Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 C ALİ DENİZ USLU söyleşi EYLÜL CUMA B urcu Göker dünyanın tanıdığı bir müzisyen. Fransa’da gençlik orkestrasına kabul edilen ilk yabancı, Amerika’da öğretmen, baş kemancı... Henüz 24 yaşında. Müzik için vazgeçtiklerinde n pişman değil. Kemanı en iyi dostu ve kendini ifade aracı olarak görüyor. “Ben” diyor, “yalnızca enstrümanından ibaret bir müzisyen değilim”... SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ Çağının Eylemsiz Tanığı sanlarda. Tabii yazdıktan sonra, bazı radikal solcu arkadaşlardan, sıra dışı bir jargonla ‘O işler senin bildiğin gibi değil’ gibi birtakım ketum uyarılar aldım. ‘Peki nasıl?’ dediğimde ne yazık ki hiçbir şey söyleyemiyorlar ya da söylemiyorlar. Ve bence bazı radikal solcu arkadaşların veya kendini solda tarif eden arkadaşların bu ketumluğu muktedirin ketumluğuna çok fazla benziyor.’’ Suskunluk genellikle çaresizliğin sığınağıdır. Ama suskunluğumuzun arkasında ‘‘derin’’ şeylerin olmadığını fark ettiğimizde, kaygılarımızın yüzümüze yansıyan çaresizlikten kaynaklandığı anlaşıldığında ne yapalım? Sokağa çıkıp çare aramayalım mı? ??? İnsanoğlunun bugün karşı karşıya bulunduğu tehditlere cevap vermeye niyeti var mı? Yoksa o niyet çoktan ele geçirilmiş, yönlendirilmiş midir? Yazının başlığı bu kuşkuyu dile getirmek içindi. Gelişmelerle ilgili değerlendirmelerimizde ağır basan yön, neoconların, emperyalist merkezlerin ne yaptıkları, ne düşündükleri, bundan sonra ne yapacakları, güçlerinde bir zayıflama olup olmadığıdır. Sürüp giden dünya çapındaki savaşın etkin tek bir öğesi olduğu varsayımıyla hareket ediyor gibiyiz. Durum eğer gerçekten böyleyse, yalnızca karşı tarafın zayıflamasını bekliyor, iç çelişkilerinden insanlığa yararlı sonuçlar çıkmasını umuyorsak, bu savaş yitirilmiş demektir. O zaman geleceğin kazanılması olanaksızdır. O zaman tüm dünya yeni bir ‘‘hukuka’’ teslim olma yolundadır. Bu yeni hukuk, ‘‘uygarlıklar çatışması’’ adı verilen savaşta bir tarafın baştan yenik olduğu bir savaş hukukudur. Peki, umutlu olabilir miyiz? Olsa olsa bu yeni dönemde insanlığın bu gerginliğe uzun süre tahammül edemeyeceğini ve gidişi yeniden insanlığın doğal gelişimine uygun bir rotaya sokabilecek güçlerin ortaya çıkacağını düşünebiliriz. Düşünebiliriz. Çünkü zaten insan seyrederken de düşünebiliyor... guray.oz@cumhuriyet.com.tr endi huzurumuzu etkile‘‘K yen şeyleri katlayıp, etkilemeyenleri küçülten öyle bir ters orantı mevcuttur ki, tanımadığımız milyonlarca insanın ölümü, bizi neredeyse bir hava cereyanından daha az rahatsız eder.’’ Marcel Proust, ‘Yakalanan Zaman’da Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız sosyetesinin savaşla ilgisini, ilişkisini böyle anlatır. İnsan bencilliğinin zenginlik ve yaşam tarzıyla birleşmesinin bir tezahürü olan bu umursamazlık, yoksul sınıflarda çaresizlik ve kendi hayatını sürdürebilmekteki zorlukların bir sonucu gibidir. Ama sonuç aynıdır. ??? Kendimizden pay biçelim. Türkiye savaşın kıyısındaki ülkedir. Ülkeyi yönetenler uzaklardan gelip bölgeyi kan içinde bırakanların ‘‘stratejik ortağı’’ olmakla övünüyorlar. Bu sanal ortaklığın gerçeği yansıttığını, arada bir ortaya çıkan ve çıplak gerçeği hatırlatan talihsiz durumların bu ortaklığa zarar vermeyeceğini kanıtlayabilmek için ellerinden geleni yapıyor, ortaklığı yaşatabilmek için pek çok şeyden vazgeçebileceklerini sürekli gösteriyorlar. Kıyımızdaki savaşta öldürülenlerin sayısı yüz bini geçti. Savaş öncesi ve savaşın başladığı günlerde itiraz edenler, Meclis’te Türkiye’nin savaşa katılmasını önleyen bir karar çıkmasına yığınsal katkıda bulunanlar, hepimiz, şimdi tıpkı Proust’un roman kahramanlarına benziyoruz. Olup bitenlere karşı çıkışlarımız gittikçe cılızlaştı. Dar dünyalarımızın alacakaranlığında mutlu olduğumuz bile söylenebilir. Arayışlarımız, genel düşünebilme, analitik kavrama yeteneğimizdeki zayıflığın göstergesi olan ‘‘kaygıların’’, ‘‘dar alanda kısa paslaşmaların’’ gölgesinde kaldı. ??? Buna belki susarak geçiştirme huyumuzu, özelliğimizi, derin sessizliğimizin içinde çok şeyler varmış gibi davranabilme yeteneğimizi de ekleyebiliriz. Ece Temelkuran son kitabı ‘‘Ne Anlatayım Ben Sana’’ ile ilgili Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanacak, benim önceden okuma şansı bulduğum söyleşide şöyle diyor: ‘‘Bir söz söyleyememezlik var in Kemanım ve ben B urcu Göker küçük yaşta müziği keşfetmek için ailesinden ayrılarak zorlu bir yolculuğa çıktı. Çalışmalarını Paris ve New York’ta sürdürdü, şimdi de Lawrence Üniversitesi’nde. Fransa Gençlik Orkestrası’nı kazanan ilk yabancı. Pek çok birinciliği ve uluslararası başarısı olan Göker Türkiye’deki ilgisizlikten şikâyetçi, ama pes etmeye niyeti yok, çünkü müziğe inanıyor. Klasik müziğin biraz destek ve emek ile haz alınabilecek bir alışkanlığa dönüşebileceğine inanıyor. Tatili için İstanbul’a gelen Burcu Göker’le hayatını ve müziği konuştuk. öğretmenliği yapıyorum, Lawrence Senfoni orkestrasının da baş kemancısıyım. Keman çalmaya çok küçük yaşta başlamışsınız. Enstrümanınızı siz mi seçtiniz? Konservatuvarın piyano, bale ve keman bölümlerine başvurmuştum. Üçünü de kazandım. Bale ile kemanı seçtim. Hocalarım parmak yapımın kemana çok uygun olduğunu söyleyerek beni yönlendirdi. Baleyi de sürdürdüm, amatör olarak hâlâ da bale yapıyorum. Erken yaşta müziğe başlamak, sizi zorladı mı? Çocukken daha çok çalışmak gerekli. Çünkü gelişmek için çok önemli bir dönem, ama ben hayatı bir puzzle olarak düşündüğüm için her şeyi dengeli yaşamaya çalıştım. Yurtdışına gittiğimde 14 yaşındaydım ve bir idealim vardı. Yedi yıl Paris, üç yıl Amerika olmak üzere on yılımı ailemden uzakta geçirdim. İdealim için tek başıma, hem de küçük yaşta zorlu bir yolculuğa çıktım. Farklı ülkelerden gelen, müziğe inanan insanlarla beraber yaşadım. Ben istediğim dengeyi sağladım, kısıtlamalarım olmadı. Çocukluğumu doyasıya yaşadım. Felsefe okudum, sosyal açıdan kendimi geliştirdim. Yalnızca enstrümanından ibaret bir müzisyen olmadım. Müzisyenler için enstrümanları özeldir. Keman da sizin için öyle olsa gerek? Ben kemanla büyüdüm, tam 18 yılımı onunla geçirdim. Onunla uyudum, uyandım. Mutluluğumu ve hüznümü paylaştım. Yurtdışına çıktığım ilk zamanlar, yalnız kaldığımda en iyi dostum oldu. Sahneye çıktığımda yalnızca o ve ben varım, kendimi onunla ifade ediyorum. Öğretmenlik kemanla aranıza giren bir mesafe mi, yakınlaşma mı? Lawrence Akademi’de, yaşları beş ile altı arasında değişen altı öğrencim var. Kemanı onlara öğretirken hepsine farklı yaklaşıyorum. Beş yaşındaki öğrencim çalışmamızı bir oyun gibi algılıyor, ben de ona öyle yaklaşıyorum. Daha olgun olanlara kemanı ve müziği daha profesyonel bir biçimde sunuyorum. Amacım kemanı benim kadar sevmelerini sağlamak, çünkü bu temel koşul. Her şey sevmekle başlar. Onların geliştiğini görmek bana büyük keyif veriyor. Fransa’da gençlik orkestrasını kazanan ilk yabancısınız. Hatta oradaki performansınızla Fransa’yı temsilen İrlanda gençlik orkestrasıyla konserlere katıldınız. Bunun gibi pek çok uluslararası konser verdiniz. Türkiye’den destek alıyor, ilgi görüyor musunuz? Yok denecek kadar az. Son iki yıldır konserler için başvurularda bulundum, ama hepsi olumsuz cevaplandı. İki yılda yirmi yere başvurdum, yalnızca iki yerden davet geldi. Pek çok yere mail atıp, bilgilerimi ve uluslararası gazetelerde çıkan haberlerimi yolladım, mesajlarım okunmadan silindi. Yurtdışında ne kadar tanınsanız ve iyi işler çıkarsanız da buradaki kapalı ortam sizi kısıtlıyor. O zaman da Türkiye’deki yetenekli müzisyenler yurtdışına kaçıyor. Türkiye’de klasik müzik sanatçılarının isteklerini gerçekleştirme imkânı maalesef yok. Yine de vazgeçmiyorum ve bu müziği, müziğimi insanlara ulaştırmak için çalışmaya devam ediyorum. Klasik müzikle pek de ilişkisi olmayan bir topluma müziğinizi sevdirmeye çalışmanın zor, hatta boşa bir çaba olacağını düşünüyor musunuz? Klasik müziği sevdirmek o kadar da zor değil. Toplumun müziğe yakınlaşması bu kültürün oluşmasını sağlayacaktır. Klasik müziğin halkın bulunduğu yerlerde, örneğin toplu taşıma araçları, alışveriş merkezleri vb. dinlenir hale gelmesi bence çok önemli. Böyle olunca insanlar klasik müziğe alışacaktır. Zamanla hoşlarına gidip ondan haz alacaklar. Medya da bunu desteklerse neden olmasın? Kulaklar klasik müziğe aşina olur. Çocuklar da küçük yaşta klasik müziğe yönlendirilebilir. Özellikle sokakta klasik müziği görmek çocukları daha güçlü bir şekilde etkileyebilir. İlkokulda da buna yönelik bir eğitim verilebilir. 18 YILIMI KEMANLA GEÇİRDİM Burcu Göker kimdir? 1982 yılında İstanbul’da doğdum. Sekiz yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda keman eğitimine başladım, liseyi sınıf atlayarak 14 yaşında bitirdim ve hemen ardından Paris’e gittim. 1993’ten beri Paris Ulusal Konservatuvarı öğretim görevlisi Prof. Sylvie Gazeau’nun master clas çalışmalarına katılıyorum. 1996’da Paris Paul Dukas Konservatuvarı’nda Gazeau’nun superiour sınıfına kabul edildim. 1998’te Paris Konservatuvarlar Birliği’nin merkezi sınavında oda müziği ve solfej dallarını, 1999’da da “Premiere Prix avec Felicitations” ile konservatuvarı birincilikle bitirdim. Daha sonra Prof. Jose Alvarez ile tanıştım ve “Ecole Nationale de Musique d’Aulnay sous bois”da solistlik eğitimine başladım. 2001 ve 2002 yıllarında da Juilliard Music School New York Dekanı Stephan Clapp ile New York ve Leipzig’de çalışmalar yaptım. 2003 yılında New York’ta Juilliard Music School’da Stephan Clapp ile çalışırken, Lawrence Üniversitesi’nden aldığım bir davet sayesinde Stephan Tran Ngoc’la solistlik eğitimine başladım. Şu an bu eğitimime devam ediyorum ve hocamın asistanı olarak Lawrence Akademi’de keman Oyuncu Necdet Yakın’a veda Kültür Servisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan 1997 yılında emekli olan usta oyuncu Necdet Yakın (74) yaşamını yitirdi. Uzun süredir rahatsız olan Yakın için Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde tören düzenlendi. Sanatçı, düzenlenecek törenden sonra, Şişli Camii’nde öğle ezanından sonra kılınacak cenaze namazının ardından Ortaköy Mezarlığı’na defnedilecek. İBB Şehir Tiyatroları’nda en son ‘Ahududu’ ve ‘Lüküs Hayat’ta konuk oyuncu olarak sahneye çıkan Necdet Yakın, 1958 yılında Teknik Üniversite’de tiyatroya başladı. Yakın, daha sonra Haldun Dormen yönetimindeki Cep Tiyatrosu kurslarına devam etti ve 1960 yılında İBB Şehir Tiyatroları’nda rol aldı. 1962 yılında sinema ile tanışan Yakın, sinemadaki ilk rolünü Osman F. Seden’in yönetiminde Fikret Hakan ve Fatma Girik ile oynadı. Sinemadaki son rolü ise ‘Balalayka’daki ‘Gazi’ rolüydü. ‘Sakar Şakir’, ‘Avanak Apti’, ‘Japon İşi’, ‘Şabanoğlu Şaban’, ‘Çarıklı Milyoner’, ‘Vah Başımıza Gelenler’ ve ‘Köşe Kapmaca’, Necdet Yakın’ın rol aldığı sinema filmlerinden bazıları... İBB Şehir Tiyatroları’na ilk girdiği günden itibaren sırasıyla ‘Edebiyat Mükâfatı’, ‘Mektep Arkadaşı’, ‘İyi Saatte Olsunlar’, ‘Lütfen Dokunmayın’, ‘İki Efendinin Uşağı’, ‘Sabır ve Sebat’, ‘Atinalı Timon’, ‘Mum Söndü’, ‘Dilekçe’, ‘Otelci Kadın’, ‘Bir Frank Mükâfat’, ‘Tepeden İnme’, ‘Küçük Şehir’, ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’, ‘Romeo ve Jülyet’, ‘İspinozlar’, ‘PazartesiPerşembe’, ‘Coriolanus’, ‘Eşeğin Gölgesi’ gibi oyunlarda rol aldı. M illi Eğitim Bakanı, dış ülkelere yüksek lisans için gönderilecek burslu öğrencileri mülakatla seçtirdi! Olacak şey değil demek doğru olmaz.. Bu Bakan’ın emri altında eğitimle ilgili konularda her şey olabilir! Tam, her türlü uçan ve kaçan sineği yakalayıp, onlardan dinci mumu için yağ çıkarmaya çalışan bir militan tip ile karşı karşıyayız! 4 yıldan bu yana yaptıklarını alt alta sıralasak uzun bir liste oluşur... Her şeyi Bakanlığının kontrolüne almak, dinci politikaların ve çevrelerin hizmetine sunmak, başlıca işi... Ülkede başka bir kurum olmamalı. Ne YÖK’ü takıyor ne üniversiteyi... Zaten ilköğretim ve lise Bakanlığına bağlı... Buralarda istediği gibi at koşturuyor. Üniversiteleri hallaç pamuğu gibi atmak istedi, fakat güçlü bir dirençle karşılaştı. ‘‘Özgürlükçü üniversite’’ sloganı ile liberal aydınları bile çevresinde topladı, onlardan destek aldı, ancak üniversiteler bu dinci darbeyi gördüler ve savuşturdular. Şimdi ise 2000’e yakın, burs alacak öğrenciyi, TÜBİTAK’ın da işbirliği ile isimleri açıklanmayan bir jüri önüne CUMA YAZILARI ORHAN BURSALI Kitleleri Gütmek! verilen din eğitiminin fazla bir önemi olmadığını yazıp çizdiler. Dahası, Kuran kurslarına katılan, ama bugün dincilikle bir ilgisi olmayan toplumca tanınmış kişilerden örnekler verdiler. Çıkarsama şuydu: Gördünüz mü, ne yaparsan yap, sonuçta büyüyünce herkes kendi aklının estiği yolda yürüyor! İkinci bir savları da şuydu: AKP bırakın yapsın, adamlar iktidar oldu, seçmenlere sözü var, bunlar muhafazakâr ve İslami yönü kuvvetli parti, demokratik seçimlerle geldi, o halde seçmenlere sözünü tabii ki yerine getirecek... Şüphesiz ileri sürülen bu iki savın da iler tutar tarafı yoktu. Ne küçükten alınan eğitimin, bazı istisnalar dışında büyüyünce ‘‘gelir geçer’’ yanı olabilirdi, ne de AKP iktidar oldu diye, ülkeyi dinsel politika çarmıhına germesine göz yumulabi çıkarttılar ve mülakat denen sözlü görüşmeler yoluyla kazananları tek tek belirlediler. Yazılı sınavda kuş tutsanız, Bakan’ın jürisi önünde armut toplayamazsanız, yurtdışına vize alamazsınız. Gelin de merak etmeyin: Yazılı sınavlarda başarılı olup da sözlü görüşmelerde geçer not alan kaç kişi var? Veya tam tersi? Mülakatta neleri sordular? öğrenciler kimlerin referans mektuplarıyla sınava girdiler? Bunları kestirmek güç değil! ??? AKP’nin ilk iktidar dönemlerini anımsayan var mı? Milli Eğitim Bakanı ve şüphesiz ki hükümet, ilk meydan muharebesini din dersleri, Kuran kursları, okulların dincileştirilmesi alanlarında veriyordu.. Basınımızda bazı güzide kalemler de, şüphesiz ki AKP’yi destekleyen liberal aydınlar başta, küçük yaşlarda lirdi. Unutulan diğer bir nokta, demokratik toplumda iktidar dışında bir de muhalefet partileri ve farklı görüşler vardı; bunların AKP’ye ‘‘bırakalım yapsın’’ diyecek hali de yoktu... ??? Eğitimöğretimin yönelişi, toplumların geleceği açısından birinci derecede önem taşır... Kitleler yönlendirilebilirler... Eğitimle, propagandayla, ekmekyiyecek yardımlarıyla, yalan söylemlerle, ideolojik kafa yıkamalarıyla... Eğitimöğrenim, çok önemlidir. Küçük yaşta çocukları ne tarafa yönlendireceğinizi belirlersiniz. Diyelim ki dinci eğitimle, bir dizi bilimsel olguyu yanlışlarsınız. Uygarlık düşmanlığını hedef alırsınız. Veya demokrasiyi, bilim ve teknolojinin toplumlardaki gelişmesinde taşıdığı büyük rolü vurgularsınız... AKP kitleleri dinci ideolojisiyle, bilimden, özgür düşünceden kopartıyor. Eğitim öğrenime bu tasallutun yaptığıyapacağı büyük tahribatın acısını, bütün Türkiye, ekonomisinden tutun bilim ve sanat dünyamıza kadar hemen her kesim çekecektir... Milli Eğitim Bakanı durmadan anayasal suç işliyor! Film fotoğrafçısı Nykvist öldü GÜRHAN UÇKAN STOCKHOLM İsveçli film fotoğrafçısı ve kameraman Sven Nykvist 83 yaşında hayata gözlerini kapadı. Ingmar Bergman’ın ‘Fısıltılar ve Çığlıklar’ ve ‘Fanny ve Alexander’ adlı filmleriyle 1973 ve 1982’de iki kez Oscar Ödülü alan Nykvist, her şeyden önce Ingmar Bergman’ın filmleriyle ün kazanmıştı. Daha sonra diğer yönetmenlerin de ilgisini çeken Nykvist’in kamera arkasında durduğu tanınmış filmlerden bazıları şunlar: Tarkovski’nin ‘Kurban’ (1986), Roman Polanski’nin ‘Kiracı’ (1976), Bob Rafelson’un ‘Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ (1981), Louise Malle’nin ‘Pretty Baby’ (1977) ve Woody Allen’in ‘Küçük ve Büyük Suçlar’ (1989). Sven Nykvist, farklı türde filmlerde hep aynı başarıyı göstermesiyle dikkat çekmişti. Onun için siyahbeyaz filmle renkli film arasında hiçbir fark yoktu. Nykvist’in Ingmar Bergman’la işbirliği, İsveçli yönetmenin ‘Şaklabanlar Gecesi’ adlı filmiyle başladı ve yıllarca devam etti. Ingmar Bergman, en eski iş arkadaşının ve dostunun ölüm haberini Farö Adası’ndaki evinde aldı. Bergman üzüntüsünü şöyle dile getirdi: ‘‘Eğer ben yeniden sinemaya dönecek olsaydım, bunu yalnızca Sven’le birlikte olmak için yapardım. Onunla birlik sinema dünyasında bir epok kapandı.’’ obursali?cumhuriyet.com.tr