06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 EKİM 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN Koşuşturmanın Ortasında layan bıçağa kurban edilip, parça parça çengellere asılması hayal ediliyor. Bunun da nedeni, hiç şüphesiz ki, 1923 Devrimi’nin aşısı olan eğitim anlayışının ve kurumlarının kapatılması, Cumhuriyet ışığını taşıyan insanların enjektör tarafından dışlanıp atılması ve sonunda uyanan enjektörün, hastalığa karşı direnecek aşıyı bulamayışı ve de öyle kuru, boşlukta duran bir süngü gibi çaresizlik içinde kendi başına kalışıdır! Lady Montagu’nun mektubunun üstünden tam 290 yıl geçti… Sarah Chiswell’e yazdığı mektubunda Lady Montagu, şu hüzünlü satırlara da yer vermiştir: “Ah, keşke bu korunma sevgili kardeşime de uygulansaydı da 18 ay önce ölmeseydi. Henüz yirmi yaşındaydı… Ah, keşke ben de korunabilseydim de güzel yüzüm çopur olmasaydı.” Sahi, özgürlüğümüzü, Cumhuriyetimizi korumak için yürekten söylenen kaç “keşke” vardır?.. Televizyon ekranında devrim ışığının sönmesinden kaygı duyan açıklamaları, beyanatları görünce “geçmiş olsun” diyorum… Düşünce suçlusu olarak yargıladığınız binlerce aydın, yıldırdığınız, işkencelerden geçirdiğiniz; annelerine, babalarına, eşlerine, çocuklarına gözyaşları döktürdüğünüz on binlerce insan adına, geçmiş olsun!.. Lady Montagu’nun mektubuna dönelim ve “kararlılık” konusunda yazdıklarını okuyalım: “Ama kararlıyım, oğluma bu yöntemi uygulayacağım. Sen de lütfen bu bilgiyi kraliyet ailesine aktar. İngiliz ulusunun da bu korkunç hastalığa karşı korunması en büyük dileğim.” 9 Ağustos 1721’de, çiçek hastalığına karşı Türk usulü aşılama yöntemi Newgate’de uygulanır. Aşının ilk yapıldığı insanlar da altı mahkum ve pek çok yetim çocuktur!.. Denekler, çiçek hastalarının arasına konulsa da aralarından hiçbiri ölmez!.. Çiçek hastalığı denilince aklıma ilk gelen yukarıda yazdıklarım değil, Âşık Veysel’dir aslında… Bu hastalık yüzünden daha çocukken gözlerini kaybeden koca âşık, şöyle diyor bir türküsünde: Üç yüz onda gelmiş idim cihana / Dünyaya bakmadan ben kana kana / Kader böyle imiş çiçek bahana / Levhı kalem kara yazmış yazımı Yıllardır bilimin dışlandığı bir ülkede yaşıyoruz… Okullarımızın duvarlarına “Hayatta tek doğru yol bilimdir” sözünü yazsak da, o yolda yürüyenlerin ayaklarına prangalar vuruldu, falakalarda acımasızca coplandı… Bilimi, demokrasiyi, sosyal hakları, hukuk devleti anlayışını savunanlar “Zararlı fikirler aşılıyorsun” denilerek susturuldu, ezildi, küstürüldü… Geriye ne mi kaldı?.. Âşık Veysel’in türküsündeki şu söz tam da uymuyor mu 2000’lerin Türkiyesi’ne: “Kader böyle imiş çiçek bahana”… Ebru Cündübeyoğlu’nun şiirindeki gibi, okul bahçesindeki koşuşturmanın tam ortasındayız… Ve daha bir özenle sakınmalıyız, aşılı kolumuzu!.. C 15 Enis BATUR Domuz gibi yazmak G enet'nin güzel yazma yönünde aşırı özen göstermiş olmasını, burjuvaları yaralama hedefiyle açıkladığı bilinir. Gerçekten de, özellikle sağcımuhafazakâr edebiyatçıları (ClaudelMauriac çizgisindekileri) çileden çıkaran, çocukluğunu ve gençliğini ıslah evlerinde geçirmiş, sonrasında hırsızlık suçundan hapishane kuşu olmuş birinin, yakası açılmadık eşcinsellik öyküleri kaleme almasından çok, bunu Racine'e, Flaubert'e yaraşır bir dil yaratarak gerçekleştirmesi olmuştu. Güzel yazmak, Gökçe Yazınların temel ölçütlerinden biri, önde geleniydi. Modern çağla birlikte, kaba hatlarında, yazınsal serüven ikiye bölündüğünde, kutuplardan birinde kalınlığını dönüşümden geçerek korudu: Ünlü Yazının Sıfır Derecesi'nde, Barthes'ın, "üslup zanaatı”nın özünü, her cümlesini defalarca yazmaktan geri durmayan Flaubert örneğinde yoğunlaşarak açıklamasından bu yana yarım yüzyıl geçmiş durumda. XX. yüzyılla birlikte, devrimci yazının çözücü bir boyut aldığını görüyoruz. Marinetti'den Hlebnikov'a, Apollinaire'den Pound'a, bütün Batı edebiyatlarında başkaldırı Dil'e ve kullanımına yönelmiş, yepyeni arayışlar devreye girmiştir. Güzel yazının horgörüldüğü bu dönemde, karşıyazı için pek çok nitelemenin kullanıldığı yadsınamaz, ben bunlardan birisine, Dubuffet'nin 1970'li yıllarda başvurduğu “domuz gibi yazmak” kategorisine değinmek istiyorum. Yakıştırmanın yaygın erişime ulaşmamış, dahası pek fark edilmemiş olması Dubuffet'nin bir sanat adamı olarak tanınmasına bağlanabilir sanırım. Oysa, güçlü ve özgün sanatının ötesinde, sıkı bir yazardı da Dubuffet: Kitapları, Gombrowicz'le yazışmaları, yazılı söyleşileri (Bâtons Rompus) ortada. “Domuz gibi yazmak” gözden kaçmış olmalı. Dubuffet, bin yıllık sanat geleneğini “Kültürel Sanat” olarak vaftiz ederek o bütünlüğün süregötürülmesine diklenmiş, yerine, dolgun bir koleksiyonunu oluşturduğu “Ham Sanat” ürünlerine komşu bir yaratma anlayışını önermişti. Bir aşamada, savunusunu yaparken güzel yazma çabasına kapıldığını saptayarak bir eliyle yanağını tokatlar: Sanat alanında kaçındığı, ne kaçınması, tepetaklak etme uğraşı verdiği zihniyetin yazı alanındaki karşılığını benimsemiş olduğunu algılar ve bir anlamda, “has sanat”ın izdüşümüne “domuz gibi yazma” önerisini yerleştirir. Eğretileme, apaçık çerçeveyi çizer: Homurtular çıkararak çamur içinde eşinen bir üslup. Şüphesiz, nicedir örnekleriyle karşılaşılmış bir yazma biçimiydi bu, Dubuffet adını koyduğunda: Özellikle Artaud, 1925 sonrasında “domuz gibi yazma”nın altın oranını pek çok metninde sergilemiş, sonuna dek çizgisini sürdürmüştü. Bir başka uçta, Céline'in monologlarından taşkın sayfalar seçmek güç değildi. Sonrasında, Beckett, güzel yazmanın domuzuna domuz gibi yazarak da mümkün olabildiğini kanıtlayan metinlerle çerçeveyi iyice genişletecekti. Burada, kışkırtıcı soru gelip dayanıyor önümüze: Bizim yazı geleneğimizde, domuz gibi yazma yoluna sapmış olanlar görüyor muyuz? Şeridi gözümün önünden hızla geçirirken, arada irili ufaklı şimşekler çakıyor. Çıkarabildiğim ilk örneklere bakınca şaşırıyorum: Onlardan biri, gene bir ressam: Fikret Muallâ. Özellikle de, Ferit Edgü'nün yayına hazırladığı defterlerinde fark ediliyor bu yaklaşım. Sonra, Neyzen Tevfik'te esintiler var, ki doğal. Bir de, bazı parçalarda Fikret Ürgüp'ün yalım taşıyan benzer tınıları. Ama asıl belirgin çıkış, 1950 kuşağında seçiliyor. Leylâ Erbil, Ece Ayhan, Sezer Tansuğ, Ferit Edgü bu biribirine hiç benzemeyen yazarlarda domuz gibi yazma eğilimi zaman zaman belirginleşmiş. Bir sonraki kuşakta, Mustafa Irgat ve İzzet Yasar'da somut adımlara rastlanıyor. Daha sonra, sıra küçük İskender'e geliyor. Domuz gibi yazı, yerleşik değerlere dil üstünden devrimci bir saldırı. Her dilin edebiyatında bir ayak değiştirme kipi. Güzel yazı kadar gereksinmemiz var ona. Hayvanolum, DeleuzeGuattari ikilisinin, köpek gibi yazan Kafka'dan başlayarak önümüze getirdiği bir koşul öyle “canon”la falan yürümüyor artık işler. Eylül Sürgünleri/ Hüseyin Şengün/ Kora Yayın/ 464 s. “Dönemler, zaman yumağı içinde alabora oluşlarla fazlalıklarını atarak tortulaşır ve gerçek kimliklerini arınmış olarak sanata, insanlara teslim ederler. Bu teslimiyet, gerçeğin işkencesiz, somut yansımasıdır. 12 Eylül gerçeği de, aradan geçen çeyrek yüzyıldan sonra tüm çıplaklığıyla teslim olmaktadır.” Daha önce “Emeğin Öfkesi” adlı yapıtı yayımlanan Hüseyin Şengün, öğretmen Ali Kemal’in gözünden 12 Eylül dönemini anlatıyor “Eylül Sürgünleri”nde. Küresel Köyün Efendileri/ Ertuğrul Dikbaş/ Karma Kitaplar/ 152 s. “Küresel Köyün Efendileri”, İsrail Devleti’nin asıl kuruluş amacı, Siyon bilgelerinin toplantı tutanakları, Yahudi olmayanları köleleştirme planları, Yahudi olmayanların nasıl yok edileceği, Bilderberg toplantılarına katılan Türklerin kimler olduğu hakkında bilgiler sunuyor. Vah/ Ahmet Mithat Efendi/ Sel Yayıncılık/ 196 s. “Vah”ta Ahmet Mithat Efendi, Osmanlının Batılılaşma sevdasıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal değişime parmak basıyor. Aşk, iftira, felsefe, ihanet, fedakârlık, şantaj ve ölüm kokan bu yapıt, ahlaki yozlaşma ile önyargılara dayalı sosyal çevre baskısının fertler üzerinde gösterdiği yıkım gücünü eleştirmesinin yanı sıra, döneminin İstanbul gerçeklerini ortaya koyuyor. Öykü ve Roman Yazma Sanatı/ Sevim Gündüz/ Toroslu Kitaplığı/ 116 s. “Bir hedefe ulaşmak için çabalarken nasıl ulaşacağımızı bilmek, uygun, yeteneklerimizle örtüşen hedefi seçmek kadar önemlidir. Merak veya ilgi duymak başka bir şey, bilinçle ve bilgiyle coşkuyu birleştirip bir şeyler yaratmak başka bir şeydir.” Bu kitap roman ve öykü yazmak isteyenlere bu tekniklerin ipuçlarını vermeyi amaçlıyor. Ayrıca bu teknikleri bilmenin okurlara, bir kitabı okurken neleri göz önünde bulundurmaları gerektiği konusunda yardımcı olmayı amaçlıyor. Kültür Tarihimizde Çeyiz/ Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Aylin Koç/ Picus Yayıncılık/ 382 s. “‘Yarım elma, gönül alma,’ denir. Yarım elma da olsa bir hatırlamadır ve hatırlatmadır. Seni unutmuyorum, sen de beni unutma demeye gelir ve tarafları tanrılar, kullar, azizler, imparatorlar, üstler, astlar, sevgililer olabilir... Yarım elma misali, “Çam sakızı çoban armağanı” da hediyenin büyüğü küçüğü olmaz dese de sunulan hediyenin uygunluğu ve değeri daima dikkate alınmıştır. Doğum, nişan, düğün, ölüm gibi toplum hayatında geçiş dönemini belirleyen dönüm noktalarında nelerin verileceği geleneklere bağlıdır. Gelenekler den uzaklaştığımızı düşündüğümüz modern toplum hayatında da verilen hediye belki farklı kıstaslarla yine hassas bir seçimdir.” Bu kitapta, Türk kültüründe çeyiz, haraç, rüşvet, hediye konusu ele alınıyor. Yalınayak/ Elin Hilderbrand/ Çeviren: Iraz Demir/ Altın Kitaplar/ 464 s. nin altına gizlediği bombayı patlatır. Arap asıllı İsrailli Doktor Emin, gün boyunca bu korkunç saldırının sayısız kurbanını ameliyat eder. Gecenin bir yerinde, onu acilen hastaneye çağırarak, saldırıda paramparça olan bir cesedin karısına ait olup olmadığını teşhis etmesini isterler. Emin, acı gerçekle yüz yüze gelir. Karşısındaki beden, karısına aittir. Daha da acısı, onlarca insanın ölümüne neden olan ve intihar saldırısını gerçekleştiren,15 senelik karısıdır. Roman, bir karakterin arkasında İsrailFilistin sorununu inceliyor. Kısa Türkiye Tarihi/ Sina Akşin/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 342 s. “Osmanlı İmparatorluğu’nda değişim rüzgârları XIX. yüzyıl başından itibaren güçlenmiş, çağdaşlaşma gereksinimi giderek vazgeçilmez bir hal almıştır. Sultan III. Selim’le başlayan bu süreçte önemli kilometre taşlarını oluşturan Islahat ve Tanzimat fermanları; onların peşinden gelen Jön Türk hareketi ve II. Meşrutiyet devrimi, son noktada Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimleriyle taçlanırken altı yüzyıllık bir imparatorluktan modern bir devletin doğuş öyküsü de şekillenmiştir. Ama bu öykünün içinde ileriye doğru her adım büyük mücadeleler ve acılar pahasına atılmış, reform ve hürriyet coşkularını istibdat dönemleri, görece istikrar ve huzur umutlarını bitmek bilmeyen yıkıcı savaşlar izlemiş, devrimler ve karşıdevrimler peş peşe sıralanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, gelgitlerle ilerleyen çağdaşlaşma serüveninin parçası olmuştur.” Prof. Dr. Sina Akşin, “Kısa Türkiye Tarihi”nde, XIX. yüzyıl başındaki ilk reform çabalarından 2000’li yıllar Türkiye’sine kadar uzanan çalkantılı süreci ele alıyor. afta sonları, Sakarya’da oturan anneannesine gitmek için Haydarpaşa Garı’na gelirdi ailesiyle… Küçük bir kız çocuğuydu o yıllarda ve kendini prenses, tarihi Haydarpaşa Garı’nı da sarayı sanmaktaydı!.. Trenin kalkış saatine kadar, perondaki bir bankın üstünde hayallere dalan o kız çocuğu Ebru Cündübeyoğlu’dur. Haydarpaşa Garı’nın prensesi büyüse de hayal dünyasının yıkılmasına izin vermez. O dünyada şiirlere de yer vardır. İşte, Cündübeyoğlu’ndan dizeler: Uzun teneffüste / gri okul bahçesindeki / siyah beyaz koşuşturmanın / tam ortasındayım / ve sen aşılı kolumsun 1715 yılında İstanbul’da bulunan İskoç cerrah Peter Kenned, kentle ilgili şu gözlemi kaleme alır: “Türkler, hastalığın 12. gününde sıvıyı topluyor, sıcak tutuyor ve başkalarının derisine çizik atarak bu sıvıyı bulaştırıyor.’’ Doktor Kenned’in sözünü ettiği çiçek aşısından başka bir şey değildir… Ve o yıllarda uygar Avrupa(!) çiçek aşısını bilmiyordu!.. Bu yüzden de, Türklerden aşılama yöntemini öğrenene kadar, Batı’da her yıl binlerce insan çiçek hastalığı nedeniyle hayatını kaybediyordu. Avrupa’nın çiçek aşısını Türklerden öğrendiğine dair önemli bir belge de, Lady Mary Wortley Montagu’nun, Sarah Chiswell’e yazdığı mektuptur. Söz konusu mektup, 1 Nisan 1917 tarihinde Edirne’de kaleme alınmıştır ve Londra’ya postalanmıştır. Lady Montagu’nun mektubunu yüzümüzü Batı’ya dönerek okuyoruz… Yooo! Bunun nedeni Avrupa’ya hava atmak değildir. Aman, öyle anlaşılmasın. Biz, güneş ışığı bilim tarihini daha iyi aydınlatsın diye sırtımızı Doğu’ya dönerek mektubu öneriyoruz. Bunun nedeni de bilimdir. Ne de olsa, mektubu aydınlatacak, daha iyi okumamızı sağlayacak güneş Doğu’dan yükselmektedir!.. Buyurun, okuyalım: “Edirne’de gözlerimle gördüm: Yaşlı bir kadın hafif hasta kişilerden aldığı çiçek kese sıvısını sağlam kişilerin koluna 45 çizik atarak uyguluyor. Sonra bu insanlar hastalıkla karşılaştıklarında ya hasta olmuyor ya da çok hafif atlatıyor. Burada güzellikleriyle ünlü Çerkes kızlarının çocukken bu yolla hastalığa karşı korunduklarını öğrendim. Hatta dağlarda hâlâ göçebe yaşamı sürdüren ve Yörük denen insanların böyle bir yöntemle kendilerini koruduğu söylendi bana.” Ayan beyan ortada olan gerçek, çiçek aşısının Anadolu’da bilindiği ve Batı’dan çok önce yaygın olarak kullanıldığıdır. Bulaşıcı çiçek aşısının özellikleri hakkında bilinen en eski belge ise İÖ 430 yılına aittir. Bu belgede Tukidides, hastalıkla ilgili şu gözlemini aktarır: “Hiç kimse hastalığı ikinci kez kapmıyor. Kapsa bile ikincisi de asla ölmüyor.’’ Ne acıdır ki, günümüzde Anadolu denilen bu uygar, bilge topraklarda tarihin çarkı geri çevrilmek isteniyor, bağrına mayınlar döşeniyor. Emperyalizm denilen kasabın elinde par H Sıcak bir haziran günü, iki küçük çocuk ve üç kadın Nantucket Havaalanı’na inerler. Çocukların annesi Vicki’nin ciddi sağlık sorunları vardır. Arkadaşı Melanie yedi başarısız tüpbebek tedavisinden sonra hamile kalmış fakat kocasının kendisine ihanet ettiğini öğrenmiştir. Vicki’nin kız kardeşi Brenda ise öğrencisi ile yaşadığı yasak aşk ortaya çıkınca üniversitedeki görevinden kovulmuştur. Üç kadın da kişisel dertlerinden uzaklaşıp Nantucket’ın huzur verici ortamında yaz aylarının, denizin ve güneşin tadını çıkarmak isterler. Yirmi iki yaşında bir genç olan Josh Flynn, elinde olmadan bu üç kadının hayatına karışır. Saldırı/ Yasmina Khadra/ Çeviren: Nevra Gürsoy/ Destek Yayınları/192 s. Nobel ‘kök hücre’ye 2007 tıp ödülüne, çığır açan buluşları nedeniyle ABD’li bilim adamları Oliver Smithies, Mario Capecchi ve Martin Evans layık görüldü STOCKHOLM (AA) 2007 Nobel Tıp Ödülü’ne kök hücre çalışmaları nedeniyle ABD’li bilimadamları Oliver Smithies, Mario R. Capecchi ve Martin J. Evans layık görüldü. İsveç’teki Nobel Komitesi’nin açıklamasında, 3 bilim adamının, gen tedavisi yöntemlerinin geliştirilmesini sağlayan kök hücre üzerindeki çığır açan buluşları ve DNA’nın yeniden bir araya getirilmesine yönelik çalışmaları nedeniyle ödüllendirildiği belirtildi. Açıklamada, farenin gen haritasından faydalanan ve ilkel hayvanlarda bulunan bir geni tekrar inşa eden Capecchi’nin (70), doğuştan gelen hastalıkların nedeninin ortaya çıkarılmasında çok büyük bir adım attığına dikkat çekildi. Komitenin açıklamasında, Evans’ın (66), hastalıkların tedavisinde fare genlerinden yararlanarak yaptığı çalışma ve Smithies’in (82) kistik fibroz, cooley anemisi ve hipertansiyon gibi birçok hastalığın tedavisi için fareler üzerindeki gen çalışmalarının önemine değinildi. Smithies bir araştırma üzerinde 20 yıldan fazla çalışmanın ardından, bu düzeyde kabul edilmiş olmaktan duyduğu memnuniyetini dile getirdi. Capecchi, Smithies ve Evans, 1.5 milyon dolarlık (yaklaşık 1.77 milyon YTL) para ödülünün de sahibi oldu. Ödüller sahiplerine 10 Aralık’ta verilecek. Tel Aviv’in insan kaynayan restoranlarından birinde, bir kadın, hamile elbisesi
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle