29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Tarihimizden barış çıkarmak ERDOĞAN AYDIN Lübnan’ın giderek iç politikamızın temel bir unsuru haline geldiği bir dönemeçte, bölgeye yönelik tarih bilincinin önemi daha da artmış bulunmakta. Lübnan tarihinin salt kendi dahil olduğumuz sürecine ilişkin yazılabilecek ayrıntılar bile onlarca kitap konusu olabilecek boyutlara sahip. Ancak bu noktada ayrıntıları sıralamak yerine yapmamız gereken şey, bu özgüldeki yaşanmışlıklardan, barışçıl ve çözüm üretici dersler çıkarmak olmalıdır. Çünkü Lübnan’a asker gönderme kararı alabilen bir hükümetçe yönetilen bir ülkede bu derslerin barışçıl ve çözüm üretici olması, bugün her zamankinden yaşamsal bir önem kazanmış bulunmakta. Böylesi bir dersten uzak bir ülkeyi bekleyen ise, gencecik çocuklarımızın bu kez ABDƒ İsrail çıkarları için ölmesine neden olacak dış maceralara yeniden dahil olmak olacaktır. Oysa halen ‘‘tarih’’ diye, ‘‘ders’’ diye yazılanlar, böylesi bir maceraya girmemizi teşvik eden bir anlam taşımaktadır. Lübnan deyince anımsanan şey; ‘‘Osmanlı döneminde orada barış vardı’’dan başlayıp, ‘‘orası aslında bizimdi, ama Arapların ihanetiyle elimizden çıktı’’ diye devam eden bir dizi tarih dışı manipülasyon olmaktadır ne yazık ki. Bu noktada yüzleşmek cesareti göstermemiz gereken sorular var: Fetihle elde edilip güç politikalarıyla korunan ‘‘Osmanlı barışı’’, bugün dünyamıza dayatılan Amerikan barışından farklı mıydı? Lübnan’ın ‘‘bize ait’’liği iddiasının meşru temeli var mıydı gerçekten ve bu ‘‘meşruluk’’ çerçevesinde Araplarınkine ihanet denebilir miydi? Herşeye karşın bir ihanet sözkonusuysa, bunu Osmanlının Araplara yönelik gayrı meşru egemenlik politikasından bağımsız anlamlandırabilir miyiz? Daha da önemlisi bu soruların ulusal ve demokratik bir devlet ile, imparatorlukçu ve emperyalist bir devlet zemininde apayrı yanıtları olacağını da akıldan çıkarmamak durumundayız. Dolayısıyla öncelikle bu konuda, resmi tarihçilerce darmadağınık edilen bilincimizi düzeltmek zorundayız. Aksi taktirde tarih okumalarının halen olduğu gibi bizi ciddi bir şizofreniye sürüklemesi kaçınılmaz. İSLAMCILIKTAN İSRAİL JANDARMALIĞINA Osmanlı egemenliğinde Ortadoğu’nun ‘‘barış mekanı’’ olduğu, oraların ‘‘bize ait’’ olduğu, Arapların da ‘‘bize sadık’’ olmaları gerekirken, İngilizlerle bir olup ‘‘ihanet’’ ettiği gibi, bu aralar oldukça revaçta olan anımsama biçimlerinin de ‘‘ders’’ diye okunması mümkün tabii. Ancak bu tip yaklaşımların tarihten ders çıkarma işlevi göremeyeceği bir yana, bizi yeni yayılmacı ve imparatorlukçu özlemlere, yani yeni Lübnan maceralarına yönlendireceği kesin. Nitekim ‘‘oradaki çıkarlarımız’’ üzerine yapılan güzellemeler, ‘‘eski topraklarımızda olanlara seyirci kalamayız’’ safsataları böylesi garip ve tehlikeli ‘‘derslerin’’ ürünü. Böylesi garip derslerin, bizi biricik anlamlı amaç olan barıştan bütünüyle uzaklaştıracak olması bir yana, adil bir Ortadoğu amacından da bütünüyle uzaklaştıracağı açık. Tabii bunun ötesinde her söz başında yinelenmesi gereken bir şey var ki, bu da halen Türk hükümetinin izlediği ve bizzat kendi İslamcı geleneği ve kimliğinin de inkarı olan politikanın, bizi Arapİslam halklarının çıkarları aleyhine ABDİsrail jandarması haline getirdiği gerçeğidir. Bu ise yukarıda işaret ettiğim tipte bir ‘‘dersin’’, bizi, Ortadoğu bataklığına çekilişimizi kolaylaştıran bir işlev gördüğü gerçeğiyle tekrar tekrar yüzleşmek zorunda bırakıyor. Bu noktada Lübnan’daki Osmanlı insan kayıpları veya geleneksel ifadeyle şehitlerimizin de ciddi bir istismar malzemesi olarak kullanılabildiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Oysa o kayıplar, yeni kayıpların hamaset malzemesi olarak kullanılmak için değil, tam tersine bir daha böylesi kayıplar vermemek için anımsanmalı. ‘‘Ya düşman mağlup olacak ya Gazze 25’inci alaya mezar olacak’’ gibi anekdotlar, hamaset üretmek amacıyla ve özellikle de dışarıya asker gönderilen dönemlerde yineleniyorsa bundan ürpermek ve şiddetle karşı çıkmak zorundayız. Çünkü bu hamaset içinde gerçekleşen biricik şey, yeni Mehmetlerin ölümünün ortamını hazırlamaktır ‘‘TEK ÇARE MÜTTEFİKTEN BAĞIMSIZLAŞMAK” Bu noktada Lübnan ve Lübnan’la ilişkili olduğumuz yakın geçmişten ders arayışına gireceksek, kuşkusuz öncelikle anımsamamız gereken yaklaşımlardan biri bizzat Mustafa Kemal’in, İttihatçı iktidara sunduğu 1917 tarihli eleştirel raporudur: ‘‘Bir milletin kuvayı asliyesi kendi hayatını ve mevcudiyetini müdafaa içindir. Fakat kendi mevcudiyetini unutup da kuvvetini herhangi yabancı bir gaye için istimal etmek katiyen gayrı caizdir. Harbi sevk ve idare edenler, harbi umumide kendi mevcudiyetimizi unutarak, tamamen Almanların esiri olmuşlardır. Esasen memleketi müdafaaya gayrı kafi olan kuvvetlerimiz Galiçya’ya, Makedonya’ya, İran ovalarına gönderilerek, serserilik etmişlerdir. Bu sebeple idarei harpte tadad olunamayacak kadar hatalar vardır. Bu hataların mesuli yeganesi Enver Paşa’dır’’ ifadesi gerçekten de çarpıcıdır.İster soğukkanlılık, ister yurtseverlik, ister barışçıl kaygılarla belirlenelim, her üç durumda da yukarıdaki çözümlemeyi paylaşmak durumundayız. Ancak böylesi bir yaklaşım ve böylesi bir derstir ki, güncel süreçte yeni Lübnanlar, yeni Galiçyalar, yeni İranlar karşısında ne yapmamız gerektiği konusunda bize net, soğukkanlı, barışçıl ve yurtsever bir perspektif edinmemizi sağlar. Ancak böylesi bir perspektiftir ki bizi, yeni küresel koşullarda iyice kırılgan hale gelmiş bağımlı ekonomimizin, boğazımızı sıkan bir tasma olarak kullanılabilmesine ve bunu reel politika adına meşru görmemiz eğilimine karşı korur. Yine Mustafa Kemal’in, Enver, Talat ve Cemal Paşa’lara yazdığı mektuptaki; ‘‘Müttefikimiz bizi, bizim paramızla ve Mehmetçiğin kanıyla sömürge yapmak istiyor. Tek çare müttefikten bağımsız hareket etmektir’’ yaklaşımı, sadece dün için değil günümüz için de biricik doğru duruş ve çözüm önerisidir. Dünün Alman işbirlikçiliği üzerinden sorun çözmenin güncel versiyonu ise, Amerikan işbirlikçiliği üzerinden ‘‘çözüm’’ iddiası şeklinde belirginleşmektedir. Oysa toplum ve ülke çıkarları için dün olduğu gibi bugün de çare, ‘‘stratejik müttefik’’ addedilen ABD’den tümden bağımsızlaşmaktır. Kabul edilmelidir ki dün Alman emperyalizmini rahatlatmak üzere Galiçya’da, Sarıkamış’ta, Lübnan’da, Sina Çölü’nde, Yemen’de girdiğimiz savaşlar, bugün ABDİsrail çıkarları uğruna Lübnan’a asker göndermek, Afganistan’a daha çok asker göndermeye ve İran politikalarına yataklık etmeye zorlanmak olarak karşımıza çıkıyor. Ve tabii nasıl ki dünkü savaş, yurt savunmasıyla ilgisi olmayan bir işbirlikçilik ve yayılmacılığın yansımaları ise bugünkü yönelimler de aynı duruşun sonuçlarıdır. ARAPLAR NE YAPTI? Çoğumuz bilmeyiz kuşkusuz ama, Arapların Osmanlıya ve giderek Türklere yabancılaşmasında Osmanlı devletinin Araplara yönelik izlediği politikaların önemli bir payı bulunmaktadır. Tam da Ermenilerin toplu tehcire uğradığı günlerde Cemal Paşa’nın Araplara yönelik yaygın baskısı, bu kapsamda Arap aydınlarının idamı ve 5.000 kadar Arap ailenin Anadolu içlerine sürgünü yaşanmaktadır (Selim Deringil). Bunlar da yetmezmiş gibi Cemal Paşa, kamusal alanda ve eğitimde Arapça’nın yerine Türkçe kullanımını şart koşarak Arapların Osmanlı’dan daha da soğumalarına yol açmıştır. AB Kıbrıs’ı Düşünüyor!? revini sürdürmesini istedi. Rum lider AB içinde her ne kadar sevilmese de birliğin Kıbrıs’a yönelik politikalarında militan bir yaklaşım sergileyerek kendi yönetiminin çıkarlarını korumayı sürdürdü. Bugün Brüksel kulislerinde uzlaşmaz Papadopulos iktidardan gitmedikçe Kıbrıs’a yönelik tek bir adım bile atılamayacağı görüşleri dolaşıyor. Kendi üyesinin taleplerine kulak tıkayamayan AB, elinde ‘‘kırık’’ bir Kıbrısla düşünüyor. Denklemde dikkate alınması gereken diğer bir değişken ise AB’nin içinde bulunduğu tıkanıklık. Anayasa kriziyle başlayan duraklama dönemi bütçeye yönelik anlaşmazlık ve genişleme yorgunluğunu da beraberinde getirdi. AB içinde çoğu üye, darbe yiyen AB projesinin tekrar canlandırılmadan genişlemeye hız verilmesinden yana değil. Genişleme konusunu bir süre sessiz sedasız götürmekten yana olan AB liderleri, Fransa’daki seçimlere kitlenmiş durumda. AnkaraBrüksel arasında süreci koparacak tepkilerden çekinen AB Komisyonu Kıbrıs konusunda Fransa’daki seçimler öncesi sesini yükseltmekten kaçınıyor. Bunun üstüne aynı dönemde Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri de eklenince, AB elinde ‘‘bozuk’’ bir Kıbrısla düşünüyor. Tarih tekrarlanarak Türkiye’nin adaylık statüsü aldığı 1999’da dönem başkanı olan Finlandiya, bu sefer Kıbrıs meselesinin başka bir unsuruyla Ankara’yı ikna etmeye çalışıyor. Güney Kıbrıs’ın üyeliğinin önünün açıldığı Helsinki zirvesinde paragraftan rahatsız olan Türkiye gelmekten vazgeçince, Finlandiya Başbakanı Paavo Liponen dönemin başbakanı Bülent Ecevit’i AB hukukunca hiçbir geçerliliği olmayan bir mektupla ikna ediyor. AB başka bir Liponen mektubu hayaliyle elinde ‘‘yırtık’’ bir Kıbrısla düşünüyor. AB sorunları miras alıp çözümleri düşünüyor. Sabit değişkenler de değişebilir diyenler yanılıyor. AB’nin krizlerde değişmeyen değişkeni kendine verdiği düşünme dönemleridir. Şimdi AB, elinde ‘‘sancılı’’ bir Kıbrısla düşünmeye hazırlanıyor. C 13 B Enver Paşa rüksel’in Kıbrıs dosyasında sinir bozucu bir sessizliğin sürdüğü bugünlerde insanın aklına ‘‘Kıbrıs başka bir sonbahara mı kaldı?’’ sorusu geliyor. Türkiye’nin İlerleme Raporu öncesi AB’den gelen yanar döner açıklamalar da bu soruyu aydınlatacak türden değil. Türkiye’nin ek protokolden doğan Güney Kıbrıs’a limanlarını açması yönünde yükümlülüğü olduğunu söyleyenler ertesi gün Ankara ile bir ‘‘Kıbrıs krizi’’ yaşamak istemediklerini müjdeliyorlar. AB Ankara’ya bir taraftan limanlar konusunda sopasını gösterirken diğer taraftan göz kırpıyor. AB Dönem Başkanı Finlandiya ise ‘‘dostlar alıverişte görsün’’ kafasıyla Lüksemburg’un dönem başkanlığı sırasında getirilen öneri paketlerini ısıtıp ısıtıp Ankara’nın önüne sunmakla meşgul. Amaç, KKTC’ye yönelik izolasyonların kaldırılması yönünde iki yıl önce verilen sözleri yerine getirerek Ankara’nın limanlarını Güney Kıbrıs’a açmasını sağlamak. Koşulların ayrıntıları ise hedeften fazlasıyla sapıldığının bir kanıtı. Maraş ve Magosa Limanı’nın BM veya AB denetimine verilmesi Kuzey’in izolasyonunun kalkmasını sağlamadığı gibi artık Kıbrıs sorununa taraf olan AB’nin bu sorunda giderek dibe battığını gösteriyor. Hal böyleyken AB Ankara’nın kırmızı çizgilerinin kenarında Kıbrıs çarpışmasını hafif atlatma planları yapıyor. Ancak Kıbrıs denkleminde düşünülmesi gereken unsurların ne sürede dönüşüm geçireceğinin belirsizliğini koruması AB’yi hareketsiz bırakıyor. Bu denklemde kısa vadede değişmeyecek unsurların başında Kıbrıs Rum Kesimi lideri Tassos Papadopulos var. Adada bundan iki yıl önce yapılan Annan Planı’na yönelik referandumda net bir ‘‘hayır’’ yanıtının ardından Rum lider kendi halkının gözünde ‘‘kahramana’’ dönüştü. Adadaki Türklerin dışlanmasının yanısıra Rum Kesimi AB’ye üye olarak Türkiye karşısında rüyasında göremeyeceği bir koz kazanmış oldu. Adanın güneyindeki son seçimlerde de halk ‘‘kahraman’’ Papadopulos’un gö Talat Paşa İnsanın en yaşlı atası bulundu Dış Haberler Servisi Etiyopya’nın Dikika bölgesinde bulunan ve ‘‘australopithecus aferensis’’ ailesine ait olduğu saptanan 3.3 milyon yıllık bir bebek iskeleti, bilim insanları tarafından coşkuyla karşılandı. Nature dergisinde yayımlanan haberde, buluntunun insanın evrimine dair kritik bir aşamayı aydınlatabileceği bildirildi. Dikika, daha önce hominid ailesinin en eski üyesi olarak bilinen Lucy adlı iskeletin bulunduğu Hadar yakınlarında yer alıyor. 3 yaşında ve iki ayağı üstünde durabilen bir bebeğe ait iskelete ‘‘Selam’’ adı verildi. Arapça ‘‘barış’’ anlamına da gelen Selam, Etiyopya dillerinin büyük bölümünde de ‘‘barış’’ anlamına geliyor. 1974’te Dikika’ya yakın Hadar bölgesinde de Lucy’nin iskeleti ortaya çıkmıştı. Almanya’nın Leipzig kentindeki Max Planck Antropoloji Enstitüsü uzmanı Etiyopyalı Zeresenay Alemseged ile ABD’li ve Fransız meslektaşları, 3 yaşında bir kız çocuğu olduğunu tahmin ettikleri iskeletin Lucy’yle aynı türe (australopithecus afarensis) ait olduğunu düşünüyor. George Washington Üniversitesi antropologlarından Bernard Wood, ‘‘İskelet, insanın evrim tarihindeki kritik bir evre hakkında gerçek bir bilgi madeni’’ dedi. Fazla bir eksiği bulunmayan iskelet, gerek çok iyi muhafaza edilmiş haliyle gerekse ‘‘austropithecuslarda’’ şimdiye kadar görülmemiş anatomik unsurlarıyla eşsiz örnek oluşturuyor. Araştırmacılara göre, iskeletin ayak ve bacakları, çocuğun iki ayağı üstünde yürüyebildiğini gösteriyor. Kürek kemiği bir gorilinkini, uzun ve kıvrık elleriyse maymununkileri andırıyor. Ulusal devlet özlemi Cemal Paşa Üstelik tüm bu baskıların yaşandığı dönem, ulusçuluğun ve ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin dünya çapında yaygınlaştığı, buna karşılık çokuluslu İmparatorlukların tarihsel ömrünü tükettiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu koşullarda Arapların Osmanlıya karşı bayrak açışını ‘‘ihanet’’ olarak değerlendirmek, cumhuriyetçi ve ulusçu bir aklın değil, olsa olsa imparatorlukçu bir aklın aramızda dolaşan ruhu olabilir. “OSMANLI’NIN TORUNLARI” I. Dünya Savaşı günlerinde Araplarla Osmanlılar arasında öylesi ciddi bir kopuşma söz konusudur ki, yine bizzat Mustafa Kemal’in belirlemesiyle, kendi 7. Ordusunun bağlı olduğu Yıldırım Orduları Grup Komutanı Falkenhayn; Arapların, Türklere düşmanlığı nedeniyle aşiretlerin reislerine doğrudan doğruya Alman teğmenleri göndererek, İngilizlerin ve Şerif Hüseyin’in etkisini kırmaya çalışmaktadır. Osmanlı, doğası gereği fethettiği topraklar üzerindeki çağdışı egemenliğini koruma telaşıyla davranan ve bunun için elindeki iki silahı, şiddeti ve dini kullanan bir egemenlik aygıtıdır. Ancak 20. yüzyılın başları, bu iki silahı, giderek işlevsizleştiren bir etki yapmaktadır. Osmanlı gücünün karşısında sanayileşmişemperyalist güçler, dinsel silahın karşısında ise milliyetçi dalga yükselmektedir. Ulusal devlet özlemi, diğer imparatorluk tebaaları gibi, Araplar arasında da hızla yaygınlaşmaktadır. Üstelik bu yeni süreçte İmparatorluk, eskisi denli etkin bir ezme gücüne sahip değildir; Onun bu giderek belirginleşen güçsüzlüğü koşullarında, Arap topraklarına yerleşmek özlemiyle yanıp tutuşan emperyalizmin, Arapların bağımsızlık özlemlerini kışkırtan gücü devreye girmektedir. İşte bu ortamda Osmanlıyı Türkçülük üzerinden tahkim etmeye çalışan İttihatçı politika ise, Arapların Osmanlıdan bu ayrışma yangınına adeta körükle gitmektedir. Hürriyet sloganıyla iktidara gelip kısa zamanda İmparatorluğu tahkim misyonuyla kendisine yabancılaşan bu örgüt, izlediği Türkçü politikalarla başta Ermeni ve Araplarınki olmak üzere sorunları azdırmakta ve ezmek dışında da bir çözüm üretememektedir. Özetle gerek söz konusu bu ayrışma gerekse de imparatorluk ve imparatorluğun dağılışı sürecine artık başka bir gözle bakmak zorundayız. Bu bakış açısının, sosyolojinin ve tarihin bilimsel soğukkanlılığıyla şekillenmesi ise bizi, 2000’lerin dünyasında imparatorluk çağının gözlükleriyle dolaşmak gibi bir çağdışılığa karşı da koruyacak biricik yaklaşım olacaktır. Aksi taktirde ‘‘Osmanlı’nın torunları’’ olarak Araplardan bize minnet duymalarını, bunu yapmadıklarında ise ‘‘ihanetlerinden’’ sözetmemiz kaçınılmazlaşmaktadır. Bu ise, bırakalım Araplarla sağlıklı bir zeminde ilişki tazelemeyi, ABD’ye olan bağımlılığımızı daha da güçlendirmektedir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle