28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C olaylar ve görüşler EYLÜL CUMA Kıbrıs ve Kamuoyunu Uyarmak L übnan’a asker gönderilmesine ilişkin tezkere TBMM’de görüşülürken Dışişleri Bakanı’nın Lübnan olayları ile Doğu Akdeniz’in stratejik önemini arttırdığı için ilgilenildiğini ifade etmesi dikkatimi çekti. Bu arada medyamızda ön plana çıkartılmayan önemli bir olay gelişti. KKTC’de koalisyon bozuldu. DP’den 1, UBP’den 3 milletvekili, partilerinden istifa etti. Başbakan da istifasını sundu. Yeni bir düzenleme ile S. Denktaş’ın DP’si koalisyondan dışlanarak bu ayrılanlarla yeni bir koalisyon kuruluyor. Bu düzenlemenin amacının ise kendilerine büyük avantajlar sağlayan Annan planını kabul etmeyen, Türkleri Kıbrıs Cumhuriyeti içinde en kısa zamanda bir azınlık düzeyine düşürmeyi planlayan Rum tarafına yeni ödünler verilmesine olanak sağlamak olduğu belirtiliyor. Kuzey Kıbrıs haber kaynakları, bu tertiplerin arkasında AB müzakerelerinin erteleneceği korku ve kuşkusunu taşıyan Türkiye yönetimini gösteriyorlar. İktidar partisinin bir Başkanvekilinin faaliyetleri bu savları güçlendiriyor (Sn. R. Denktaş da bu görüşte). AB’NİN TAAHHÜTLERİ Durum böyle ise cidden vahimdir. Annan planına STÖ’ye sağlanan olanaklarla yönlendirilen soydaşlarımızın evet, Rumların hayır demesi sonrasında; AB’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik taahhütlerini yerine getirmemesi, ek protokolün tarafımızdan imzalanması, liman ve havaalanlarımızı Rumlara açmayı öngören önerilerimiz, bu önerileri dikkate dahi almayan ABYunanRum ikilisinin davranışları, uluslararası hukuka aykırı olarak Kıbrıs Rum Yönetimi’nce Fransa’ya denizhava üsleri tahsisi ve savunma yardımları anlaşması karşısında etkin tepki göstermeyişimiz, hatta hâlâ ‘‘çözüm isteyen, evet diyen taraf olacağız’’ gibi beyanlarla ABYunan, Ruma daha fazlasını isteme cesareti verilmesi, durumun vahametinin somut göstergeleri olmaktadır. Doğu Akdeniz’in stratejik öneminden bahsederken Lübnan’ı işaret eden Dışişleri Bakanı nedendir Kıbrıs’a hiçbir atıfta bulunmadı. Oysa Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın birincil jeostratejik önemi yadsınamaz. Bizi açık denizlere ulaştıran Ege Denizi ve Akdeniz’le çevrelenmiş olan Batı ve Güney Anadolu, batıda, Ege Denizi’nde adalar yoluyla Yunanistan tarafından kuşatılmış gibidir. PENCERE Sözde Ermeni Soykırımı Piyasası nsanlar dili kim bilir ne güçlükle icat ettiler; konuşmayı ve yazıyı yaşamın doğal aracısına dönüştürmek için harcanan zaman süresinde kim bilir kaç kuşak geldi gitti?.. Bugün varılan aşamada ise konuşma ve yazı kimi zaman anlaşmak değil, anlaşamamak yolunda işlev görüyor... 21’inci yüzyıldayız... Batı’nın birçok ülkesinde nasıl bir yasa geçerli?.. Bir kimse çıkıp dese ki: Ermeni soykırımı yoktur!.. İcabına bakıyorlar... İlginç bir yasak!.. ? Batı fikir özgürlüğünün anavatanıdır; ama, 21’inci yüzyılda böyle saçmalıkları toplum hayatının kuralı niteliğine dönüştürebiliyor... Peki bizde bunun zıddına ya da tersine bir yasa var mı?.. Yok!.. Ancak bizim toplumun da bu konuda haklı olarak çok duyarlı olduğu açıktır... Neredeyse yüz yıl önce Anadolu’da yaşanmış ‘‘facia’’yı kimse reddetmiyor; ama, konuyu tarihe ve tarihçilere bırakmak yerine, 21’inci yüzyılda, bu sorunun Batı’da ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesindeki bir temel nedeni biliyoruz... Nedir o?.. Emperyalizmin şu sıralar Anadolu’yu parsellemeye dönük iştahı yeniden kabardı!.. ? Olayın derin ve değişik yönleri var... Türkiye’de ‘‘sözde Ermeni soykırımı’’ üstüne çeşitlemeyle Batı dünyasında ilgi, prim, alkış toplamak isteyenler ülkemizde elbet çıkacaktır... İnsan denen yaratık fırsatçıdır; doğaldır bu tür davranışlar... Ancak şunu iyi bilelim: Bizim ceza yasalarımızda ‘‘Ermeni soykırımı olmuştur’’ diyen bir kişiyi cezalandıracak maddeler yoktur... İyi ki de yoktur... Olsaydı; Avrupası Amerikasıyla bütün Batı ayağa kalkar, söylemediğini bırakmaz, demokrasi adına zehir zemberek nutuklar atarlardı. ? 1915’te, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve de Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşanmış olumsuz bir ‘‘vaka’’dır tehcir... Türkiye 1915’ten 1922’ye dek savaş halini yaşadı... ‘‘Tehcir’’den sonra ‘‘Mübadele’’ gündeme girdi... Tehcir, Ermenileri; Mübadele, Rumları Anadolu’dan uzaklaştırdı... Anadolu’da insanlar bir arada rahat yaşayamadılar... Keşke yaşayabilselerdi... Ancak bir arada yaşayamamak konusunda suçu yalnız Türklere yüklemek haksızlıktır... Avrupalı emperyalistlerle birlikte Anadolu’yu Sevr’e göre paylaşmak isteyenler ektiklerini biçtiler... ? Ne yazık ki ham hayaller üzerine kurulu kavgayı bugün de sürdürmek isteyenler eksik değil!.. Çatışma ve çekişme her boyutta sürüyor; edebiyatı da bu kavgada kullanmak fırsatını kaçırmak istemeyenlerin ortaya çıkmasını doğal karşılamak gerekir... Edebiyatta ‘‘pazarlama’’ günümüz dünyasında piyasa kuralı olarak önemle geçerlidir... Bu konuyu tartışacağız. MÜMTAZ SOYSAL TANJU ERDEM Geçmiş Türkiye yönetimleri bu gerçeği bilinçle algılayarak Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasını Bu durum Ege’yi bir Yunan gölü haline getirmektedir harp sebebi olarak kabul ve ilan etmişlerdir. TÜRKİYE KUŞATILIYOR Kıbrıs’ın Türkiye yönetiminin de rızasıyla, Annan planı ya da benzeri bir düzenleme ile kısa ya da orta erimde bir Rum adası haline getirilmesi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’den de kuşatılması anlamına gelir. Bu durum geleceğin yeni sorunlarının, çatışmalarının, ulusal güvenlik için (küresel ortamda) büyük risklerin nedeni olabilecektir. Türkiye’nin emperyal güçlerin istek ve taleplerine tabi olarak sürekli ödünler vererek yönetileceği düşünülmemelidir. Büyük Atatürk’ün bağımsızlık ve özgürlük ilkelerinin Türk’ün karakteriyle özdeşleştiği tespiti bu durumlara katlanılamayacağının kanıtıdır. O gün geldiğinde Kıbrıs’ta koşullar, verilen/verilebilecek ödünler yüzünden lehimize olmayacaktır. 1974’ün koşullarındaki stratejik taarruz avantajı, olasıdır ki stratejik savunmaya dönüşecektir. Ülkeyi yönetenler yakın tarihimizi, YunanK. Rum hedeflerini, bu hedeflere ulaşmak için kullandıkları yöntemleri, emperyalizmin onlara adil olmayan desteğini bilgi, bilinç ve yurtseverlikle değerlendirmeli, hareket tarzlarını, gerçeklerin ışığında saptamalıdırlar. Mühim olan bir diğer husus da Türk ulusunun ve Kıbrıslı soydaşlarımızın bu konularda doğru bilgilendirilmeleri ve bilinçlendirilmeleridir. Egemen medya kurumlarının bu konuda kamuoyunu yeterince aydınlatmadığını düşünüyoruz. Kıbrıs’ın bir Girit olmasını istemiyorsak kamuoyunu uyarmak milli görevdir. Yönetimlerin üzerinde kamuoyu baskısı şarttır. Kıbrıs’ta Annan planına dönüşe ya da benzeri bir düzenlemeye yol açılmamalıdır. Rumların Kıbrıs’ta eşitlik üzerine kurulu iki toplumlu, iki kesimli iki otonom yönetimli bir konfederasyonu ya da gevşek bir federasyonu istemedikleri anlaşılmıştır. Onların görülebilir hedefleri Türklerin azınlık statüsünde yaşayacakları ve giderek asimilasyonla yok edilebilecekleri üniter bir Kıbrıs Rum devletidir. AB’de bunu temin için Tür Amiral (E) kiye ve Kıbrıs’taki yandaşlarını da kullanarak Kıbrıslı soydaşlarımızı ve Türkiye’yi etkileyici yöntemleri kullanıyor. Kullandığı en güçlü silah Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin tanınmaması, Rumlara liman ve havaalanlarının açılmaması halinde Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin ertelenebileceği hususudur. Bilinçli, uyanık bir kamuoyu varlığında Türkiye bu taleplere boyun eğebilir mi? Kıbrıs, Atatürk cumhuriyetini emperyalizmin dışarıdan ve içeriden kuşattığı bir aşamada mevcut sorunlar yumağından sadece biridir. Bu sorunun ABYunan, Rumun istediği şekilde çözümlenememesinin Türkiye’nin AB’ye girişini engelleyeceği görüşü egemen çevrelere hâkimdir. Kıbrıs Rum hâkimiyetine girecekse, patrik ekümenik kimliği kabul edilecekse, etnik ve mezhep kışkırtmalar sürdürülecekse, Ermeni soykırımı iddialarının kabulünde ısrarlı olunacaksa, Anadolu’nun emperyalist saldırıların üssü, askerimizin jandarması olması yolları açılmışsa, yurt toprakları, İstanbul’un önemli rant alanları, ulusal ekonomik ve finans kaynaklarımız yabancılara pazarlanacaksa, millet ve milli devlet anlayışımızı ilkel cemaat, tarikat, ümmet toplumuna dönüştürme özgürlüğü, Türkiye’yi bir şeyhler, müritler, kullar ülkesi haline getirecekse; üniter, ulusal devlet olan Cumhuriyetimizin değiştirilemez niteliklerini açık ya da örtülü değiştirme emareleri gözleniyorsa, o durumda AB’ye üye olunması ne anlam taşır ki? TÜRKİYE’NİN ÖNEMİ Gerçekte Türkiye ABD ve AB için çok önemli bir ülkedir. Türkiye onların dayatmalarına edilgen kalmamalıdır. Kıbrıs, Türkiye’den alınmak istenen ödünün mihenk taşı olacaktır. Ulusumuzun tüm fertlerini etrafımızda olanlara karşı yurtseverce, uyanık olmaya çağırıyoruz. Sorunun sözde çözümü için Rumlara verilebilecek ödünlerin olası acı sonuçlarını doğuranları, Türk milleti tarih önünde herhalde affetmeyecektir. Ne var ki olan da olmuş olacaktır o zaman. Bizim için kalıcı çözüm ulusal gücümüzü pekiştirmek, bu güce dayanarak Ege ve Doğu Akdeniz’de adil bir barışı aramaktır. Sevgiyi Uzatmak T S ÜRKİYE, Cumhuriyet tarihinin en ilginç Cumhurbaşkanlığı sorunuyla karşı karşıya: Sorun, görev için en uygun kişiyi bulma değil, bulunmuş en uygun kişiyi nasıl işbaşında tutabilme sorunudur. Kısacası, kamuoyunun büyük çoğunluğunun Atatürk’ten sonra en uygun Cumhurbaşkanı saydığı Ahmet Necdet Sezer’i yine bu görevde görebilmenin güçlüğüyle karşı karşıyayız. Hukuk açısından olanaksız, ama birçok gönlün özlediği bir durum bu. Tabii, kendisi de ‘‘evet’’ derse. Ayrıca, demeyeceği de kesin. Niçin böyle oldu? Çünkü, Atatürk’ten sonra gelen cumhurbaşkanlarının hepsinde herkes kendince bir yığın ‘‘sakınca’’ ya da ‘‘kusur’’ gördü ki, bunların hiçbiri Sayın Sezer’de yok. İnönü, devrimci Mustafa Kemal’den sonra gelmenin ve çok partili demokrasiye geçişin gerekli kıldığı tutucu adımları atmak zorunda kaldı. Celal Bayar’ın partizanlığı aşırı boyutlara varmıştı. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Kenan Evren asker kökenli oldukları için demokrasiyle bağdaşmaz sayıldılar. Hatta bazı açılardan Sezer’e benzer yanları bulunan Fahri Korutürk bile, kimilerince amirallikten geldiği için beğenilmedi. Turgut Özal’ın ekonomik ve sosyal konulardaki tutumu, toplumun bazı kesimlerince asla benimsenmediği gibi, tarikatçı yanı da eleştirildi. Sayın Demirel ise daha önceki siyasal yaşamının yarattığı izlenimleri silebilmek için Çankaya’da çok uğraşmak zorunda kalmadı mı? ayın Sezer’de, öncekilerden en önemli fark olarak titiz hukukçuluğunu görenler çoktur. Bir yığın hukuksuzluğun yapılmak istendiği bir dönemde onun hizmetleri elbet unutulamaz. Ama, ona karşı duyulan yaygın sevgi ve saygı yalnız bundan kaynaklanmıyor. Cumhuriyetçi titizliğinin yanında alçakgönüllülüğü, dürüstlüğü, aile yaşamının lekesizliği sayesinde de gönülleri fethetmiş değil midir? Şöyle bir bakıldığında dikkati çeken özellik, hakkındaki olumlu izlenimin bütün toplum kesimlerince paylaşılıyor olması. Yalnız kamuoyu yoklamaları değil, üniversite yerleşkelerindeki gençliğin sempatisi de bunu doğruluyor. Bu durumda, zihinler ister istemez onu işbaşında tutmanın çaresini aramakta. Anayasa’ya göre bu olanaksız. Şimdiki iktidar da Anayasa değişikliğine yanaşmaz. Ama, yenisinin seçimini şimdiki iktidara bırakmanın sakıncaları da en başta ezici parlamento çoğunluğuna karşı frenleme mekanizmasının ortadan kalkması olmak üzere, sayılmakla bitmiyor. Belki bir olasılık var: Aynı ezici çoğunlukla işbaşına tekrar gelmeyi uman şimdiki iktidar, kamuoyunun özlemine uyarak yeni döneme Sayın Sezer’in görevini uzatan bir Anayasa değişikliğiyle girmenin ülke ve AKP açısından hayırlara vesile olacağını düşünerek büyük bir sevap işlemek isteyebilir. Umut bu ya!.. İ Osmanlılık Özlemi ‘‘Osmanlıcılık’’ hâlâ epeyce yandaşı olan bir siyasal ‘‘ekol’’dür. Padişahın, yani ‘‘velinimeti biminnet efendimizin’’ lütuf ve inayetiyle yetişip yaşamış olduklarına inandıkları için bu ekole ‘‘intisap etmiş’’ son kuşağın kalıntılarını ben de tanıdım. Onlara ‘‘saltanat yandaşları’’ denirdi. Bir bölümü yaşlı ve cahil kadınlardı; ‘‘Abdülhamit efendimizin zamanında kırk paraya ekmek alırdık’’ deyip ‘‘zamaneden’’ yakınırlardı. ‘‘Kırk kuruş verdim dün akşam bir kavun aldım, düşün/kırk kuruş versem alırdım bağı da bostanı da’’ diye yakınan ozan bozuntusunun derdi de buydu: ‘‘Evvelce her şey ne kadar ucuzdu; şimdiki pahalılığa bak’’ deyip herhalde, ‘‘padişahımız efendimiz’’ zamanına hasretini dile getiriyordu. Bugünlerde, kimi ‘‘devlet adamcıkları’’ da bu Osmanlıcılık hayranlığına tutulmuş görünüyorlar. ‘‘O görkemli ve büyük’’ imparatorluğun bir anda yok oluşuna yanıp yakınıp üzülüyorlar. ‘‘Hafiyyen’’ (örtülü olarak) yaptıkları ‘‘göndermelere’’ bakarsan, sorunları ve kavgaları, o büyük devleti ortadan kaldıran yeni Türk Devleti; yani Atatürk Cumhuriyeti ile. Tıpkı, ‘‘ünleri dünyayı tutmuş’’(!) anlışanlı, birincinin ‘‘münkiri’’, ikinci cumhuriyetçilerimiz gibi. Birinci Dünya Savaşı sonunda, daha önce Batı başkentlerinde yapılmış gizli anlaşmaların uygulamasından; çalışan kamu görevlisine maaş ödeyecek parası olmayan Osmanlı hazinesinden; emperyalizmin petrol denizi üzerinde oturan Arapların elindeki topraklarla ilgili hesap ve tasarılarından habersiz olarak, bol keseden parçalanan ‘‘Mülki Âli Osman’’ için ahlanıp vahlanma edebiyatı: ‘‘Ne etti de o M. Kemal, güzelim imparatorluk yerine, bu küçümencik cumhuriyeti kurdu!’’ Ta AYDIN AYBAY biatıyla ahüvahda Sevr’den de hiç söz yok; öyle bir şey hiç yokmuş da Cumhuriyetçiler Lozan ve sonrasında, örneğin Kerkük’ü ellere vermişler. Emperyalizm ve onun ‘‘kendi kutsal çıkarları’’(!) için kuvvet ve şiddet kullanarak çizdiği haritaları, savaştan bitap çıkan ve devlet olarak elindeavucunda bir şey kalmayan Osmanlı hünkârı ve yönetimi değiştirebilirmiş gibi. Bunların, hiçbir gücün dünya imparatorluklarının tasfiye sürecinin başladığı dönemde, tarihin tekerleğini tersine çevirme olanağına sahip olmadığından da haberleri yok. Bütün bunlara değinirken, Osmanlı Devleti’nin geçmişini küçümseme gibi bir yanılgıya düşmüş değiliz. Kuruluşundan itibaren yüzlerce yıl zamanının en görkemli ve güçlü devleti olarak varlığını sürdürmüş bir imparatorluğun küçümsenecek yanı yoktur. Bu yanıyla, on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı devleti (T.Z. Tunaya’nın deyişi ile) ‘‘Gerçekten çok büyük bir siyasal varlık; çok büyük bir devlettir’’. Bu yanı ile egemen öğesi Türk asıllı uyruklar olan imparatorluğu tarihteki yerinden oynatmak, kuşkusuz olanaksızdır: Ama şu var; onu tarihteki yerinden çıkarıp bugüne getirmeye kalkışmak işte bu olacak iş değildir. Birtakım ‘‘devlet adamcıklarının’’ yakın zamanda böyle bir özlemi dile getirip ‘‘ah o görkemli devlet’’ diye yakınmalarında böyle bir mantıksızlık yatmaktadır. 1982’de İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen Mithat Paşa Sempozyumu’nda paşanın dönemindeki Osmanlı düzeni görüşülürken, Selanik Üniversitesi’nde görevli bir Yunanlı doçentin (İstanbul Hukuk Fakültesi mezunuydu), ölçüyü kaçırıp bölgede yeniden ‘‘Pax Otomana’’ kurulmasının uygun olacağını söylemesi, başta bizim siyasal bilimciler olmak üzere, sempozyuma katılan herkesin şiddetli tepkisine neden olmuştu. Dikkat edilirse, Lübnan’a asker gönderilmesi kararı savunulurken ya da ünlü tezkere reddi olayı ile Silahlı Kuvvetlerimizin Amerikan ordusunun peşine takılıp Irak’ın işgaline katılma fırsatının kaçırılmış olmasından yakınırlarken bunun arkasında hep bir özlemin varlığı hissedilmektedir: Osmanlının anlışanlı geçmişini ‘‘ihya etmek’’ özlemi. ‘‘Bölgede söz sahibi olmak’’ ya da ‘‘geleceğin Ortadoğu haritasının çizilmesinde etkili bir güç olmak’’ bu özlemdir. Halbuki bir kez daha anımsatmakta sanırım yarar vardır: Emperyalizmin Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilip şekillendirilmesi ile ilgili planlarında, bize verilecek hiçbir ciddi pay yoktur ve olamaz. Bizim hissemize düşecek olan, olsa olsa, petrol kuyularının korunması jandarmalığından ibaret bir görevdir. 20. yüzyılın başında zaten bitik haldeki Osmanlı’yı altında petrol zenginliği yatan topraklardan çıkarıp süren emperyalistlerin, üstelik çoğu kendi verdikleri silahlarla donanmış bir gücü buradaki kazanca ortak edeceklerini düşünmek, bizce, iyimserlikten de öte hamakat örneği bir düşünce sayılır. Din Oyunları B aşlığa din savaşları diyecektim. Değiştirdim. Daha çok yakıştı. Hakikaten bir oyun ve klasik Batı oyunu. Papa Efendi sanki 500 yıl önce kendileri değildi din işleri ile dünya işlerini ayıran, doğrusunun dünya işlerinin ruhaniyetle ilgisi olmadığını belirten, doğruya ancak pozitif bilim ile ulaşılacağını söyleyen... Şimdi ne oldu da gerisin geri gidiliyor. Papa da bizim gerici politikacılardan esinlendi herhalde. Ancak bulunduğu konum itibarıyla çok tehlikeli oyunu başlatıyor. Veya başlattırılıyor. Batı’nın ekonomik refahı için halklar birbirine düşürülüyor. Tarihte hepimizin bildiği dine dayalı haçlı savaşları, kabile savaşları, Müslümanların mezhep savaşları... Siz hiç savaşın galibini gördünüz mü? Hep kayıptır. Bu, ekonomik, politik, jeolojik ve en önemlisi can kaybıdır. Bu kayıplar için harcananları Prof. Dr. Nail YILMAZ insanlığın sağlık ve refahı için kullansak herkes mutlu olacak. Ama nerde!.. O silah tacirleri ve onların yanındakiler olmasa... Cumhuriyet’in 18 Eylül günkü birinci sayfa başlığı bunu açıklıyor. Büyük Orta Doğu Projesi’nin uygulanması için altyapı hazırlamak. Din oyunları oynanıyor. Dinin felsefesini insanlara öğretmezseniz, tüm kazanç ve kayıpları cennet ve cehennem ile açıklarsanız bir arpa boyu yol alırız. İnsanları eğitmezseniz, neredeyse yoğun trafikte karşıdan karşıya geçmeyi bile dini kural ile açıklarsanız.. olacağı budur. Böyle olunca onlar da meydanı boş bulurlar.. HıristiyanMüslüman ile, Şii Sünni ile, NakşibendiSüleymancı ile, Mehmet Hocacı Mahmut Hocacı ile birbirine girer. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğr. Üyesi Ne kadar büyük israf değil mi? Tek tanrı ve ona erişmek için girdikleri şekiller. Mücadele ve örgütlenmeleri için milyarlarca paralar. Sadece Cağaloğlu’na gidin.. onbinlerce tarikatçılıkla ilgili ve benzeri kitaplar... Halbuki tek kitap Kuranı Kerim. Diğer tarafta İncil, Tevrat.. diğerleri israf. Dinimiz ne diyor: ‘‘İsraf haramdır.’’ Haram günahtır. Günahın yorumu okuyuculara ait... Halbuki günah kazanmak için sarf ettikleri kazancı insanlığın sağlık ve refahı için kullanabilirler. Ülkemizde dinin alt grupları, tarikatlar işi partileşmeye kadar götürdüler. Zira partileşince ekonomik rant elde ettiler. Ekonomik olarak büyüyor, semiriyor ve kendinden olmayanı ezmeye kalkıyorlar. Daha da güçleniyorlar. Hani dinlerin verdiği kar deşlik mesajı? Hani komşun aç iken uyuma diyen, hani komşun aç iken tok yatma diyen mesajlar. Bırakın modern hukukun öngördüğü gelirinin yüzde 1520’sini vergi vermeyi.. dini kural olarak kabul edilen gelirinin kırkta birini bile vermeyen din hortumcuları... Savunmaları da: ‘‘Bu düzene vergi verilmez...’’ Ama bu düzenin tüm nimetlerinden yararlanırlar. Dinler ne için, nasıl gelmiştir? Klasik kitaplarda şöyle yazıyor: Sosyal adaleti, hiyerarşiyi sağlamak, daha mutlu ve inanan toplum olmak. İnsanlar dinlerden önce de şimdi de kullanılan yaşayarak edindikleri bazı kurallar geliştirmişlerdir. Bu kurallar: Ahlak kuralları, görgü kuralları, din kuralları ve son olarak modern hukuk kuralları. Bunlara uyanlar azalıyor. İnsanlar savaşmak mı istiyor? Sanmıyorum. Barış, sağlık, biraz refah istiyorlar. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle