07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

23 MART 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Kâbe’yi yıkarak yükselen hilafet Erdoğan AYDIN erbela’da Hüseyin’in katli ve kafasının kesilip teşhiri, halkta çok büyük bir öfke yaratır. Öyle ki Emevi iktidarı, tam da rakipsiz kaldığını sandığı noktada Mekke ve Medine’de iktidarsızlaşır. Özellikle bu iki kutsal merkezde halk, Emevi egemenliğini kendiliğinden reddetmeye başlayacaktır. Önceden Ali’ye karşı ayaklanmış olan Zübeyr’in oğlu Abdullah, Hüseyin’in katlinin, “kabul edilemez büyüklükte bir cinayet ve akla gelmez bir ihanet olduğunu” belirten bir hutbe okuyacak ve bunun üzerine Mekke halkı, onun başlarına geçmesini isteyecektir. (Ahmet Cevdet Paşa, Kısası Enbiya, s.659) Yezit Mekke halkının bu itaatsizliğini ortadan kaldırmak için yönetici değişimleri, baskı ve rüşvet dahil her yöntemi kullanır. Ancak halk, boyun eğmeyecektir. Benzer durum Medine’de de yaşanmaktadır. Medine’deki itaatsizlik henüz bir siyasal önderliğe sahip olmadığından, Yezit, durumu değiştirmek için onlardan bir heyetle görüşmeyi talep eder. Gelenleri rüşvetle ve kendi yaşam tarzına uygun eğlencelerle satın almaya çalışır. Ancak bu rüşvetli, şaraplı, müzikli, dansözlü hilafet sarayı onları şok eder. Heyet Medine’ye geri döndüğünde; “Allah’a şahitlik ederiz ki biz onu azlettik” derler. Medine halkı Şam’a giden heyetten, “oğullarımdan başka kimse kalmasa bile ben bu adama karşı savaşırım” diyen Abdullah bin Hanzala’ya biat eder. Medine camisinde toplanan halk, üzerindeki herhangi bir eşyayı çıkarıp, “bunu nasıl atıyorsam Halifeyi de üstümden öyle atıyorum” diyerek Emevi iktidarıyla ilişkilerini kestiklerini ilan eder. (R. Dozy, İslam Tarihi, s.150) Böylece Halife Yezid, tam da Hüseyin sorununu halledip rahatladığını düşündüğü noktada İslam’ın iki kutsal kentinin halkı ve onların yöneticisi iki Abdullah ile karşı karşıya kalır. C 13 AB Falında Türkiye K Bunun üzerine Nümeyr, “Allah cezanı versin. Ben seni ehli re’y bir adam sanırdım. Seni hilafete davet ediyorum, sen katl ü helak istiyorsun” diyerek askerleriyle birlikte Medine’ye, oradan da Şam’a giderek yeni Emevi halifesi Muaviye bin Yezit’e biat eder. (Ahmet Cevdet Paşa, s.663) Bu köklü çözüm fırsatını kaçıran İbn Zübeyr, uzlaşmaz tutumundan pişman olmuştu, ancak iş işten geçmişti. Buna rağmen Hicaz, Yemen, Irak, Mısır halkı, bu ortamda Ona biat edecekti. Böylece İslam egemenliği, Ali’nin hilafet döneminde olduğu gibi tekrar ikiye bölünmüştü. Yezit’in oğlu Muaviye II’nin kısa halifeliğinden sonra hilafet koltuğuna meşhur Mervan bin Hakem, otururken, Emevilere karşı birleşen güçler de ayrışmaya başlayacaktı. Irak eksenli ve Kerbela’nın intikamını almak üzere Muhtar öncülüğünde Şii gücü yükselirken, İbn Zübeyr’in gerçekleştiriliyor ve İslam’ın bir farzının yerine getirilmesini engelliyordu. Artan tepkiler ve Ömer’in oğlu Abdullah’ın devreye girmesiyle kısa bir zaman için durdurulan mancınıklar, haccın bitişini müteakip tekrar çalıştırmaya başladı. Bu sırada ilginç bir gelişme oluyor ve mancınık taşlarından birinin tam Kâbe’nin üstüne düştüğü sırada, büyük bir gök gürlemesiyle mancınığın başındakilerin üzerine düşen yıldırım 12 askeri öldürür. Askerler yıldırımı Allah’ın gönderdiğini düşünüp büyük bir korkuyla bu işten vazgeçerler. Bunun üzerine, mancınığın başına bizzat geçen Haccac, bir yandan taş fırlatırken diğer yandan da kendi askerlerine, “korkmayın, Hicaz memleketinin adeti böyledir. Her vakit yıldırım olur. Bugün sizi yaktı, yarın onları yakar” (Tarihi Taberi, 3. cilt, s.301) der. Gerçekten de düşen yıldırımların bir kısmı da Mekke’ye düşüyordu. DİLEDİKLERİNİ KATL, BULDUKLARINI GASP... Yezit bu direnişleri ezmeye, yaşlı ve putperestliğe yakın Müslim bin Ukbet’il Meri’yi görevlendirir. Müslüm 12 bin askerle Hicaz’a gider. Önce Medine’yi kuşatıp teslim olmasını ister. Ancak halk reddeder. Bunun üzerine kanlı çarpışmalar başlar. Sonuçta tüm oğulları yanında İbn Hanzala’yı da öldürerek Medine’yi ele geçiren Müslüm, 3 gün boyunca Medine’nin yağmalanmasını serbest bırakır. Emevi askerleri de Medine’ye girip dilediklerini katl ve buldukları malları gaspedecektir. Böylece İslam’ın kurucu şehri (Medinei Resulullah) tamamen yağma ve harap edilecektir. (Ahmet Cevdet Paşa, s.661) Bu korkunç saldırıda pek çok İslam seçkini katledilecek, pek çok tecavüz gerçekleşecek ve Medine bu yıkım ve yangınlar sonucunda tanınmaz hale gelecektir. “Ölenlerin arasında 700 Kur’an hafızı da bulunuyordu. Bunların içinde Peygamberin Sahabe denilen yakın çevresinden 80 kişi vardı. Bedir savaşındaki Mekkelilere karşı kazanılmış ilk zaferde Muhammed ile savaşmış olanlardan hiç kimse bu felaket gününden kurtulamadı.” (R. Dozy, İslam Tarihi, s.152) Kerbela katliamından sağ kurtulmuş olan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ise, babasının misyonunun aksine Yezid’in bu uygulamalarına sessiz kalacak ve bunun sonucunda YezitMüslim terörüne muhatap olmayacaktır. Medine’nin başına gelen katliam ve tecavüz haberi Mekke’ye ulaştığında büyük bir infial yaşanır. Bu haber aynı zamanda sıranın kendilerine geldiğini göstermekteydi; nitekim Emevi ordusu Mekke’ye yönelmiştir bile. Bu sırada yaşlı komutan Müslim ölür, ama seferi durdurulmaz; Yezit komutayı Hüseyn bin Nümeyr’e verir ve orduyu takviye eder. Ancak tepkiler de uç safhadadır. Nitekim Medine’den kaçanlar yanında Hicaz genelinde de Müslümanlar İbni Zübeyr’e biat etmeye başlar. Öyle ki bir kısım Harici ve Şiiler dahil idealist Müslümanlar Kabe’yi savunmak için adeta Mekke’ye akıyordu. Sonradan Şiilere lider olacak olan Muhtaru’sSakafi’de bunların arasındaydı. Tarihel bir paradoks olarak Emeviler, önceden atalarının Müslümanlara karşı savundukları Mekke’yi bu kez Müslümanlardan ele geçirmek üzere saldıracaklardı; tabii Müslüman kimliğiyle ve İslam’ın birliği adına!.. vrupa geleceğini arıyor. Elli yıllık geçmişinden yola çıkarak önündeki elli yılın haritasını çıkarmaya çalışıyor. Bundan yarım asır önce savaşlardan bıkan, kıtaya barış ve refah getirmek için bütünleşmeye giden genç, dinamik bir AB yok artık. Ellinci yaşını garip bir buruklukla kutlayan, geleceğin ona getireceklerinden endişeli, güveni sarsılmış, arayıştaki bir AB var bugün. Böylesi bir AB gelecek planlarına Türkiye gibi bir ülkeyi eklemek için ne kadar istekli olacak? ??? AB Dönem Başkanı Almanya birliğin ellinci yaşına yönelik olarak 25 Mart günü yayımlayacağı bir deklarasyon üzerinde büyük bir gizlilik içinde çalışıyor. Berlin Deklarasyonu adı verilen bu belge AB’nin başarılarını, değerlerini, önceliklerini ve gelecekte karşılaşacağı zorluklara değinen birkaç sayfalık bir metin. Bu belge genel ifadelerle AB’nin bütünleşme sürecinin motoru haline gelen “barış ve refah” rüyasından, kıtada demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi değerlerin garanti altına alınmasından, iklim değişikliği ve yeni ekonomik düzen gibi küreselleşmenin getirdiği zorluklarla mücadeleden ve birliğin ekonomik başarılarından söz edecek. Avrupa halkı içinde tepkilere neden olan AB anayasası ve genişleme ise metinde net ifadelerle yer almayacak. ??? AB’nin ellinci yıl kutlamalarında yayımlanacak olan bu belgenin elbette yasal bir bağlayıcılığı yok. Ancak dış politikada en etkin enstrümanlarından biri haline gelen genişlemeden “bir başarı öyküsü” olarak söz etmemesi AB içindeki genel eğilimin önemli bir göstergesi. 2004’te on ülkenin ardından, Bulgaristan ve Romanya’nın katılımından “kıtada bütünleşmenin tamamlanması” şeklinde söz eden deklarasyon, genişlemenin geleceğini yine kuşku altına almış A oluyor. 2006 Aralık doruğunda genişleme stratejisini belirleyen AB bundan sonraki üyelikler için “katı koşulluluk” ilkesinin benimseneceğini açıklamıştı. Ayrıca gelecek genişlemelerde birliğin hazmetme kapasitesinin göz önüne alınacağı kararına varan AB liderleri bir de aday ülkelerin katılımın yönelik net tarihler verilmeyeceğini salık verdi. O gün AB liderleri aldıkları kararların aksini kanıtlamaya çalışırcasına “Genişleme durmadı, kapımız yeni üyelere açık” şeklinde ironi dolu mesajlar verdiler. ??? Türkiye ile müzakerelerin sekiz başlıkta askıya alınmasının aynı doruğa denk gelmesi ne kadar tesadüf olabilir? Türkiye alerjisi giderek artan bir AB kendi gelecek planlarına bu ülkeyi eklemeyi ciddi olarak düşünüyor mu? Dönem Başkanı Almanya birliğin ellinci yaşını aday ülkeleri çağırmadan kutlamak istiyormuş. AB anayasasının 2004 yılında imza törenine bile çağrılan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın birliğin ellinci yıl fotoğraflarında yer almaması gerektiği görüşü Avrupa halkının tepkilerinden çekinen bir dizi diplomatın başının altından çıkıyor olsa gerek. ??? Tüm bunların sembolik anlamı olduğunu düşünebilirsiniz. Ne ki kendi halkına sağlam bir içerik vermekten aciz AB’nin ister istemez sembollere tutunduğu da unutulmamalı. Sorun artık AB’nin Türkiye’yi istememesi değil. Sorun belki de kendi halkı tarafından istenmeyen bir kurumun gelecek yıllarda varlığını sürdürme çabası. Kendi halkının güvenini sağlayamayan bir AB, Türk halkının güvenini sağlamayı nereye kadar başaracak? Zaman artık AB için bir arayış zamanıdır. Kendi rüyasını bulması ise başka bir elli yıl alabilir. elcpoy?yahoo.fr hakimiyetinde Emevi karşıtı bir Sünni güç yükselişi yaşanıyordu. Hariciler de dördüncü bir egemenlik alanını oluşturmaya başlıyordu. Tabii ekonomik potansiyelleri ve yönetim tecrübesi daha yüksel Emeviler de toparlanıyordu. Yeniden herkesin herkesle savaştığı bir dönem başlayacak, şiddet ve vahşet örnekleri de artacaktı. Yakmalar, kafa koparmalar, el ayak kesmeler, ayaklanmalar, saf değiştirmeler, nizami savaşlar, pusular, vb. yollarla Müslümanlar acımasızca birbirlerini katledip duruyorlardı. Bu dönemde idealist, ama ufuksuz ve dogmatik Müslümanların birbirlerini yokeden savaşları, adeta Emevilerin yolunu düzleyecekti. EMEVİLERE KENDİNİ MASKARA ETME! BEN SENİ YÖNETMEYE YETKİN ADAM SANIRDIM Savaş şiddetli bir saldırıyla başlar. Ancak içeridekilerin çok etkili savunmaları sonucunda Emeviler bir türlü başarıya ulaşamaz. Bunun üzerine puta tapınma döneminde bile çiğnenmeyen şehir, özellikle “Allah’ın Evi” olarak kutsanan Kâbe, direnişi kırabilmek için mancınık ateşine tutulur. Bu inanılmaz saldırı sonucunda “hedefini bulan kayalar, yapının direklerini paramparça eder. Sonunda Kâbe’de yangın çıkacak ve bütünüyle harap olacaktır. Bu saldırılarda ‘Haceri Esvet’ de ilk felaketini yaşayacak ve yangında dört parçaya bölünecektir.” (R. Dozy, İslam Tarihi, s.153) Ama buna rağmen Mekke, onu savunanların ölümüne kararlılığıyla teslim olmaz. İşte bu sırada gelen Yezit’in ölüm haberi üzerine İbn Nümeyr, İbn Zübeyr’e; “Sen hilafete daha layıksın. Gel sana biat edelim. Dökülen kanları unutup genel af ilan edelim ve birlikte gidip Şam’ı ele geçirelim” şeklinde haber yollar. Ancak İbn Zübeyr bu öneriyi, “ben bu kanları heder edemem. Vallahi ehli Harem’den öldürülen her bir adam için sizden on kişi katlolunsa kaani olmam” diyerek reddeder. Bu sırada Mervan’ın yastıkla boğularak öldürülmesi ardından Emevi iktidarına Abdülmelik gelecekti. Abdülmelik bir yandan elindeki olanakları yeniden düzenlerken, Bizansla da barış imzalayarak Müslüman düşmanlarına karşı elini rahatlatacaktı. Bu arada rakiplerinin iç çelişkilerinden yararlanıp egemenliğini adım adım geliştirecekti. Önce Zübeyr’e biat eden toprakları birbir ele geçiren Abdülmelik, böylece onun beslenme kaynaklarını kurutacaktı. Ardından Türkmen topraklarının fethini de organize eden “zalim” lakablı Haccac’ı Mekke’nin fethine memur kılacaktı. “Haccacı Zalim” hazırlıklarını tamamladıktan sonra Mekke’yi kuşatır ve mancınıkla dövmeye başlar. İkinci kez yinelenen bu pervasızlık, bu kez accac, öldürülen İbn üstelik hac Zübeyr’in kafasını kestirip Şam’a zamanında gönderirken, gövdesini de, halkı terörize etmek amacıyla yüksek bir direğe astırır. Hicretle yaşıt olan Abdullah bin Zübeyr’in Mekke’nin üzerinde sallanan bu başsız ama boyun eğmemiş yaşlı bedeni, İslama dair idealist öğelerin de asılmasıdır. Emevi iktidarı, 9 yıldır giremediği Mekke’ye, nihayet 7 aylık bir savaşla girebildiğinde, İslam’ın bu kutsal şehri bir yıkım ve ölüm kentidir. 692 yılında böylece ruhu elinden alınmış şehirden Abdülmelik adına biat alınacaktır. Kâbe’yi bile, üstelik ikinci kez mancınık yağmuruna tutmaktan kaçınmayan bu gerçeklik, kutsalın, egemenlerin çıkarlarının sınırında bittiğini gösteren tipik bir göstergedir. Bu örnekte de görüldüğü gibi, halka kutsal diye sunulan değerler, egemenler açısından sadece halkı rahat yönetmek için kullanılan araçlar olmuştur. Nitekim iktidar çıkarları tehlikeye girdiğinde “Allah’ın Evi”ni bile yakmaktan çekinmemişlerdir. Onların birtek Kâbesi vardı, ki o da çıkarlarıdır. (E. Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, s.84) Mekke böylece teslim alındıktan sonra, birkez daha Kâbe’nin yeniden inşası gerçekleştirilecek, şehir Emevilerin dinsel vitrini olarak yeniden kurulacaktır. Ancak şehir hem artık eski ruhunu kaybetmiş olacaktır hem de zaten uzun dönemdir kaybettiği siyasal ve ekonomik merkezlik konumunu da bir daha edinemeyecektir. Bu son zaferle geleneksel Arap aristokrasisi, İslam bayrağı altında mutlak bir iktidar kuracaktır. Kuşkusuz ayaklanmalar, iç bastırmalar, muhaliflerin cezalandırılması, mezhep ayrılıkları ve ötekileştirici suçlamalar İslam tarihinin doğal parçası olarak hep devam edecektir. Ancak bundan sonraki farklılaşmaların Ali’leri, Hüseyin’leri, Abdullah’ları farklı karakterlerde biçimlenecektir. Bu son büyük ayaklanmanın bastırılması sonrasında kurulanın “İslam iktidarı” mı yoksa “Arap aristokrasisinin İslam kılıflı iktidarı” mı olduğu sorunu bizzat İslami literatür içinde bile süregelen ciddi bir tartışma konusudur. Ancak bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, realite İslam’ın artık böylesi monarşik iktidar yapıları içinde varlığını sürdüreceği, dinsel açılımların da esasen bunların yayılmacı ve despotik çıkarlarına göre şekilleneceği gerçeğidir. Bu acımasızlıkla 40 bin askerin aylardır sürdürdüğü saldırı sonucunda Mekke sayısız ölüm, yaralanma ve yıkımla iyice güç kaybederken, açlık da içerideki yaşamı dayanılmaz hale getirecektir. Aman isteyerek teslim olan Mekkelilerin sayısı hızla artarak 10 bini bulmuş, Mekke’nin direnme takati kalmamıştı. Haccac ise, can güvenliği ve büyük rüşvetlerle İbn Zübeyr’i teslim olmaya çağırıyordu. Bu ortamda İbn Zübeyr, sözüne büyük değer verdiği annesi Esma’ya; “halk benden ayrıldı, yanımda pek az adam kaldı. Düşman ise bana dilediğim kadar dünyalık veriyor. Senin rey’in nedir?” diye sorar. Esma vakur bir kararlılıkla; “eğer Hakk üzere isen ve halkı Hakka davet ediyorsan bunu sürdür ki, bu yolda hayli taraftarın öldü. Artık bu yolda devam et ve Ümmeye oğullarına kendini maskara etme. Yok eğer meramın dünya ise, sen ne fena adam imişsin ki, hem kendini hem de taraftarlarını helak etmiş olacaksın. Dünyada daha ne kadar kalacaksın? Ölüm daha iyidir” diyecektir. Bunun üzerine İbn Zübeyr: “Dünyaya asla meyletmedim. Fakat senin görüşünü bilmek istedim. Sen de benim kararımı güçlendirdin. Bak anne, ben bugün ölürüm. Kederin artmasın. Oğlun kötü bir işi seçmedi, zulüm ve haksızlık yoluna gitmedi” diyerek, bir avuç yoldaşıyla surların dışına çıkar; Haccac’ın şaşkın bakışları arasında saldırıya geçer, çarpışarak ölür. (Ahmet Cevdet Paşa, s.686) Almanya’da “yeşil sermaye” mağdurları için hükümete soru Almanya’daki “İslami holdingler” tarafından dolandırılan binlerce Türkün durumunu yeniden gündeme getiren Sol Parti (PDS) federal milletvekili Sevim Dağdelen, Alman devletinin bu gelişmeler karşısındaki rolünü sorguluyor. Dağdelen, federal hükümete bir soru önergesi vererek, gerekli denetimlerin yapılıp yapılmadığı hakkında açıklama istedi. FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) – Almanya’da “yeşil sermaye” tarafından dolandırılan Türklerin durumu için federal hükümete bir soru önergesi verildi. Sol Parti milletvekili Sevim Dağdelen, “yeşil sermaye” mağdurlarının durumuna yönelik çalışmaları hakkında bilgi verirken önergesiyle ilgili açıklamalarda bulundu. Sevim Dağdelen, amacının, Alman hükümetinin İslami holdingler tarafından dolandırılan Türkler hakkında herhangi bir çalışma sürdürüp sürdürmediğini ortaya çıkarmak ve kamuoyunu bu konuda aydınlatmak olduğunu söyledi. “İslami holdingler” başlığı altında anılan bu şirketlerin 90’li yılların ortasından itibaren Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde para topladığını, ancak para yatıranların vaat edilen kazançlar bir yana, yatırdıkları paraları bile geri alamadıklarını kaydeden genç politikacı, şunları söyledi: “Yüz binlerce insan milyarlarca avro dolandırıldı. Finansal faaliyet maskesi altında sürdürülen bu dolandırıcılık, yıllarca resmi makamların bilgisi dahilinde gerçekleşti. Soru önergesinde de belirttiğim gibi, cami dernekleri ve değişik örgütler bu dolandırıcılığa alet edildi ve bütün bunlar hakkında ilgili Alman kurumları da raporlar hazırladı.” Bu sürede Alman hükümetlerinin konuya ilişkin kamuoyuna yansıyan herhangi bir çalışmasının duyulmadığını hatırlatan Sevim Dağdelen, “Almanya’da yüz binlerce insanın alın terine el konulmasına seyirci kalmaya, başta hükümet temsilcileri olmak üzere kimsenin hakkı yoktur” dedi. Hazırladığı soru önergesinde yer alan 17 soru ile Alman hükümetinin bu ko H Sevim Dağdelen nuda yaptıklarını ve yapmadıklarını ortaya çıkarmaya çalıştığını belirten Dağdelen, şunları söyledi: “Bir bölümü Alman vatandaşı olan mağdurlara hükümetin bugüne dek hangi desteği verdiğini, zararları karşılamak üzere hangi adımlar atmayı düşündüğünü bilmek istiyorum. Ayrıca hükümetin AB Konsey Dönem Başkanı olarak Türk hükümeti temsilcileri ile görüşmelerinde bu konuyu gündeme getirmediğini sordum. Sorulara verilen yanıtlara bağlı olarak konunun takipçisi olacağım. 24 Şubat’ta Sayın Abdullah Gül ile Ankara’da gerçekleştirilen toplantıda bu konuya değinmiştim. Ancak sorularıma yanıt alamamıştım. Önümüzdeki nisan ayında, federal meclisin TürkAlman Dostluk Grubu’nun düzenlediği bir Türkiye gezisi gerçekleşecek. Türk hükümetinin ve TBMM’nin temsilcileriyle yapacağım görüşmelerde bu konuyu da dile getireceğim.” Ruhu Alınan Şehir
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle