06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 BİR BAKIMA SERVER TANİLLİ C İnegöl’de Bir Söyleşi olaylar ve görüşler 23 MART 2007 CUMA Ahmet Haşim ve Frankfurt Seyahatnamesi “Bir gamlı hazânın seherinde Israra ne hacet yine bülbül? Bil kalbimizin bahçelerinde Can verdi senin söylediğin gül. Savrulmada gül şimdi havâda, Gün doğmada bir başka ziyâda.” Ahmet Haşim “Ahmet Haşim’i ve uzak yakın bütün dostlarını o kadar üzen bir hastalık, Türkçeye en güzel eserlerden birini kazandırdı. Yarının genci, ‘Frankfurt Seyahatnamesi’nin nesrinde anadilden alabileceği zevkleri tadarken acaba bunun farkına varabilecek mi?” Ahmet Hamdi Tanpınar Sembolizmin Türk edebiyatındaki büyük öncüsü Ahmet Haşim, 4 Haziran 1933’te öldü. Yani aradan yetmiş küsur yıl geçmiş... Zamanın idrake sığmayan sonsuzluğu içinde gerçi bu bir zerredir, ama insan ömrü de o kadar işte... Haşim, kendisiyle aynı yaşta ölen Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi, kendi deyimiyle ne yandan bakılsa görülen bakır dağ zirvelerinin görkemiyle, Türk edebiyatında bir nirengi noktası oldu. “Nirengi” sözcüğünü kullanıyorum, ama düşünmekten de kendimi alamıyorum. Acaba bu bir “hüsnü kuruntu” mu? Sokaktaki adamdan vazgeçtim, Ahmet Haşim’i ve çağdaşı Türk edebiyatçılarını biraz olsun tanıyan, onların yazdıklarını elinin tersiyle itmeden, “bunlar benim evveliyatımdır” diyerek, hiç olmazsa dinlenmek için müzik dinler gibi eline alan aydınlarımız olsa gerek. Orta öğrenimini tamam PENCERE Şantajcı!.. Nevzat Yalçın layan İngiliz insanı birazcık Shakespeare’dir, Shelley’dir, Byron’dur ve diğerleridir. Frankfurt, büyük Alman şairi Goethe’nin doğduğu yer olmakla kıvanç duyar. Benim bulunduğum 16 bin nüfuslu küçük endüstri kentinde bile, yöremizdeki sokak isimlerini bizim sokaktan başlayarak sıralayabilirim: Beethoven, Mozart, Schiller, Haendel, Goethe, Kant, Lessing ve diğerleri... İstanbul deyince aklıma gelen sokak veya semt isimleri ise Etyemez, Unkapanı, Pürtelaş Hasan Efendi, Aynalıkavak, Asmalımescit, Tonton Sokak, Sulukule, Bereketzâde ve sayısız benzerleridir. Evet, kaç Türk aydını biraz Nâzım Hikmet, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, biraz Orhan Veli, Sait Faik veya Cahit Sıtkı’dır? Selim İleri’nin, unutulmuşluğa terk edilen büyük değerlerimiz için kullandığı “sönmüş edebiyat” deyimine hak vermemek güç... Ne yazık ki, Doğulu için “mâzi”, mezar taşlarının devrildiği, otlarla kaplı eski bir mezarlıktır. Birtakım çağrışımlarla duygulanarak konunun dışına taşmamak kolay değil. Oysa düşüncem, iyileşmek umuduyla geldiği Almanya’da kendisini anmak ve “Frankfurt Seyahatnamesi” adlı kitabından söz açmaktı. Ne var ki, Haşim, ortasına bir taş düşünce ürpertileri uzak kıyılara vuran derin bir göl gibidir. Bu ilginç Türk şairinin hayatı hakkında bilgi toplarken hangi kaynağa başvursanız, onun mizacını anlatmak için kullanılan deyimler ve sıfatlar birbirine benzer: Huysuzdu, cimriydi, kışkançtı, geçimsizdi, dedikoduyu severdi vs... Mezarı başında yapılan konuşmalar bile, şimdi hepsi de rahmetli olan o çağın edebiyatçıları arasında kalem kavgalarına dönüşmüş; sonraları Nurullah Ataç da “Ahmet Haşim dolma yerken öldü” diyebilmişti. Büyük bir şair hakkındaki değer ölçüleri bunlar mı olmalıydı? Haşim’de belki bu kusurlar vardı, ama hangimizde eh azından birkaçı veya hepsi yok ki? Ve Ahmet Haşim dolma yerken ölmüş olsa ne fark eder, söyler misiniz? Bir yazımda, Frankfurt Seyahatnamesi için “harika bir kitapçık” demiştim. Şairin, içinde çeşitli sıcak renklerin sihirli prizmalardan geçerek titreştiği bir “kaleydeskop”u andıran Frankfurt anıları, Türk nesrinin tadına doyulmaz örneklerindendi. Fakülte sıralarında iken okuya okuya âdeta eskittiğim bu kitabı, yıllar sonra yine Haşim’in “Bize Göre”siyle Remzi Kitabevi’nde bulunca sevinmiştim. “Harika kitapçık”ın fiyatı iki yüz elli kuruş, yani iki buçuk liraydı!.. Haşim kitabının önsözünde, seyahati şöyle tanımlar: “Seyahatler harikulâdelikler avıdır. Harikulâde, birkaç alelâdenin birleşmesinden meydana gelir. Öküz alelâdedir. Ağaç alelâdedir. Vakta ki öküz ağaca çıkar, ‘harikulâde’ vücut bulur. Âsuriler, insan başını, öküz vücudu ve kartal kanadını hep bir yere getirerek büyük mabutlarını yaptılar.” Ahmet Haşim, “Frankfurt Seyahatnamesi”nde, bir keskin nişancının yoğun dikkatiyle, bu “harikulâde avı”nın peşindedir hep. Yakaladığı zaman da, onu kılı kırk yaran bir zekâ kudretiyle büyüteç altında inceler; kimi kez hayran olur, kimi kez de öfkeyle, alayla, şaşkınlık veya korkuyla dolu bir gözlemcidir. Gözlemlerini kendi iç dünyasındaki nefret ve hayranlık gibi keskin duyguları yer yer iğneli bir mizah imbiğinden de geçirerek kendine özgü, çok renkli bir dil prizmasından yansıtır bizlere. Onda sık sık bir analizcinin titizliğini görürsünüz. Kimi kez de küskün bir edayla homurdanır. Ama bunların hepsinde şair Ahmet Haşim’i sezmeniz mümkündür. Bir şiir ve düzyazı ustasını anmak için kaleme aldığım bu yazıyı noktalamadan önce ilâve edeyim: Onun kırkıncı ölüm yıldönümünde, Frankfurt’a gittiğim günü hatırlıyorum. Haşim’in tedavi gördüğü Volhard Kliniği’ni aramaktan kendimi alamamıştım. Aradım ve buldum. Ama onyıllar geçmişti aradan. Kliniğin kapısın şairin “güzel, kumral sakallı, neşeli, şakacı Profesör Volhard”ının açmasını bekleyemezdim. Profesörün, 1950’de bir trafik kazasında öldüğünü, bana kapıyı açan oğlu Dr. Volhard’dan işittim o gün, ama o kadar... Daha fazlasını hatırlayamadı veya konuşmak istemedi... Y azıya ‘harika’ sözcüğüyle başlıyorum: ın, Bursa’daki 311 TÜYAP’ Mart tarihlerine rastlayan Kitap Fuarı, büyük bir başarı oldu. Okurların katılımı, pek yüksek düzeyde bir örnek verdi. Bursa’ya yakışan da bu olmuştur. Fuar’ın ardından, bir söyleşi için İnegöl’e geçtim. Davet, oradaki Arkadaş Kitabevi’nden, başındaki gerçek bir aydın olanTaner Sametoğlu’ndan geliyordu. Eylem, Kurşunlu Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenmişti. Söyleşi, “2007 Başlarında Dünya ve Türkiye” konusundaydı... Konuyu da, 12 Mart günü, Belediye Kültür Sarayı Sinema Salonu’nda ve örnek bir aydın topluluğunun önünde işledim... Dediklerimi şöyle özetleyebilirim... ? Dünya ve Türkiye korkunç bir karamsarlık içinde. Bu karamsarlığın temelinde, “iki kutuplu” bir dünyanın yerine, “tek kutuplu” bir dünyanın geçmesi vardır. O yeni dünyanın başında da Birleşik Amerika bulunuyor. ABD’nin beyinlere akıttığı da şudur: “Bütün iktidar piyasalarındır”; mümkün olan yegâne ekonomi politikası, “yerli liberalizm” ve “piyasa”dır. Bu “tek boyutlu” ideoloji, doğaya ve yaşama ilişkin her şeyi metalaştırıp pazarlarken, “kamusal”la “sosyal”i de piyasanın emrine verir. ABD, bunları “küreselleşme”nin terkisine bindirip dünyaya yaymaktadır ve “ulusal”ın düşmanıdır; yeni haritalar da uydurup her türlü fecaati işliyor. Örneğin, Irak’ta yaptıkları budur! Petrol uğruna bunu yapmıştır; şimdi, İran’ın kapısındadır başka gerekçelerle; bir başka gün de, ötekilerin önünde dikilecektir. “Birleşmiş Milletler İdeali” de yok edilmiştir. Bu olup bitene adını koymalıyız: ABD, “emperyalist” bir devlettir; Avrupa, AB de onun taşeronudur. “Küreselleşme” denen de bu emperyalizmin iktisadi programıdır. Konuyu bize de getirelim: Ülkemiz de, “dışardan ve içerden kuşatmada”dır. Dört yılı aşkın iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), ABD’nin başarılı öğrencisi oldu. “Milli servet”in düşmanı olarak, tam bir yağmayı sürdürdü, sürdürüyor: Doğada, şehircilikte, sanayileşmede, tarımda... Ekonomimizin dizginleri IMF’dedir: Emirler oradan geliyor, özelleştirmeler de onun buyruğu. Ekonomimiz “büyümekte”dir deniyor; ama dışarıya borçlarımız katlandı. Üretim, tüketimin gerisinde ve öyle olduğu için de “işsizlik” başını almış gidiyor. Peki, neden bu sürgit gerileme? Kalkınmada bir yöntem yanlışı mı yaptık? Öte yandan, ABD’nin “ılımlı İslam” tasarısından da hoşnuttur AKP: Dinci bir parti olarak Cumhuriyetimizin temel ilkelerini, başta da “laikliği yıpratma” yolunda her şeyi yaptı, yapıyor. Özellikle milli eğitimde ettikleri ortadadır. Seçimde oyların üçte birini alan, ama Meclis’te üçte iki sandalyeleri kazanan parti, bir de, Cumhurbaşkanlığı kapmak isteğinde: Üstelik, laikliğe korkunç saldırılarıyla ünlü bir kişiyi Çankaya’ya çıkarma hazırlığında AKP . Cumhurbaşkanlığı seçiminin sıradan ya da olağan bir seçimi aşan bir anlam taşıdığını bir tarafa atıp, ortada “laik Cumhuriyet’i yıkma” hedefine tek başına yürümek bir hırsa bürünüp gözleri de kör edebilecek midir? Olan bitenler, üstelik ABD’nin uyduruk haritası, ülkede bir “ulusal tepki”ye ister istemez yol açmıştır. Gelişmeler gösteriyor ki, bu tepkinin dışına çıkılmış ve dinci ve ırkçıetnik bir milliyetçiliğe bürünmüştür. Tek başına Hrant Dink’in katilinin kimliği çok şeyler anlatıyor. Bütün bunlar, Türkiye’yi bölünmeye daha da yaklaştırmış değil mi? Türkiye’yi bu bataklıktan kurtarmak da, en başta “sol güçler”in görevidir. Türkiye’de sol olmak da, özünde “ulusal” bir tavır olmanın yanı sıra, “emperyalizme karşı” bir duruştur. Gelip durduğumuz aşamada, bu sol güçlerin birliği yaşamsaldır. Kurtulmak ve bağımsızlığın yolunu açmak böyle olacak... ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com Çanakkale Bir Ön Kurtuluş Savaşı’dır! İ nsanların yaşamında olduğu gibi ulusların da yaşamında kritik yol dönemeçleri vardır. O dönemeçte alınan kararlar, gösterilen azim ve kararlılık, daha sonraki hayatın nasıl, ne yönde, ne şekilde gelişeceğini de belirler. Çanakkale Savaşı, bir tarihsel kader kavşağıdır. İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların tarihi açısından da böyledir ama asıl ve bizi daha çok ilgilendiren yönüyle biz Türklerin tarihi açısından böyledir. Hafızamızı biraz zorlayarak Çanakkale öncesi siyasal duruma bir baktığımızda, bu süreçte bir zamanların kıtalararası imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ciddi bir gerileme ve hatta çöküş sürecine girdiğini görmekteyiz. Trablusgarb ve Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı, Avrupa kıtasındaki tüm topraklarını, yitirmiş güç ve itibar kaybetmiş; bir zamanların güçlü imparatorluğu, o günlerde büyük güçlerin paylaşım hesaplarının konusu haline gelmişti. Boğazlar ise Napolyon’un “Boğazlar’a sahip olan tüm dünyaya sahip olur!” sözünde ifadesini bulduğu gibi, her zaman çok büyük bir stratejik öneme sahip olmuş ve bütün paylaşım hesaplarının ve savaşlarının en önemli coğrafyalarından biri olagelmişti. Tarih yeni bir paylaşım savaşına doğru ilerlerken gerileme sürecindeki Osmanlı ve her şeyden önce de Boğazlar yeni paylaşım hesaplarının baş sırasında yer almaktaydı. Tarihi kayıtlar Osmanlı’ya ve Boğazlar’a yönelik paylaşım planının İngiltere’de 19041911 yılları arasında yapılmaya başlandığını ortaya koymaktadır. Çanakkale Savaşı, işte böylesi bir dönemde çökmekte olan Osmanlı’yı tümüyle dağıtmaya ve bölge bölge paylaşmaya yönelik heves ve planların uygulanması Prof. Dr. Muzaffer ERYILMAZ Çankaya Belediye Başkanı, İç Anadolu Belediyeler Birliği Başkanı amacıyla büyük devletler tarafından planlanmış, kışkırtılmış ve sonuçta da sahneye konmuş bir savaş senaryosuydu. Bu senaryonun başaktörü ise İngiltere ve o dönem İngiliz Donanma Bakanlığı’nı yapan Churchill’di. Churchill’e göre İtilaf Devletleri’nin büyük gücü karşısında Türklerin gücü çok yetersizdi ve Çanakkale’de olacak savaş, büyük bir savaş olmaktan ziyade basit ve sınırlı bir cezalandırma hareketi olarak tarihe geçecekti. Büyük emperyal güçlerin her zaman ve müzmin şekilde tekrarladıkları bir hata vardır. Onlar her zaman vatanı işgal edilen halkın büyük manevi direnme gücünü hesaba katmazlar ve küçümserler. İşte bu aynı hatayı Churchill de tekrarlıyordu ve tarih, çok geçmeden bu küçümsemenin ağır faturasını Churchill’in önüne koyacaktı. İtilaf Devletleri önce denizde sonra da karada Türk halkının büyük manevi direnme gücü karşısında diz çökmek ve büyük Atatürk’ün vecizleşmiş ifadesiyle “geldikleri gibi gitmek” zorunda kalmışlardı! Boğazlar’a ve Osmanlı’ya yönelik sinsi planları gerçekleştirmek için yazılan senaryo, Şubat 1915’te gerçekleştirilen ilk fiili saldırıyla başladı, ama asıl büyük ve savaş açısından önemli olan çıkarma 18 Mart’ta oldu. Çok eşitsiz asker ve silah güçleriyle karşı karşıya gelmelerine karşın İngiliz ve Fransız kuvvetleri Çanakkale’yi denizden geçme emellerinde başarıya ulaşamayıp, çok büyük bir zayiat verdiler. Böylelikle Churchill’in ‘Hasta Adam’ı kara gücüne ihtiyaç duymadan sadece deniz gücüyle Tarihi bazen gelişmeci değil, döngüsel bir süreç gibi algıladığımızda, geçmişin galerisinde yer alanları, bugün de aynı içerikler ama farklı adlar etrafında bir tür dayatma ile bizlere kabul ettirmek ve Türk ulusunu içeriden kuşatarak teslim almaya dönüştürmek istiyorlarsa, Çanakkale dünü değil, asıl olarak şimdiyi ve yarını anlatmaktadır bize… yenilgiye uğratabileceği fikri suya düşüyor, kendi yenilgisine dönüşüyordu… Bu mağlubiyetin yarattığı sarsıntı yeni bir planın gereğini ortaya koydu. Bu yeni plan gereği Avustralya’dan Kanada’ya kadar sömürgelerden toplanan askerler de savaşa sürülmüştür. Bu gruplardan en savaşçı askerler “Australia and New Zeland Army Corp.” yani “ANZAK”lardır. 25 Nisan 1915’te İngiliz, Fransız ve ANZAK birlikleri Seddülbahir ve Arıburnu’na, 70 bin kişilik güç, 109 harp gemisi, 308 taşıt gemisi desteğinde çıkarma yapmış ve Çanakkale Savaşları’nın en kanlı muharebeleri başlamıştır. Arıburnu’na çıkan ve Conkbayırı’na doğru ilerleyen İngiliz birliklerini M. Kemal’in önderlik ettiği 19. Tümen karşılamış ve İtilaf Devletleri güçleri ile M. Kemal’in önderlik ettiği güçler arasında mayıs, haziran, temmuz boyunca sert ve kanlı çatışmalar olmuştur. Nitekim 9 Ağustos ve 20 Ağustos’taki iki büyük saldırının da geri püskürtülmesinin ardından Çanakkale’yi karadan da geçemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar, Kasım 1915’ten itibaren savaşı sonlandırmayı düşünmeye başlamışlar ve 9 Ocak 1916’da son düşman kuvvetleri de bölgeden çekilmişlerdir. 300 bin kadar İtilaf Devletleri’nden, 250 bin kadar da Türk askerinden kayıp verilen bu büyük savaş, bütün Anadolu’yu kapsayan bölme ve paylaşma hesaplarına verilen ilk cevap olmuştur. Eğer Çanakkale’de bu soylu ve büyük direniş gerçekleşmemiş; Boğazlar ve Anadolu o tarihlerde paylaşılmış olsaydı, büyük olasılıkla ondan sonraki tarihin seyri de bambaşka gelişecek ve yazılacaktı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, daha sonra aynı emelle Anadolu’yu işgale gelen büyük devletlere karşı Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken, Çanakkale’de ve Conkbayırı’nda daha önce böylesi bir planı bozmuş olanın maddi ve manevi gücüne sahip olmanın avantajını taşıyorlardı artık. Bu niteliği ile Çanakkale Savaşı bir ön Kurtuluş Savaşı’dır. Daha sonraki yıllarda Türk ulusu soylu ve muzaffer bir Kurtuluş Savaşı destanı yazabildiyse, bu destanın yazılmasında Çanakkale Savaşı’nın bir birikim ve milat olarak çok önemli ve yol açıcı bir rolü olmuştur. Tarihi bazen gelişmeci değil, döngüsel bir süreç gibi algıladığımızda, geçmişin galerisinde yer alanları, bugün de aynı içerikler ama farklı adlar etrafında bir tür dayatma ile bizlere kabul ettirmek ve Türk ulusunu içeriden kuşatarak teslim almaya dönüştürmek istiyorlarsa, Çanakkale dünü değil, asıl olarak şimdiyi ve yarını anlatmaktadır bize… Harika!.. Sözcük Arapça kökenli, “şaşırtıcı, etkileyici, olağanüstü” anlamlarını içeriyor; Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Milliyet gazetesine verdiği röportajın kimi satırlarını okuyunca, “kelime” ister istemez dudaklarımdan döküldü: Harika!.. ? Milliyet soruyor: “ AB treni durdu mu?..” Gül’ün yanıtı, doğrusu şaşırtıcı ve etkileyici: “ İşte rögar kapağı diyoruz. AB standartları olsa hiçbir müteahhit onu öyle açık bırakamazdı!.. AB meselesi aslında halkın hayat standartlarını yükseltecektir. Eğer bugün düzgün bir kuralı olsaydı, hiç kimse yol kenarına ‘mıcır’ bırakamazdı...” Harika!.. Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül, iki işi AB’ye bırakıyor: Rögar kapağı!.. Mıcır!.. AKP hükümeti mıcıra ya da rögar kapağına ilişkin “düzgün bir kuralı” hemen yasalaştıracağına, olayı AB’ye havale ediyor... Oysa Almanya Başbakanı Bayan Merkel’in açıklaması, gazetelere şu manşetle geçti: “ Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği, 50 yıl sonra bile zor...” Yandı gülüm keten helva!.. ? Gazete, ABD Kongresi’nde karara bağlanacak sözde Ermeni soykırım tasarısı konusunda Gül’e soruyor: “ Amerika gezinizde başta İncirlik Üssü olmak üzere askeri işbirliğinin zorlaşacağı mesajını verdiniz mi?..” Yanıt estek köstek... Milliyet gazetesi bir daha soruyor: “ AKP’li Mehmet Dülger tasarı geçerse ‘İncirlik’i çalıştırmamız zor olur’ dedi. Siz de bunu söylediniz mi?..” Gül’ün yanıtı: “ Benim konumumdaki insan böyle şantajcı duruma düşemez herhalde...” Demek ki Mehmet Dülger ‘şantajcı’ oluyor... Diplomasinin bin bir dili vardır; ‘usulü dairesinde’ her şey karşılıklı konuşmalarda dile getirilebilir; ancak Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün Türkiye’nin ulusal çıkarını korumaya kalkan Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger’i şantajcılıkla suçlaması, şu soruları akla getiriyor: Gül hangi devletin Dışişleri Bakanı? Türkiye’nin mi?.. ABD’nin mi?.. ? “Rögar kapağı” ile “mıcır” işini bile AB’ye havale eden, ABD’ye karşı İncirlik’i koz olarak kullanmayı ‘şantaj’ sayan kafalar, bugün iktidar koltuklarında oturuyorlar.. Türkiye bu kafaların eline düştü... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle