07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 3 bin kadar Aborijin Sydney’in göbeğinde, ama günümüz Sydney’inden onlarca yıl ve binlerce kilometre uzakta yaşıyor Aborijinlerle Ateş, Bira ve Sohbet... ABORİJİN SÖZLÜĞÜ Aborijinlerin 200’den fazla dili ve bu dillerin 700 kadar lehçesi var. 1960’lardan sonra pek çok Aborijin hem kendi dilinde hem İngilizce yazılı eser vermeye başladı. Oodgeroo Nunukul, Pat Torres, Bob Maza bunlardan bazıları. Aborijin dilinden küçük bir sözlük aktaralım: Adloo: Biz Alkoo: Ziyaretçi Allabukine: Yağmur Bahal: Ağaç Bamburr: Kanguru Bara: Onlar Birrali: Çocuk Blungbai: Baba Boolool: Karanlık Gallang: İyi Konol: Gökyüzü Marte: Taş Milki: Göz Narkindie: Mağara Naka: Su Panda: Kalp Takkin: Yemek Tiendi: Yıldız Yaman: Konuşmak Ya: Evet ydney kent merkezinin gökdelenlerini arkamızda bıraktık. Binlerce yıl önce Asya kıtasından Avustralya kıtasına gelen yerlilerin, yani Aborijinlerin yaşadığı Red Fern semtine doğru ilerliyoruz. 3 bin kadar Aborijin Sydney’in göbeğinde, ama günümüz Sydney’inden onlarca yıl ve binlerce kilometre uzakta yaşıyor. Başlıca rehberimiz Ercüment Aslan. Ercüment, Türkiye’de boks sporuyla uğraşmış. Uluslararası alanda birincilikleri var. Gençler dünya şampiyonu olmuş. Şimdi Sydney’de daha profesyonel bir spor yaşamına merhaba demiş. Avustralya’nın Aborijin kökenli en ünlü boksörlerinden birinin arkadaşı. Ercüment’in Türkiye ve Avustralya macerası ayrı bir anlatım konusu... Ercüment’le birlikte yanımızda Sydney’deki Türkçe yayımlanan gazetede çalışan Taylan ve Zülfikar var. Red Fern, kente öylesine yabancı ki; geçen aylarda bir olay nedeniyle polisin girmesi gerekmiş, izin vermemişler. Olaylar çıkmış. Ana yoldan Red Fern semtine döndüğümüzde, tam karşımıza iki katlı, tepesinde siyah ve kırmızı zemin üzerinde sarı daireli bir bayrağın dalgalandığı bina çıktı. Zülfikar, “Red Fern Belediye binası, bayrak da Aborijinlerin” dedi. Doğrusu biz de biraz tedirgin ve heyecanlıyız; Aborijinler geçmişte yapılan kimi haberler nedeniyle semtlerine gazeteci de sokmuyormuş. Ercüment’in buradaki spor salonunda arkadaşlarının olması başlıca avantajımız. Nikaragua’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, Zimbabve’de, Mısır’da, bu tür tehlikeli yerlere girişte uyguladığım bir formül vardı: Gülümsemek iki insan arasındaki en kısa mesafedir. Gülümseyerek git, kendini onlara teslim et. İlk merhabadan sonra onları deyim yerindeyse teslim al! Burada da onu deneyeceğim... C dizi 12 EKİM 2007 CUMA S Redfehr’de doğal bir akşam üstü. DIDJERIDU: Ateşin etrafında erkekler var. Çoğu ayakta. Az ötede kadınlar tahta bir zemin üzerinde az sonra saracakları esrarı kıyıyorlar. Bize ters baktılar. Onlara fazla yanaşmadan ayaktakilerle birlikte fotoğraflar çektik. Bu ateş grubunun hemen alt tarafında da daha dar bir grup vardı. Onların ateşi alevli değil ama iyi közlenmiş. Oraya yöneldik... Bizi daha sıcak karşıladılar. Ellerindeki bira şişesini vücutlarının bir parçası gibi tutuyorlar. Biranın arkadaşı da sigara. Aborijinlerin alkol ve sigara tutkunu olmasının bilinçli bir politikanın ürünü olduğu iddiaları var. Büyük çoğunluğu yıllar önce kıyılan Aborijinlerden arta kalanların işini de alkol bitiriyor olsa gerek! OKSULUM, YURTSUZUM, MUTLUYUM!’ İkinci ateşin başında iki kişi, hemen arkasında da birkaç kişi var. Ateşin gölgesinde ve sıcaklığında iri siyah başlı, kıvırcık saçlı olanıyla tanıştık; adı Stefan. Öteki Wilson, beyaz saçlı, gözlüklü. Burada beyaz adları almışlar. Birçoğunun yerli dilden adları da var ama kullanmıyorlar. Stefan adını söyleyeceği zaman bile “Ste” deyip bir yudum bira alıyor, “fan” deyip sigara çekiyor. Bizim ellerimiz boş. Sohbete katılmak için onlardan olmak gerek. Bütün derdim kentin ortasındaki bu kendilerine özgü yaşam biçimlerini biraz tanımak, sohbet etmek. İngilizce anlaştık. Önce Stefan’a takıldım: Biz arkadaş olmak istiyoruz ama elindeki bira sana bizden daha yakın... Birayı bir ödül gibi göğsüne kadar kaldırdı, onaylar biçimde gülümsedi. Baktım ki bağları güçlendirecek nokta bira, onun üzerine sohbete devam ettim: Ben de bir tane içebilirim... Ama size yük olmak istemiyorum... Birlikte gidip alalım, birlikte içelim! Stefan hemen kabul etti. Ama Wilson bizim anlamadığımız bir şeyler söyledi. Vücut dilinden, “adamlar misafir, bunlara bira aldırılır mı, hem kim oldukları da belli değil” gibi sözler hissettim. Wilson’ın iki omuzundan tutup “Bu yaptığın dostluğa yakışmaz” dedim. Stefan’la biz kazandık. Spor salonuna uğrayıp döndükten sonra Stefan ve bizim ekip bira alacağımız yere doğru yola çıktık. Ortadaki boş arsanın kıyısında kırık dökük iki çocuk oyun aracı vardı. Demek ki, burası park olarak düşünülmüştü, bizimkiler kendi yaşam biçimleri doğrultusunda kullanmayı yeğlediler. Stefan, yoksul olduğunu, hükümetin verdiği işsizlik parasıyla geçindiğini, yurtlarının ellerinden alındığını anlattıktan sonra şaşırtıcı bi Aslan kükremesiyle rüzgâr uğultusu Avustralya yerlileri Aborijinlerin kendilerine özgü bir çalgıları var. Adı; didjeridu. İddia o ki, dünyanın ilk üflemeli çalgısı bu. Uzun bir boruyu andırıyor. Ağaç dalı biçiminde. Sydney’in ana meydanlarında Aborijinler zaman zaman bu özel çalgılarıyla konser veriyorlar. The Rocks’da bir kez, bir de Mavi Dağlar’da dinledik. Mavi Dağlar’da tanıştığımız Guragulu sırtına geçirdiği hayvan derisi, çıplak ayakları ve yüzüne sürdüğü beyaz boyalarla tam bir Aborijin gibi yaşıyor. İşi biraz ticarete dökmüş. Selam versen para istiyor. Hakkını yemeyelim bize iyi bir didjeridu konseri de verdi. Arada elindeki müzik aletini alıp çalmak istedim, üfle üfle yok... İyi üfürdüğümü sanırdım ama değilmiş! Sonra Guragulu aldı. Bir üfleyişte değişik sesler çıkarmaya başladı. Müziği nasıl anlatmalı? Bir an yırtıcı bir hayvanın kükremesini hissediyorsunuz, onu bir rüzgâr uğultusu izliyor. Derken, tepeden bir kuş ötüyor sanki. Arkamızda bir kaya mı düştü ne, öyle bir ses işitiyoruz. Guragulu, didjeriduyu çalarken sadece üflemiyor, elindeki bir çubukla dışarıdan da vuruyor. Her vuruşta ses değişiyor. Buna, nefesli vurma mı demeli, ne demeli! BORİJİNLER: KITANIN YOK OLAN SAHİPLERİ Stefan, duvar resimlerinin anlamını anlatıyor. 1770’te kaptan James Cook “Bol sulu ve daha önce hiç görmediğim hayvanlar var” dediği Avustralya kıtasına demir attı. Gemide 1000 kadar yolcu vardı. 750 kadarı değişik suçlardan ağır cezalara çarptırılmış İngiliz, 200 kadar gemici ve 50 çocuk. O gün, adaya binlerce yıl önce, kimi tahminlere göre 5060 bin yıl önce, Asya kıtasından geldikleri öngörülen yerlilerin sayısı 700 bin kadardı. Dünyanın önemli bir bölümünün buzullarla kaplı olduğu dönemde Asya kıtasından yeni kıtaya göç mümkündü. Büyük olasılıkla Asya’dan gelen kıta yerlileri yıllar sonra buzullar eriyip araya denizler girince dünyanın öteki bölümlerindeki gelişmelerden tümüyle koptular. Beyaz adam kıtaya geldiğinde yerlilerin yaşam biçimi yontma taş devrini, bir bakıma tarih öncesidevri gösteriyordu. Beyaz adam onlara Latin kökenli “başlangıçtan beri” anlamına gelen “Aborigine” adını verdi. Zamanla yerliler de bu adı benimsediler ve onlara Aborijin dendi. Başlangıçta beyazların yerleşmesi çok sorun olmadı. Ancak, kıtada madenler çıkmaya ve işletilmeye başlayınca işler değişti. 19. yüzyılın başında ilk karşı koymaların ardından, beyazlar “Aborijin avı serbest” dediler. Yani onlar, tıpkı doğadaki hayvanlar gibi vurulabilecek, öldürülebilecek. 20. yüzyılın ortasında ise Aborijinleri atom denemeleri bekliyordu. Uçsuz bucaksız topraklarda yapılan denemeler sonucu pek çok Aborijin, aşırı radyasyon nedeniyle yaşamını yitirdi. Bugün Avustralya’da “Ben Aborijinim” diyenlerin sayısının 250 bin kadar olduğu tahmin ediliyor. ‘Y AYDINLATTIĞI SEMT Belediye binasından sağa döndüğümüzde, binanın tepesindeki bayrağın tam karşımızdaki spor salonunun dev arka duvarına boyanmış olduğunu gördüm. Ayrı bir dünyaya geldiğimizin ilk fotoğrafıydı. Gün karardı kararacak... Bu saatte gelmemizin bir nedeni de gündüz çoğunlukla evlerinde olan Aborijinlerin akşamüzeri dışarı çıkıp ateş yakarak bir araya gelmesi. O anı yakalamak güzel olacak. Öyle de oldu... Sağımız solumuz duvar diplerinde yakılmış ateşler ve etrafındaki insanlarla dolu. Odun parçalarından meyve kasalarına kadar ne buldular ateşe atmışlar. Duvarlar da yerlilerin binlerce yıldan beri taşıdıkları motiflerle süslü. Kıyıları ateşlerle örülü boş alanın devamında iki katlı, balkon demirleri “Sydney motifleri” adı verilen işlemelerle dolu evler var. Buradaki evler Sydney’in öteki semtlerindekilere benzemiyor. Yarı yıkık, bakımsız, göze çok hoş gelmeyen eklemeler, çıkarmalar yapılmış. Aracı spor salonunun önüne park ettikten sonra doğru ateşlerin yanına... kalabalık bir gruba yaklaşırken burnundan akan sümükler hoş takıları andıran sevimli mi sevimli 45 yaşlarında bir çocuk bize gülümsedi. Tuttuğum gibi havaya kaldırdım. Nasıl da güzel gülümsüyor. Kendimi bir an Amazon yerlilerinin arasında hissettim. Oradaki çocuklara çok benziyordu. Çocuk kucağımda büyüklerin yanına yaklaştım. Onların resmini çekmek değil, onlarla birlikte bir resim çektirmek istediğimi söyledim... Derken çocuğun ablası geldi. Bir iki dakikalık haşır neşir süresinden sonra artık onlara katılmıştık. ODUN ATEŞİNİN A çimde “Mutluyum” dedi. Nedenini sordum, fazla bir gerekçe üretmedi ama parça parça ifadelerde şunu söyledi: “Yaşıyoruz işte... Ne kadar çabalasak bu topraklar artık bizim olmayacak... O zaman nasıl yaşanır ona bakmak lazım...” İki katlı evlerin ortasında, yarı karanlık bir sokakta ilerliyoruz. Kimi kapılar açık, içerisi dışarısından dağınık... Semtin ucundan sola döndük. Stefan eliyle küçük tuvaletinin geldiğini işaret etti ve tuvalet molası istedi. Etrafta tuvalet benzeri bir yer yoktu. 5 adım ileri gitti, duvarın dibini sulamaya başladı. İki ayağının arasından bir derecik akıyordu! Pantolondaki son hamlesini tamamlayıp yanımıza geldi. Rahatladın mı diye sordum, keyifle güldü. Bira alacağımız yere tam bir ad vermek zor. İçeri iki hamlede giriyorsunuz. Kapının yarısı yarım metre önde, önce oraya giriyorsunuz. Sonra yanlamasına bir adım atıp öteki açıklıktan içeri geçiyorsunuz. İçeriden bir şey alıp kaçmak zor! S’yi andıran bir salondayız. Sağımızda bira içiliyor. Tam karşıda içki ve sigara satılıyor. S’nin öteki ucunda kumar makineleri var. Tek kollu canavar burada da yaşama hâkim. Bir kasa bira ve sigara alıp çıktık. Stefan’ın keyfine diyecek yoktu. Dönüşte Wilson bizi, ayağa kalkıp birkaç adım yaklaşarak karşıladı. ÖRKİYE HA... OTTOMAN... GALLİPOLİ...’ Wilson’un gözlükleri ve sözcükleri gösteriyor ki, okuyup yazmış. ‘T Mavi dağlarda Aborijin gurangulu. Biz bira alımından dönünceye kadar da söyleyeceklerini hazırlamış. Kapağı elle açılabilen biradan birer yudum aldık, Wilson söze girdi. Ağzından ilk dökülenleri asıl haliyle aktarmalıyım: “Törkiye haaa... Ottoman... Gallipoli peninsula... Big War... Törki general...” Wilson şunları anlattı: “Türkiye’yi biliyorum. Osmanlı dönemi vardı. O zaman bunlar (Avustralyalıları kastederek) bir ordu kurup İngilizlerle oraya geldiler. Gelibolu Yarımadası’nda büyük savaş yaşandı. Bunlar savaşı kazanacaklarını sandılar ama bir Türk general var, adı neydi? (biz Mustafa Kemal dedik) Haaa Kemal, o bunları geri gönderdi...” Wilson’a spor salonu duvarındaki bayrağın anlamını sorduk, şöyle anlattı: “Siyah insan, kırmızı toprak, sarı da güneş. Hayat bunlardan oluşur. Bayrağımız da onu temsil ediyor.” Wilson’a duvardaki, yılan, koala, insan resimlerinin anlamını sorduk. Tümünün kendi yaşamlarının bir parçası olduğunu söyledi. Daha sonra ayrıca öğrendim ki, bizim yılan diye baktığımız çizimler, ırmakları ve dik kıvrımlarıyla dağları da temsil ediyormuş. Wilson’la sohbet sürerken Stefan yanında bir beyazla geldi. Onun da adı Stefan’mış. Akrabasıymış. “Nasıl olur”, dedik. Anlattı: Beyaz Stefan’ın annesi tam bir Aborijin. Bir İngilizin tecavüzüne uğramış ve o doğmuş! Stefan’a beyazlar, “Sen Aborijinsin” diyormuş. Aborijinler de “Sen beyazsın.” Bu şekilde yaşamını sürdüren çok kişi varmış. Red Fern’den ayrılırken ikişer kez öpüştük... Uzun uzun el salladık... BİTTİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle