06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 EKİM 2007 CUMA tarihçe PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Kudüs ve Selahattin Erdoğan AYDIN Geçen 2 Ekim tarihi, 88 yıl Haçlıların elinde kalan Kudüs’ün, 1187’de Selahattin Eyyubi tarafından geri alınışının 820. yıldönümüydü. Yaşadığımız koşullarda bu yıldönümünü asıl önemli kılan şey, Kudüs’ün hâlâ el değiştiren ve hâlâ acı çeken bir kent olması yanında, Ortaçağ’ın aynı zihniyet dünyasını paylaşan iki rakip medeniyetin bu kentin tarihini hâlâ tarafgir ve koşullandırıcı bir yerden yazıyor olmasıdır. Oysa soruna bilimsel bir nesnellikle ve insan eksenli baktığımızda gördüğümüz şey, dünyaya egemen olma ‘hakkı’ etrafında şekillenen iki rakip dini medeniyetin ‘kutsal’ savaşları sürecinin gelgitleridir. Buna rağmen Kudüs’ün tarihi genellikle ‘ötekinin’ katliam ve işgali, ‘bizim’ ise kurtarma ve haklılığımıza indirgenerek yazılıyor. Oysa hangi aidiyetten olursak olalım, sonuçta şehrin o anki sakinlerinin hak ve inançlarının aşağılanıp arındırılması söz konusu; ki burada doğru tutum, ancak evrensel bir insanlık paydasında geliştirilebilir. Ç ÇATIŞMA HAÇLILARI UNUTTURUYOR Haçlı Seferleri’nin tarihsel işgaller ve hak ihlâlleri zincirinin en çarpıcı, en çirkin örneklerinden biri olduğunu yinelemek özel bir anlam taşımıyor; esasen bu gerçeğin utancı, bir önceki Papa örneğinde gördüğümüz gibi artık Vatikan’ın bazı din adamlarına kadar uzanmış vaziyette. Kendi adımıza sürecin bu tarafını da olabildiğince soğukkanlı irdelemeye gereksinimimiz var. Buradan olaya girdiğimizde karşımıza çıkan gerçeklerden biri, Haçlıların Kudüs’ü işgal edebilmelerini sağlayan asıl nedenin, Müslüman dünyasının birbirini acımasızca kıracak denli hoşgörüden yoksunluğu ve yaşadığı içsavaşlardır. O dönemin İslam coğrafyasında Selçuklu egemenlerinin göçebe Türkmenlerle, Abbasilerin Fatımilerle, yükselen beyliklerin diğer beyliklerle, Sünnilerin Şiilerle, Sünni ve Şii Ortodoksların Batınîlerle yaşadığı çelişkilerin şiddeti, Müslüman otoritelerin Haçlı saldırganlığı ile yaşadığı çelişkiden çok daha baskın bir özellik göstermekteydi; ki bu durum, Latinlerin Kudüs’ü alıp bölgeye yerleşmeleri sonrasında da devam edecektir. “Müslümanlar cihat düşüncesinden o denli uzaklaşmışlardı ki, XI. yüzyılın sonunda Batılı Haçlıların Filistin’i işgal edip Kudüs’ü almaları karşısında, çevredeki Müslüman ülkeler fazla bir tepki vermemişlerdi. Hatta bazı Müslüman hükümdarlar onlarla dostça ilişkiler kurmak için istekliydiler ve bazı Müslüman devletler arasındaki rekabetlerde Hıristiyan prenslerin ittifakını arayacak kadar ileri gitmişlerdi.” (B. Lewis, Ortadoğu, s.275) Bu koşullarda Bağdat Kadısı elHerevi, Halifenin sarayına öfkeyle dalarak: “Nasıl olur da Suriye’deki kardeşlerinizin develerinin eyeri ya da akbabaların kursağı dışında yaşayacak yerleri yokken, siz burada güvenliğinizin rahatı içinde uyuklar, çiçekler kadar havai bir hayat sürersiz?” diye tepki verecek ama sonuç alamayacaktı. “Ne Abbasi halifeleri ne Selçuklu sultanları Haçlılara karşı bir cihat açmak niyetindeydiler. Haçlılara tepki gösterme işi, onların Müslüman komşularına kalmıştı. Etkin bir kampanya ve cihat ancak 1140’larda Musul ve Halep’i yöneten Zengi sülalesi tarafından başlatılacaktı” (F. Robinson, İslam Dünyası Tarihi, s.83) C 13 Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler Kudüs’ün Kaderi Esasen Kudüs’ün kaderi önceki İslam egemenliğindeki dönemlerde de, özellikle Abbasilerin çözülme dönemlerinde de kötü olacaktır. Mısır ve Batı Asya’ya egemen İslami otoriteler arasında el değiştirip duracak ve her seferinde savaşın tecavüz ve yıkımlarına uğrayacaktır. Bu gitgeller sürecinde Kudüs’ün farklı dinlerden sakinlerinin iç ilişkileri de bozulacak, yükselen taassup içinde özellikle Müslümanların Hıristiyanlara saldırtılması olayları yaşanacaktır. Saltanatını Halifeye onaylatan Tuğrul Bey 1055’te Fatımilerin elindeki Filistin’e saldırarak onu zorbalıkla ele geçirecektir. 1070’te ise komutan Atsız, Selçuklular adına Kudüs’ü işgal edecektir. “Çok geçmeden Kudüs şehri yeniden başkaldırdığı için, Atsız burayı 1077’de tekrar kuşatmak zorunda kaldı ve şehri ele geçirdikten sonra, şiddetli bir kıtâl vukua geldi. Yalnız Sahra Camiine sığınanlar canlarını kurtarabildiler. Halbuki Aksa camiine kaçanlar kılıçtan geçirildi.” (İbn alAşir’den akt. İslam Ansiklopedisi, C.6, s.958) Fatımiler 1096’da şehri tekrar ele geçirecek ve Selçuklu saldırılarını göğüsleyecektir. Ancak Fatımilerin egemenliği de uzun sürmeyecektir çünkü İslami egemenlikler arası kavganın da uygun kıldığı ortamda Haçlılar gelip 15 Temmuz 1099’da şehri ele geçirecektir. Bu kez onlar öncekilerden büyük bir kıtâl ve yağma uygulayacaktır. Papaz Aquilers’li Raimond, sonradan yazdığı vakayinamede: “Kentin tüm sokak ve meydanları kafa, el ve ayak yığınlarıyla kaplanmıştı” der. Ama ona göre insanlar layığını bulmuştu: “Ne kadar münasip bir ceza! Bunca zaman Tanrıya edilen küfürlere katlanmış olan yer şimdi kâfirlerin kanıyla örtülü” der. (S. Parlar, Türkler Kürtler, s. 185) İ NURETTİN’İN YÜKSELİŞİ 1127’de Irak Selçuklu Sultanı Mahmut tarafından Musul’a Atabey (vali) olarak atanan Zengi, egemen olduğu Mezopotamya ve Suriye’deki halkın hassasiyetleri nedeniyle kendisini Haçlı sorunuyla karşı karşıya bulacaktı. 1128’de Halep’i alıp zayıflamakta olan Selçuklulardan da bağımsızlaşarak güçlenecekti. 1144’te Urfa’yı almayı başarınca hem Haçlı egemenliğini baskı altına alan bir konum elde edecek hem de Haçlı karşıtı hassasiyetlerin temel ilgi odağı olacaktı. Zengi’nin Haçlı karşıtı misyon üzerinden bu yükselişi, oğlu Nurettin’in iktidarından sonra daha da güçlenecekti. Haçlı karşıtı hassasiyet giderek yayılmaktadır. Nitekim Nurettin’in yardımı ile Haçlı kuşatmasını püskürten Şam kenti, 1154’te Selçuklu yönetimine karşı ayaklanıp kendini Nurettin’e bağlayacaktı. Şam’ın siyasal önemi ve Şam halkının bu tavrı “Haçlılara karşı yeni bir Müslüman toplumsal ve dinsel ruhun yeraltındaki gelişimini açığa vurur. Kudüs’ün dinsel değeri ve cihadın önemi konusunda mültecilerin önayak olduğu edebi ve dinsel kampanya, Şam’ın Nurettin’e teslim edilmesinin nedenini açıklar.” Haçlılara karşı çıkan Nurettin, bu ruhun önderi olarak sivrilir. (İ. Lapidus, İslam Toplumları tarihi, s.479) Bu süreçte İslamcı söyleme başvuran “Nurettin, Hıristiyanlarla iyi geçinen Bizans müttefiki Kılıç Aslan’ı dinsizlikle suçlar, cihat yapmayışını kınar. ‘Müslüman memleketin sultanı olabilmesi için imanını tazelemesini ve Müslümanlarla değil Hıristiyanlarla savaşmasını’ ister.” (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, c.4, s.1837) Bu sırada Mısır tayin edici bir önem kazanır. Esasen İslam dünyasını belirleyen Sünni Şii ayrışması üzerinden Fatımi iktidarın devrilmesi, Abbasi, Selçuklu ve ardılı devletlerin temel sorunudur. Ancak bölgeye iyice yerleşen Kudüs Latin Krallığının Mısır’ı ele geçirmek için manevraları yanında Fatımi rejiminin yaşadığı politik çözülme nedeniyle sorun acil hal alır. Mısır’ın bu süreçte daha da artan önemi ise, öncelikle onun ekonomik değerinden kaynaklanır; çünkü ticari kavşak olması yanında aynı zamanda zengin bir tahıl ambarıdır. (S. Parlar, Türkler Kürtler, s. 192) Nurettin, 1169’da General Sirkuh ve yeğeni Selahattin’in komutasında Mısır’a asker yollar. 1171’de Selahattin Fatımi halifeliğini ortadan kaldırarak sorunu Nurettin adına çözer. Bununla yetinmez, durumu güvence altına almak için Sünni bir yeniden yapılandırmayla Mısır’daki Şii egemenliğini dağıtıp halkın dönüştürülmesi sürecini örgütler. Asıl Neden Ekonomik Mısır’ın fethi, bu Kürt komutanın tüm Sünni dünyada hızla popülerleşmesini sağlarken, aynı zamanda Haçlılar karşısında yaşanan, kabullenme ve direnme aşamalarından giderek karşı atak aşamasına geçilmesine olanak sağlar. Ancak burada sürecin başından beri Haçlılara karşı güç biriktirmek üzere planlandığı düşünülmemeli. Gerek işgal bölgelerinde halkın yaşadığı baskılar gerek İslami gururun çiğnenişi, Halife yanı sıra Müslüman devlet egemenlerinin birbirleriyle olan kavgasının önceliklerini değiştirmeye yetmeyecekti. Hiçbir İslami otorite diğer İslami otoritelere Haçlılara karşı birlik önermez. Hepsinin temel kaygısı kendi egemenliklerini yaymak ve bunun için birbirlerini altetmeye çalışmaktır. Haçlı seferlerinin ilk yüzyılında Müslüman otoriteler, asıl enerjilerini birbirlerine karşı güçlenme ve kendi egemenliklerini inşa etme amacına harcarlar. Nitekim Nurettin’in 1174’teki ölümü üzerine Selahattin, güç ve popülaritesini kendi egemenliğini kurmak için kullanır ve ilk iş olarak Şam’ı işgal eder. Bu davranış Suriyelilerin çoğu açısından meşru kabul edilmez, ancak Selahattin Haçlı karşıtı bir dille halkın bu tepkisini etkisizleştireceğini bilir. Bu bilinçle 1182’de Diyarbakır’ı, 1183’te Halep’i, 1186’da Musul’u da fethedip tüm bu toprakların gücünü Haçlı karşıtlığı ekseninde merkezileştirir. (Lapidus, age., s.479; Robinson, age., s.83) Halkın hassasiyeti savaşın motivasyon gücü ve aynı zamanda iç sorunları unutturmanın aracından ibarettir. Varlığı bir asırdır kabullenilmiş, bir dizi ticari ilişki ve anlaşma yapılmış olan Haçlı egemenliğinin yıkılmasına yönelik ciddi bir atılımı belirleyen şey, Latinlerin ekonomik kurumlaşması ve yayılmasının, İslami egemenlerin ekonomik nefes borularını tıkamaya başlamasıdır. “Selahattin ancak, Kızıldeniz’den gelen tüccar kervanlarına Latinlerin el koyması ve Kızıldeniz ticaretini tehdit etmesi üzerine, 1187’de Haçlıya karşı bütün gücüyle harekete geçer. Kızıldeniz ticareti Eyyubi Devleti’nin can damarıdır.” Siyasetini bu ekonomik soğukkanlılıkla kuran Selahattin, Halifeye yazdığı mektupta, “Eğer Franklar, Suriye’de tutundukları yerlere ek olarak Kızıldeniz’de bazı noktalar ele geçirirse, bu İslam ticaretini tehlikeye atar. Yalnız MekkeMedine Hac yolu değil, Yemen’deki tüccarların, özellikle Aden’deki karimî tüccarların işleri tehdit altında kalır” der. (Avcıoğlu, age., s.18446) Özetle cihadi bir yönelim ancak ekonomik kaygılarla başlayacaktır. “Haçlı liderlerinden Chatillon’lu Reynald’ın kışkırtıcı eylemleri ve 1182’de Kudüs Kralı ile Selahattin arasındaki anlaşmayı çiğneyerek Müslüman ticaret kervanlarına ve Mekke’ye giden bir hacı kafilesine saldırması, son olarak da Kızıldeniz’in Afrika ve Arap kıyılarına deniz seferi yapmasıdır. Reynald’ın korsanları bu sefer boyunca Medine’nin limanları Yanbu ve El Havra’da Müslüman gemilerini yakmışlar ve 1183 yılında da Mekke’nin limanlarından El Rabig’e kadar gitmişlerdi.” (B. Lewis, age., s.275) ok uzun zaman var ki, bir tiyatro gösterisinin başlama öncesinde Oyun Atölyesi’nin sunduğu ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’deki kadar heyecanlanmamıştım. Bunun özel bir nedeni var, çünkü Oyun Atölyesi’ne komşu oturuyorum ve gide gele özgün bir sanat kolektifi olan Atölye’nin tüm çalışanlarıyla aramızda zaman içinde bir dostluk oluştu. Çalışmalarını yakından, neredeyse içinden izliyorum. Bu, bir tiyatro seven biri için büyük bir şans; insan kapının dışında yaşanan gerçeklerin çirkinliğinden, karabasanların boğuculuğundan bir süreliğine de olsa uzaklaşıyor. ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’in yazarı Fransız EricEmmanuel Schmitt’i Ankara Devlet Tiyatrosu’nun 2000 yılında sergilediği ‘Ziyaretçi’ ve 2003 yılında Kent Oyuncuları’nda izlediğimiz ‘Oskar ve Pembeli Meleği’ adlı oyunlarından tanıyoruz. Yazar bu oyununda ‘aşk’ ile başlayan ve zamanla tekdüzeleşen, giderek bir tarafın bu tekdüzeliğe ölümle son vermeyi düşündüğü bir evlilik serüvenini işlemiş. Oyun, iki insanın yaşamlarının uzun bir dilimini birbirlerine koşullandıran evlilik kurumunun günümüz insanının doğasına ne değin uygun olup olmadığı konusunun tartışıldığı bir ortamda tartışmacılara yeni ipuçları veriyor, bellekleri tazeliyor. Aşk’ın çekildiği yerde bir boşluğun oluşması ne kadar doğalsa, oluşan boşluğun da ‘başka şeylerle’ dolması o kadar doğal, çünkü hayat boşluk tanımıyor. Burada önemli olan o ‘başka şeylerin’ neler, hangi duygular olduğu. Aşkın yerini ne alıyor? Bu soruya ‘sevgi’, ‘alışkanlık’, ‘saygı’ vb klasik sözcüklerle yanıt verip konuyu basitleştirmek de olası, fakat bunun bir ‘kaçış’ olduğu o kadar açık ki! Yok, o boşluk ‘çok başka şeylerle’ doluyor, buna öldürerek yok etmek duygusu da dahil; biliyorum, çok uçta bir bakış, ama böyle bir gerçek de var hayatta. Evlilik, kendi başına oluşan bir olgu değil, iki insan tarafından var ediliyor ve var edilen de o iki insanın ortak gerçeği oluyor. Ya ne zaman geleceği belli olmayan sıkılmalar, bunalmalar, bıkmalar?.. İnsanı, yaratımına ortak olduğu olguyu ortadan kaldırmayı düşündürecek ölçüde karmaşıklaşmış açmazlar, o artık dayanılamaz Ç gerçeği var etmiş olmanın üstesinden gelinemez pişmanlığı, o giderek şiddetlenen kendinden nefret etme duygusu?.. Ama bir yerde de hep var olan ‘umut’. EricEmmanuel Schmitt evli insanın bir uçtan öbür uca duygu savruluşlarını anlaşılabilir bir dille anlatmış. ??? Şehsuvar Aktaş’ın akıcı bir dille çevirdiği iki kişilik oyunu izlerken yazarın ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’i sanki Haluk Bilginer ile Vahide Gördüm’ü düşünerek yazdığı sanısına kapılıyorsunuz, roller o kadar mükemmel oturmuş üzerlerine, izleyiciye ‘sahicilik’ duygusu yaşatıyorlar. ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’, Kemal Aydoğan’ın ‘Jean d’Arc’ın Öteki Ölümü’ ve ‘Atinalı Timon’dan sonra izlediğim üçüncü oyunu, başarılı çizgisini sürdürüyor, ne var ki ilk perdedeki akış bana biraz ağır gibi geldi, bu izleyiciyi konuya yoğunlaştırmak kaygısından kaynaklandığı gibi oyunun ilk gösterimi olmasından da ileri gelebilir, ikinci perdede ise akış yeniden hızlanıyor, ‘umut’un doğduğu son bölümü ise soluğunuzu tutarak izliyorsunuz. Bengi Günay, 2004’ten beri Oyun Atölyesi’nde. Tiyatronun son dört oyununun sahne tasarımları onun eseri, yine oyuna dört dörtlük yakışan/uyan, izleyiciye seyri kolaylaştıran bir mekân tasarlamış. Tasarımının bir de insanı düşündüren, “Acaba neden böyle” diye sorduran bir yanı var, o boş duvar evliliğin çözülüş, boşalış sürecinin bir yansıması mı? En iyisi gidip yerinde görmek. Müziğiyle Tolga Çebi’yi, ışığıyla İrfan Varlı’yı, Oyun Atölyesi’nin işletme yükünü taşıyan Selçuk Aydoğan’ı kutluyorum. ??? Dedim ya, Oyun Atölyesi bir tiyatro kolektifi. Oyunlar yaklaşık 40 kişilik bir çalışanlar ailesinin ortak emek ürünü. Oyun Atölyesi’nin yemek de yiyebileceğiniz, güler yüzlü, tatlı dilli çalışanlarından hizmet göreceğiniz şık bir kafesi var. Her oyun sonrasında gerek oyuncularla, gerekse oyuna emeği geçen öbür çalışanlarla iki çift söz edebileceğiniz rahat bir mekân. Umarım yolunuz düşer. dkavukcuoglu?superonline.com SELAHATTİN’İN ZAFERİ İşte bu temelde karşı atak başlayacak, 5 Temmuz 1187’de Hittin’de kıstırılan Haçlıların ezilmesiyle, Kudüs’ün de kaderi belirlenmiş olacaktır. Selahattin, “sıcak ve susuzluktan ızdırap içinde kıvranan Frenk askerlerini” Filistin’in kuzeyindeki Hittin köyünün önünde kıstırıp kılıçtan geçirir. Bununla yetinmeyip kaçanların peşine düşer; dimdik yükselen kireç kayalıklarının olduğu dağlara kaçan Haçlı ordusunun “döküntüleri de sığındıkları dağın sol tarafındaki uçurumdan aşağıya atılır. Bu hadisenin hatırasını yaşatmak için muzaffer Salah alDin’in dağın tepesine yaptırdığı küçük bir mescide Kubat alNaşr adı verilmiştir” (İslam Ansiklopedisi, C.5/1, s.375) Kudüs Krallığının ordusu adeta eritilmişti. Bunun yarattığı demoralizasyonla savunma durumuna geçmiş olan Haçlıların elindeki tüm kritik yerleşim birimleri, Akka, Beyrut, Sayda, Nasıra, Nablus, Yafa ve Aşkelon’u 3 ay içinde tek tek düşüren Selahattin, ara vermeden Kudüs’ü kuşatır. Saldırı da savunma da olağanüstü bir etkinlik ve buna eşlik eden bir kahramanlıkta sürer. Selahattin’in yoğun bir mancınık atışıyla tahrip ettiği surlardan gerçekleştirdiği saldırılar püskürtülür, ama şehrin direnci de giderek düşecektir. Uzlaşma arayışları önce Selahattin tarafında reddedilir, ancak direnişin şiddeti ve uzayan savaştaki zayiatlar nedeniyle, şehir halkının her erkek için 10, her kadın için 5 ve her çocuk için 2 altın ve parası olmayanlar için 30 bin Dinar verilmesi karşılığında şehri terk etmelerine izin verilir. Yalnız verecek hiçbirşeyleri olmayan 5 bin genç ise tutsak kalır. (Avcıoğlu, s.1847) Not: Geçen hafta yayınlanan ‘Osmanlı’nın silahı zorbalık’ başlıklı yazının son paragrafı teknik bir hata sonucu eksik çıkmıştır. Düzeltir, özür dileriz. “Neredeyse her tarihsel sorunda rastladığımız benzeri örneklerin de gösterdiği gibi egemen kültürümüzün en büyük handikabı, halkın hak ve özgürlükleri temelinde değil, egemenin çıkar penceresinden şekillendirilmiş olmasıdır. Bu durum demokratikleşmemizi ve laikleşmemizi de engelleyen başlıca faktörlerden biridir. Tarihe ezenlerin çıkarından bakan tarihçilerin topluma aşıladığı ideoloji, devletin halka karşı kutsallığı ve yönetme keyfiyetinin sorgulanamazlığıdır. Bu tip tarihçilik, toplumsal bilince egemen olduğu oranda halkın kendi toplumsal çıkarlarına yabancılaşması kaçınılmazdır.” Attilâ İlhan unutulmadı İSTANBUL İZMİR (Cumhuriyet) Şair Attilâ İlhan, ölümünün ikinci yıldönümü olan 10 Ekim’den başlayarak İstanbul ve İzmir’de anılıyor. Aşiyan Mezarlığı’na ziyaretle başlayan İstanbul’daki etkinlikler, Attilâ İlhan Kültür Merkezi’nde Nebil Özgentürk’ün “Bir Yudum İnsan/Attilâ İlhan” belgeselinin gösteriminin ardından Gülsen Tuncer ve Metin Belgin Attilâ İlhan’ın şiirlerinden örnekler okudular. Etkinlik “Ruhi Ayangil ve Dörtlüsü” dinletisiyle bitti. 18 Ekim Perşembe günü saat 19.00’da, Hayati Asılyazıcı, Afşar Timuçin ve Aydın Hatipoğlu’nun katıldığıı “Edebiyatçı ve şair Attilâ İlhan” başlıklı söyleşinin ardından, “Vedat Sakman” dinletisi oldu. 20 Ekim Cumartesi günü saat 14.00’te “Düşün Adamı Attilâ İlhan” başlıklı söyleşide Erol Manisalı, Arslan Bulut ve Cüneyt Akalın konuştu. Etkinlikler 23 Ekim Salı günü 14.00’teki “Türk Sineması ve Attilâ İlhan” başlıklı konuşma ve film gösterimi ile son bulacak. Ünlü şair İzmir’de de anılıyor. Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Attilâ İlhan’la buluşuyoruz” adlı etkinlik Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’nde. Etkinlikte, Turgay Gönenç, Hüseyin Yurttaş ve Efdal Sevinçli İlhan’ın yaşamı, sanatı ve İzmir tutkusu üzerine söyleşti, ardından Hülya Savaş İlhan’ın şiirlerinden örnekler sunuldu. Attilâ İlhan anısına hazırlanan filmin gösteriminden sonra, isteyen dinleyiciler de İlhan’a ilişkin anılarını ve duygularını anlattılar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle