundan sonra içerdeki mevzilerinden hareketle düşmanı püskürtmekten ibaret olduğunu ileri sürüyordu.” Denizden yapılan bombardımanın taktik etkisini iyi biliyordu. Trablus’taki İtalyan çıkarmasından çıkardığı ders ile, Rauf’la yaptığı tartışmada, “kendini düşman yerine koyarak, ‘siz istediğiniz kadar telörgü tahkimatı yapın’ demişti, ‘ben bunları kolaylıkla yarıp karaya çıkabilirim. Eğer karada benim ilerlememi durduracak üstün bir kuvvetle karşılaşmazsam yarımadayı pekala işgal edebilirim’ diyecekti” (Lord Kinross, Atatürk, s.99) Bu yaklaşımıyla O, Von Sanders’e daha yakın duruyordu. Alman kurmayı da, “savunmanın, yarımadanın belkemiği olan yalçın tepeleri tutmak prensibine dayanması gerektiğini düşünüyordu. Düşmanı, karaya çıktıktan sonra bu tepelere saldırmak zorunda bırakacaklardı. Emrindeki altı tümenin, kıyı boyunca küçük birlikler halinde serpildiğini gören Sanders, onları içeride daha yoğun ve büyük guruplar halinde topladı. Kıyıda ise gayet küçük bir örtücü kuvvet bıraktı. Ama asıl sorun, düşmanın nerede çıkarma yapacağını kestirmekteydi. Mustafa Kemal, araziyi yakından tanıdığı için, bunun iki bellibaşlı nok vrupa’yı Fransız seçim rüzgarı sardı. Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkesinin yeni liderini heyecanla bekliyor Brüksel. Sosyalist parti adayı Segolene Royal AB için daha “ılımlı” bir cumhurbaşkanı gibi görünse de anketler eski içişleri bakanı Nicolas Sarkozy’i işaret ediyor. Fransa, ilk tur seçimlerindeki yüksek katılıma bakarak pek demokratik bir ülke olmakla böbürleniyor. Brüksel’in ABD ve İngiltere’ye sıcak yaklaşan Sarkozy’e bakışı hala temkinli. “Ah!” diyor kimileri “Keşke bu kadar popülist, bu kadar Türkiye karşıtı ve bu kadar fanatik olmasa”.. ??? Ankara’da seçim arenası pek sınırlı sayıda bir aday listesiyle açılışı yaptı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, AKP’nin (Erdoğan’ın) seçtiği aday olarak sunuldu bu hafta. Çoktandır konuşmak için sabırsızlanan AB, “aman ne hoş, ne ılımlı, ne olumlu” yorumlarını salıverdi. Öğrendik ki AB çevrelerinde Gül pek sevilen bir AB destekçisiymiş, dikensiz gül imiş, gözlerinin nuru, bekledikleri “ılımlı” cumhurbaşkanı imiş. Türkiye zaten artık “ılımlı” çizgiye geçmeliymiş… ??? AB durmuyor, okurlar… Bir hareket bir bereket içinde ki sormayın gitsin. Hafta başında AB dışişleri bakanları İran’a nükleer programı nedeniyle getirilen BM yaptırımlarını görüştüler, danıştılar, konuştular ve bunları uygulamaya karar verdiler. Şubat ayında da aynı konuda toplantı yapıp aynı kararı vermişlerdi. Bu sefer ki artık “karar gibi kararmış”. Öteki herhalde fasulyeden karardı. Neyse bu yaptırımları uygulama kararı alan AB, aynı hafta içinde İran’lı yetkililerle Ankara’da buluşmayı da planlamışlar. Gazetecinin biri sormuş neden Avrupa’da görüşülmüyor diye. İran’lı efendi de yanıtlamış “Ah be gözüm Türkiye de Avrupa’dır” diye.. ??? AB’nin hedefleri büyük, gözleri ileriye dönük, sınırları açık. AB dışişleri bakanlarının pek hareketli toplantısında bir de Orta Asya ül A keleriyle ilişkiler görüşülmüş. Brükselli diplomatlar Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan ile eğitim, enerji, ulaşım, çevre, ticaret, sınır kontrolleri, uyuşturucu kaçakçılığı ve organize suçları önleme gibi konularda daha sıkı bir işbirliğinin önemini hızla kavramışlar. Siz bu işbirliğinin çerçevesini “enerji, enerji, enerji” diye okuyunuz. ??? Bölgeye el atmışken toplantılarında Irak’a da uğrayan Avrupalı dışişleri bakanları “istikrarlı, güvenli, demokratik, müreffeh ve birleşik Irak” talep etmişler. Bunu isteyince Kerkük üzerine engin görüşlerini de bizden sakınmayan AB, Kerkük’ün statüsü konusunda karar “samimi bir diyalog ve uzlaşı ruhuyla” alınsın diye buyurmuş. Irak halkı da bu “ruhu” sabah erken saatlerdeki bombalardan sonra bir kere, akşam bombalarından önce de iki kere almanın uygun olacağını düşünmüştür. ??? Bir de AB’yi pasiflikle, etkisizlikle suçlarlar. Oysa daha ne güzel kararlara imza atacak göreceksiniz. Ancak AB kendi terör listesine alacağı kişi ya da örgütlere gerekçeli açıklama yapmak gibi parlak bir kararı getirebilir. Bundan sonra AB terör listesine alacaklarına “Ey terörist, çok yaramazlık yaptın sen de onaylarsan, seni listeye alacağım. Ama üzülme bu listede olmanın sana zararı yok. Nasıl olsa seni koruyacak pek çok üye ülke var” diyecekmiş. ??? Bizim çalışkan AB sadece KKTC’ye doğrudan ticaret tüzüğü konusunda kolunu kıpırdatmıyor. KKTC’nin izolasyonunu kaldırma sözünü vereli üç yıl oldu bizim arı AB’nin. İşte o da içine istemeye istemeye aldığı Rum Kesimi yüzündenmiş… Aman siz de ne çok şey istiyorsunuz! Bu kadar çok çalışınca yoruluyor bizim gariban AB. Hele bir bekleyin 2050’yi. Yüzyıl bitmeden neler doğar!!! elcpoy?yahoo.fr Büyük destanın tanığı ROMA İtalyan basını, Malatya barbarlığına 200 kişinin yaşamına mal olan Irak saldırılarından daha büyük yer verdi. Irak’taki kan banyosu iç sayfalara kayarken gazetelerin manşetleri ve köşeyazılarına çıkan başlıklar şöyleydi: “Türk Bıçağı!”, “Üç Hıristiyanın Boğazı Kesildi”, “İncil’i Boğazlamak!”, “Türkiye’de Hıristiyanlara Saldırı”. TV’lerdeki “siyaset meydanları” da o gece tümüyle bu konuya ayrılmıştı. Bunlar arasında Giuliano Ferrara’nın “La 7”deki açık oturumu özellikle çok çarpıcıydı. Program için seçilen başlık dahi, İtalya’dan çekilen fotoğrafa ışık tutar nitelikteydi: “Bağdat’tan Türkiye’ye uzanan kan!” 1. Irak’tan sonra Türkiye de hızla destablize mi oluyor? 2. IrakLübnan tipi “Ortadoğu trajedileri”, Türkiye’ye de mi yayılıyor? 3. Türkiye “Batı”dan kopup Ortadoğu’ya mı kayıyor? RDOĞAN GÖZDEN Mİ ÇIKARILDI? Bu sorular, Malatya katliamının çok ötesine geçerek, RTE’nin “cumhurbaşkanlığı adaylığını” da masaya yatıran program boyunca uzun uzun irdelendi. “Nabız tutmakta” rakip tanımayan Ferrara’nın programından anlaşıldığı SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Ortadoğulaşma karılarının tümünün başı bağlı. 3. Türk medyası bu dönemde ağırlıklı olarak AKP’ye kaydı. 4. Bu kayışın, bir numaralı mağduru laikler oldu. AKP işbaşına gelir gelmez ilk iş, camilerde ezan sesini bangır bangır yükseltti. İstanbul’un en Batılı mahallelerinde bile artık böyle bu. Laikler de ezan sesiyle yatıp ezan sesiyle kalkmak zorunda. 5. Türkiye dendiğinde tek bir Türkiye yok. Karşınızda 10 Türk olduğunu düşünün; bunların ikisi Alevi, ikiüç tanesi laiktir. Geri kalan, bir ucu Vahabi İslam etkilerine dek uzanan İslamcılar ya da muhafazakârlardır... Washington’ın bağrından çıkan birinden bu analizleri duyunca, haliyle kafamda şu soru oluştu: “ABD, acaba Erdoğan’ı gözden mi çıkardı?” Bitmedi. Söz dönüp dolaşıp sonunda, AB’ye geldi: “AB ne yapsın? Türkiye’yi bu durumda alabilir mi? Geri dönüşü olmayan bir yol ayrımına mı gelindi?” Luttwak’ın bu soruya verdiği yanıt da ilginçti. AB ile değilse bile, “ABD’nin AB desteğinde bir yol ayrımının” haber E üzere Türkiye’deki savrulmalar, Irak’ı açık ara “ikinci plana” itmişti. Bir saati aşkın yalnız Türkiye konuşuldu çünkü. “Star” konuk, Amerikalı “thinkthank”çi Edward Luttwak’ın yaptığı açıklamalar üzerinde burada biraz duralım... CSIS’te (Center for Strategic and International Studies) üst düzey “strateji uzmanı” olan Luttwak, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve Ulusal Güvenlik Konseyi’ne “danışmanlık” yapmış bir isim. “Reel politikçi” görüşleri, “Washington havasını” yansıtmakta önem taşıyor. Türkiye’nin girdiği “türbülansı” anlatırken Luttwak, özetle şunları söyledi: 1. Beş yıl önce bambaşka şartlarda diğer partilerin iflas ettiği ortamda %10 barajıyla seçilmiş, eskimiş bir parlamento şimdi cumhurbaşkanı çıkarmaya çalışıyor. Dışarıdan bakanlar, AKP’nin gerçekten de mutlak çoğunluğa sahip olduğunu düşünebilir. Oysa bu yanıltıcıdır. AKP seçmenlerin sadece 1/3’ünün oyunu alan bir partidir. 2. Armani takımlı AKP liderlerinin cisiydi sözleri. Özetle: “Hangi Türkiye’den bahsettiğinize bağlı!” dedi Edward Luttwak: “Ben Avrupalı değilim. Kararı alacak olan sizlersiniz...” Erdoğan’ın ayağına vaktiyle kırmızı halılar seren Washington söylemlerinden çok farklı söylemler bunlar. Beş yılda demek köprülerin altından çok su akmış! Konukların AB konusunda genelde ikiye bölündüğünü, bu arada eklemeliyim: “Türkiye’nin Ortadoğulaşma faturasının” yalnız Ankara’ya değil çok ağır biçimde Avrupa’ya çıkacağını söyleyen de oldu. “Malatya”yı, “Ermeni soykırımına” bağlayan da. Malatya’nın son halka olduğunu ifade eden gazetecilerden biri örneğin, “Küçük Hıristiyan azınlığa yapılan zulümden bahsediliyor!” diyerek söze başladı: “Öncelikle bu azınlığın niye böyle küçüldüğünü sorgulamalıyız. Türkiye’de zulüm, Ermeni soykırımı ile başlamıştır!” Yalnız açık oturumlar değil, gazetelerde de böyle bir vurgu var... “Kaç münferit olay bu böyle?” deniyor: “Hrant Dink, Santoro cinayetlerinin daha kanı kurumamışken Taliban yöntemleriyle, kent ortasında Hıristiyanların boğazı kesiliyor!” Bu mercekten bakanlar için, Türkiye’nin kodları giderek AnkaraBrüksel ekseninden AnkaraBağdat eksenine kayıyor. Oktay EKİNCİ Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yegâne “deniz çatışması”nı yaşayan “Alemdar” gemisi, Karadeniz Ereğli Belediyesi’nin gayretleriyle Anadolu ile yeniden buluşuyor. İstanbul’dan Kuvayı Milliye güçlerine silah ve malzeme taşırken Fransızlar tarafından top ateşine tutularak yaralanan geminin tıpkıyapımı, aynı yerde “müzegemi” olarak demir atacak. Hazırlıkların son aşamaya geldiğini belirten Belediye Başkanı Halil Posbıyık’ın verdiği bilgiye göre, 1982’de hurdaya çıkartılıp sökülen gemiye karşı bu vefasızlık gideriliyor. Milli mücadeledeki “boyundan büyük” hizmetleriyle denizcilerimizin “Gazi Alemdar” olarak andıkları 49.5 m.’lik gemi, 1898’de Danimarka’da yapılmış. 510 beygirlik buhar makinesı ve tek uskuruyla Marmara Denizi’nde kurtarma gemisi olarak çalışırken Birinci Dünya Savaşı’nda limanda hizmet vermeye başlamış. 1921 yılında da Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesine katılmak üzere çarkçıbaşısı tarafından Ereğli’ye kaçırılmış. Alemdar’ın bir Fransız gemisi tarafından top ateşine tutularak “yaka lanması”(!) da adeta efsaneleşmiştir. Fransızların gemiye çıkarttıkları subay ve askerleri “etkisiz kılan” Alemdar mürettebatı, yaralı gemiyi kaçırıp Ereğli kıyısında karaya oturtmayı başarırlar. DİRENİŞ BAŞLAR... Aynı çatışmada Serdümen Recep Kahya ölürken yenilen Fransızlar kente bomba yağdırırlar. İşte bu baskına karşı Nimet Hoca ve arkadaşlarının önderliğinde direnen halk, Fransız askerlerini de esir alarak yöredeki Kuvayı Milliye hareketini de başlatmış olurlar. Belediye Başkanı Posbıyık diyor ki: “Kentin kurtarılması, şanlı kurtuluş tarihimize ilk uluslararası zafer olarak geçmiştir. Fransızların esirlerini geri istemelerine karşı Mustafa Kemal de Karadeniz’deki Türk bayraklı gemilere dokunulmamasını şart koşmuştu. Bundan ödün verilmeyince 18 Haziran 1921’de geri çekilen Fransızlar ile Ankara Hükümeti arasında, henüz kurulmamış cumhuriyetin ilk uluslararası antlaşması imzalanır. Böylece Türk gemilerine ilk kabotaj hakkı da elde edilmiş olur...” nilgün?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle