29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Yılkı atı ve yalnızlık Toplum tarafından isimsiz bir kadere mahkum edilmek istenen birey, bir noktadan sonra kaderini sahiplenir AYŞE EMEL MESCİ C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL EYLÜL CUMA Öfke ve Adalet berinde getirmeliydi. Hiçbir haklılığın, bir başka grubun, kesimin, halkın üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmaması gerektiği anımsanmalıydı. Önceleri Trabzon’da, sonra Sakarya’da, en son da İstanbul’da baş gösteren linç girişimleriyle, sözüm ona adalet dağıtımı kitleselleşmiş bulunuyor. Hiçbir sözünü dinletemeyen, hiçbir gerekçesini açıklayamayan linç kurbanı ya da kurbanlarının, kalabalıkların öfkesi geçtiğinde toplumsal vicdan açısından aklanabilecekleri olasılığı nasıl hesaba katılmaz? Bu hesabı elbette bu fırsatçı kitleler değil, kamuoyu oluşturan mekanizmalar yapmalıdır. Bir toplum dinamiği olarak din bile (İsmailağa Camii’nde örneğini gördüğümüz gibi) lince bir cezalandırma yöntemi olarak başvurabiliyorsa, söz konusu mekanizmalar linç kültürüne ‘‘meşruiyet’’ kazandırıyor demektir. Bu meşruiyet, bence, gücünü haklılığından çok, güne göre değişen ‘‘duygulardan’’ alıyor. ??? Hukukun toplumun duygularını her zaman tatmin etmediğini söylerler. Belki de doğrudur. Hukuk doğası gereği toplumsal fayda açısından bakar sorunlara. Tüm toplumun cezalandırılmasını beklediği bir suçlu, hukuk tekniği açısından belki de beklentilerin öngördüğü kadar ağır bir cezayı hak etmiyordur. Elbette öfkesi ayağa kalkmış/kaldırılmış kitleden bunu hesap etmesi beklenemez. Kitle mantığı tekil bir mantık değil elbette. Karışık duyguların, farklı fikirlerin kaynaklık ettiği tek ortak tutum, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullardan ötürü, ‘‘öfke’’ olarak ortaya çıkıyor kitlelerde. Adalete inananlardan bu ‘‘öfkeye’’ karşı set oluşturmaları beklenirken, bir asayiş gücünün yetkilisinin toplumsal öfkeye övgüler düzmesi işleri zorlaştırıyor. Herkesin adaleti kendince dağıtmaya başlaması, hukukun çizdiği sınırlar dışında ‘‘cezalandırmalar’’ yapması sadece adalet duygusunu incitmez, var olan adaleti de berhava eder. Adaletin olmadığı yerde linç yanlılarının da işlerinin kolay olmayacağını Trabzonluya, Sakaryalıya, İstanbulluya, Celalettin Cerrah’a anlatmanın bir yolu olmalı. Mutlaka olmalı. D estanlar, tüm insan topluluklarında toplumsal bellekle sanatın, gelenekle yeni ve özgün yaratının, kutsal ile kutsaldışının kesiştikleri alanda yer alırlar. Kayda geçirildikleri ana kadar oluşmuş tüm mitoloji ve teoloji birikimini, insanın dünyayı algılama ve görme biçimiyle harman eden destanlar, kimi zaman kendi kültürel sınırlarını da aşıp evrenselleşirler. Hintlilerin ünlü ‘‘Mahabharata’’ destanı bunun bilinen örneklerindendir. AT KURBANI Bu upuzun destandaki olaylardan biri de ünlü ‘‘at kurbanı ritüeli’’dir. Kurban edilecek at seçilir ve gelenekler uyarınca bir yıl boyunca sınırların dışında başıboş bırakılır. Bunu ilk öğrendiğimde, ‘‘yılkı atı gibi’’ demiştim kendi kendime. O sırada Güngör Dilmen’in ‘‘Kurban’’ adlı oyununu Fransa’da sahneye koymaya hazırlanıyordum. Bir yanıyla kültürel kökenlerimize bir yolculuk olarak da tasarladığım bu sahnelemeye bir önoyun eklemiştim. Önoyunun kurgusu, ünlü Rus bilgini Radlov’un betimlemesini yaptığı, bir Yakut şamanının ‘‘at kurbanı ritüeli’’ne dayanıyordu.(1) O atın kurban töreni içindeki kaderine terk edilmişliği, Zehra’nın oyunun finalindeki yalnızlığıyla örtüşüyordu. Hem toplumun kendi dayatmalarını kabullenmeyen bireyi sınırlarının dışına itmesi, marjinalleştirmesi anlamında bir yalnızlıktı bu; hem erkek egemenliğinde kadının kuşatılması ve tek başına bırakılmasıydı. Zehra dışarıdan dayatılan bütün bu ‘‘tecrit’’lere, ‘‘kurban’’ olmayı ve çocuklarını kurban etmeyi seçerek cevap veriyordu. Sonuçta bu da bir ‘‘yalnızlaşma’’ süreciydi, ama dışarıdan dayatılmıyor, tam tersine Zehra bu kararıyla, ‘‘ölüm’’ kararıyla, onu isimsiz bir kadere mahkum etmek isteyen toplumun üzerine yükselerek, ılkı atının kurban töreni içinde kaderine terk edilmişliği, toplumun kendi dayatmalarını kabul etmeyen bireyi sınırlarının dışına itmesiyle örtüşüyor. Y ‘Yılkı Atı’, Topkapı Sarayı Kitaplığı, Albüm H. 2165. kendi iradesiyle yalnızlaşıyordu. Tıpkı bir noktadan sonra, kaderini sahiplenen bir ‘‘yılkı atı’’ gibi... METİN AND VE ABİDİN DİNO Geçenlerde sevgili hocam ve bilge dostum, tiyatromuzun duayeni, o çocuksu merakını ve heyecanını hiç yitirmeyen Prof. Dr. Metin And’dan bir mektup aldım. Abidin Dino’nun ‘‘Kızıl Menhir’’ tablosundan söz ettiğim yazıma gönderme ile, ‘‘Sevgili Ayşe Emel, son yazılarından birinde Abidin Dino’yu ne kadar sevdiğini belirtiyordun. Bu büyük usta ve insana karşı ben de aynı duygular içindeyim’’ dedikten sonra, ekte de Sanat Dünyamız için seçtiği bir resmi ve yine aynı dergide yayımlanmış, o resmin kendisindeki anısını içeren kısa yazısını göndermiş.(2) Bir minyatür bu: ‘‘Yılkı Atı’’. Metin And’ın yıllar önce İngilizce yayımlanmış kitabında siyah beyaz yer alan bu minyatürü gören Abidin Dino, kendisinden bir renkli diasını istemiş, o da ‘‘büyük hayranlık duyduğum az sayıda insandan biri’’ diye nitelediği usta ressamın bu isteğini hemen yerine getirmiş. Daha sonra Paris’te görüştüklerinde ona ‘‘dünyaları bağışlamışçasına’’ teşekkür eden ‘‘büyük sanat adamı’’, bu minyatürü sık sık perdede büyüterek baktığını söylemiş. Uzun uzun bakıyorum bu yalın, ama güçlü minyatüre... Yılkı atının, köpekler, kargalar tarafından didiklenen, ısırılan, örselenen yorgun bedenini sürükleyerek yürüyüşü bir çağrışımlar ordusu gibi çöküyor üzerime.Mahabharata’da kurban edilmeye hazırlansın diye, yılkıya salınan atı, kurban ile yalnızlaşma arasındaki ilişkiyi düşünüyorum. Bizimki gibi, adalet duygusunu yitirmiş, her şeyini günlük menfaatlere ve koltuk sevdalarına endekslemiş toplumların değerlerini nasıl ‘‘yılkıya saldığı’’nı, toplumsal sunaklarda nasıl kan içtiğini düşünüyorum. Zehra’yı düşünüyorum sonra. Sonra başka resimler akıyor gözümün önünden. ‘‘Kurban’’ diye damgalanmış ve kendilerine yaşayabilmek için ‘‘ölmek’’ten başka çıkar yol bırakılmamış ‘‘atlar’’ alev alev yelelerini rüzgârlara savurarak dörtnala geçiyorlar gönlümden, yeri döven toynaklardan çıkan kıvılcımlar bir çakıp bir kayboluyor gecenin karanlığında... (1) Bkz. Metin And, Oyun ve Bügü. Türk Kültüründe Oyun Kavramı, YKY, 2003, s. 9092. Sanat Dünyamız, Sayı: 95, Yaz 2005, s. 118119. (2) ‘Yılkı Atı’, Topkapı Sarayı Kitaplığı, Albüm H. 2165. İstanbul’dan Tiflis’e kültür köprüsü MEHMET FARAÇ TİFLİS İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’un ‘‘2010 Avrupa Kültür Başkenti’’ seçilmesi nedeniyle Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e ‘‘kültür köprüsü’’ kurdu. Gürcüler, Anadolu Ateşi’nin gösterisiyle başlayan etkinliklere büyük ilgi gösterdi. İlki Suriye’nin başkenti Şam’da düzenlenen ‘‘İstanbul Kültür Günleri’’ etkinliklerinin ikincisi Tiflis’te başladı. Etkinlikler öncesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, ilçe belediye başkanlarıyla birlikte Uluslararası Karadeniz Üniversitesi’ni ziyaret ederek, Tiflis Belediye Başkanı Gigi Ugulava ve GürcüTürk İşadamları Derneği yöneticileriyle bir araya geldi. ‘İSTANBUL KÜLTÜR GÜNLERİ’ ‘‘İstanbul Kültür Günleri’’nin açılış kokteyli ise Tiflis Filarmoni Binası’nda yapıldı. İstanbul’un tanıtım CD’sinin gösterimiyle başlayan kokteylde konuşan Topbaş, ‘‘İstanbul Kültür Günleri’’nde Tiflis halkının Türk kültürünü yakından tanıyacağını; 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinin Köln’ün ardından bazı Avrupa ülkeleri ile Türk Cumhuriyetleri’nde de yapılacağını belirtti. Tiflis Belediye Başkanı Gigi Ugulava da Türkiye ile ilişkilerin ileride daha da gelişeceğini belirterek, kültür günlerinin düzenlenmesine katkıda bulunanlara teşekkür etti. Topbaş ve Ugulava, konuşmalardan sonra panoramik İstanbul fotoğraflarının yer aldığı sergiyi gezdiler. Açılış kokteylinin ardından, 1004. kez sahne alan ‘‘Anadolu Ateşi’’, Tiflislilere muhteşem bir gösteri sundu. Anadolu kültürünü dans eşliğinde anlatan ve bugüne kadar 8 milyon kişinin izlediği gösteri uzun süre ayakta alkışlandı. İzleyici, Kafkas çalgıları ve folklorundan örneklerin sergilendiği bölümde daha da coştu. Genel Sanat Yönetmenliğini Mustafa Erdoğan’ın yaptığı topluluğun, Tiflis’in ardından Mısır, Belçika, Kore, Kuveyt, Katar ve Beyaz Rusya’da da gösteri yapacak. Kültür günleri etkinlikleri Mehter Takımı’nın gösterisinin yanı sıra İstanbul Sazendeleri’nin konseri eşliğinde Türk yemeklerinin sunulmasıyla sürdü. Mehter Takımı etkinliğinin ardından Toros Can, piyano konseri verecek. Cuma günü Ahmet Özhan’ın konserinin ardından sema gösterisi yapılacak. Cumartesi akşamı Mustafa Sandal’ın Rikhe Meydanı’nda konseri var. Etkinlikler boyunca İstanbul Fotoğrafları, Karma Türk Sanatları, Çağdaş Resim ve Şair Sultanlar sergileri de açık kalacak. stanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın 30 Ağustos gösterileri sırasında Lübnan’a asker gönderilmesini protesto eden gençlere yönelik linç girişimini olumlayan sözleri hâlâ konuşuluyor. Konuşulmayacak gibi de değil. Toplumsal iş bölümünde kendisine asayişi sağlama görevi verilmiş bir zatın, bu asayişi kalabalıkların isyanına bağlamış olması elbette üzerinde durulması gereken bir konudur. Hem Cerrah hem de kafalarına göre, ‘‘kendi kodlarına uymayanları’’ linçle hizaya sokmak isteyenlerin ortak noktası nedir, biliyor musunuz? Fırsatçı olmalarıdır. ‘‘Fırsatçılık’’, bireysel olarak herhangi bir itiraza gücü yetmeyenlerin ancak topluluk haline geldiklerinde ortaya döktükleri son derece vahim bir davranış biçimidir. ‘‘Kitle fırsatçılığı’’ olarak tanımlanacak bir olguyla karşı karşıyayız. Başka (çoğu zaman resmi) güçlerle birleşerek, öfkelerini, ideolojik karşıtlıklarını linç yoluyla düşman bellediklerinin üzerine boca etmenin adıdır ‘‘kitle fırsatçılığı’’. Dolayısıyla namussuzca bir tutumdur. Kalabalıkların arasına karışarak rakibine yumruk indirmenin Anadolu değerler sistemi içerisindeki adı kalleşliktir. Haklı gibi görülecek gerekçeleri olsa da, öfkelerini kendi dışındakilerin güçleriyle ortaya dökmenin birey olmamakla da doğrudan ilgisi vardır. Ancak yığınlarla var olabilmek demektir bu. Tekil olarak ortaya çıkamamak, tekil olarak tavır geliştirememek demek biraz da. ??? İnisiyatif koyamamanın hıncını, o bilinçsiz kitlenin yöneldiği hedefe tekme tokat atarak çıkaran sıradan vatandaş, yanı başında kendisini olumlayan bir emniyet müdürü bulabiliyorsa, ‘‘kitle fırsatçılığı’’nın eğitimle ilgisi olmadığının da kanıtıdır bu. Başta medya olmak üzere kamuoyu oluşturan mekanizmaların (özellikle körüklemeseler bile) yeterince karşı çıkmadığı bu kitlesel tepkiler, oluşturulması yılları bulmuş adalet duygusunu da incitir. Bunun Türkiye’de fark edilmemiş oluşu dramatiktir. Tepkilere kaynaklık eden gerekçelerin haklı olması, adalet anlayışının geri planda tutulmasını gerektirmemeliydi. Haklı olmak, mutlaka haklı kalmayı da bera İ amana sanatını / Sanata özgür‘‘Z lüğünü ver’’... İki dize. Altın harfODAK lerle Viyana’da, bindokuzyüzlü yılların başında açılan ‘‘Seccession’’ sanat galerisinin ana girişinin üzerinde yazılı. Yıllar önce, bu galerinin önünde ilk kez durduğumda, içeriye girmeden bu dizeler üstünde uzunca bir süre düşündüğümü anımsıyorum. İlk başta benim için biraz şaşırtıcıydı, çünkü bu dizelerde sanat için yalnızca sloganvari olmaktan uzak bir özgürlük istemi dile getirilmişti. İlk görev, sanatçının ve sanatındı: ‘‘Zamana sanatını... ver..’’ Peki, ya zamanının olmayan, zamanını kavramak için çaba harcamamış, umursamamış, çözümlememiş sanatçı ve sanat? İlk dize, neredeyse sanatı sanat kılan koşul diye de yorumlanabilirdi. O zaman şu olumsuz’a da uzanabilirdik: Zamanı çözümleme kaygısı gütmeyen, salt biçimsel düzlemde kalmayı yeterli bulan bir sanat anlayışı, zanaattan başka bir şey değildir mi dememiz gerekiyor? Bu satırları yazarken, tam da yazılı sözün burasında, ansızın Michelangelo’yu anımsıyorum hem de yalnızca anımsamakla kalmayıp, Rönesans İtalyası’na kanatlanarak. Ustaların ustası Roma’da, Vatikan’ın göbeğinde, San NOKTASI Pietro Katedrali’nin dört duvarını tamamlamış; neredeyse içersinin süsleme çalışmaları bile başlamış; gelgelelim kubbe tasarımı, henüz ortada yok; Michelangelo’nun elinden daha çıkmamış. Ustanın mimar öğrencileri telaş içindeler. Sağlığı zaten bozuk olan, artık doksanına merdiven dayamış Michelangelo ‘zamansız’ öldüğü takdirde, koskoca katedral kubbesiz kalacak! ??? Bu kaygıları sezen Michelangelo, bir gün öğrencilerini çevresine toplayıp şöyle der: ‘‘Ben kaygılanmıyor muyum sizce? Ama nice yıldızlı gecelerde, sizden habersiz, toprağa uzanıp gözlerimi saatler boyunca gökyüzüne dikiyorum. Ben, kubbeme öyle gecelerde gördüğüm sonsuzluğu getirebilmeliyim! Aksi takdirde hiçbir çizim yapmam, yapamam!’’ Ve ustaların ustası, sonunda dediğini yapar. Yıldızlı gecelerin sonsuzluğunu yansıtan bir kubbe tasarımını ta AHMET CEMAL “Zamana Sanatını Sanata Özgürlüğünü Verin ” mamlar. Kendisi, binanın bittiğini göremez. Ama San Pietro Katedrali, sonsuza kadar sonsuzluğu yansıtacak kubbesine kavuşmuştur. Michelangelo, zamana sanatını vermiştir; çünkü zaman, yani Rönesans, artık antikçağın ardından bir kez daha aklının gücünün ve görkeminin bilincine varan, bu bilinçle ortaçağın zincirlerinden sıyrılıp sonsuzluğa yelken açan insanoğlunun zamanıdır. (Yıllar, yıllar önce, San Pietro Katedrali’ne ilk kez girdiğimde, bana orayı gezdiren dostum: ‘‘Ben sana bak deyinceye kadar sakın yukarıya bakma!’’ demişti. Sonunda bakmamı söylediğinde, kubbenin tam altındaydık. O günden beri ‘sonsuzluk’, benim için asla soyut olmayan bir kavram!) ??? Zamanını ve o zamanın insanlarını boşlayan bir sanata(!) sanat tarihinin sayfalarında sanat dendiğine hiç tanık olmuyoruz. Geçmişten günümüze, kalıcılığa ulaşmış tüm sanatçılar, zaman larını, hayatı ve insanı hep umursamış, bunların tiryakisi olmuş yaratıcılar. Avusturyalı yazar ve ‘Viyana Modernizmi’nin önde gelen adlarından Peter Altenberg (18591919), ‘‘Sanat’’ başlıklı bir yazısında, sanatçı olarak görevini şöyle tanımlıyor: ‘‘Sanat, sanattır, hayat, hayattır; ama hayatı sanatsal düzlemde yaşamak, yaşama sanatıdır... Biz, adı sanat olan bu istisnai olguyu günlük yaşamla evlendirmeyi amaçlıyoruz... Hayatın tüm zenginliğini, zorunlu saydıkları koşuşturmalar yüzünden o zenginliği yaşayamayanların yakınına getirmek! Hep böyle koşuşturmalar içersinde kapalı kaldığın takdirde, bir akşam vaktinin ormanında, yağmurdan ıslanmış bir örümcek ağının önünde durup ona hayranlıkla bakamazsın! Bakabileceğin, görebileceğin ve hayret edebileceğin o kadar çok şey var ki aslında! Gözlerini kullan!’’ Peki ya ‘‘sanat eğitimi’’? Ya bu eğitimin adaylarını büyük çoğunlukla, yaşamlarının yaklaşık üçte biri boyunca görmeyi öğrenememiş, zamanını önemsememiş olanlar arasından ve yalnızca biçimsel yetilere bakarak seçiyorsak! [email protected] [email protected] Mel Gibson’dan savaş karşıtı açıklama LOS ANGELES (REUTERS) Hollywood yıldızı Mel Gibson, Teksas’ta düzenlenen bir film festivalinde Irak savaşıyla ilgili olarak yaptığı açıklamalarla gündeme geldi. Ünlü aktör, iki ay önce alkollü araç kullandığı için tutuklandığı sırada Yahudi karşıtı sözler sarf etmesi nedeniyle tepki toplamıştı. Bir süredir rehabilitasyon tedavisi gören Gibson, Teksas’ta düzenlenen, bilimkurgu ve korku filmleriyle fantastik filmlerin yarıştığı ‘Fantastic Fest’te beklenmedik bir çıkış yaptı. İspanyolların saldırısına uğrayan Maya uygarlığının son yıllarını ele alan ‘Apocalypto’ adlı yeni filminin ekrana gelmesinin ardından soruları yanıtlayan Gibson, Mayaların çöküşü ile Amerika’nın Irak savaşı arasında paralellik kurarak ‘‘Bir uygarlığın düşüşe geçtiğinin işareti zaman içinde hiç değişmedi’’ diye konuştu. ‘‘Çocuklarımızı sebepsiz yere Irak’a göndermek insan kurban etmekten başka nedir ki’’ diyen Gibson’ın bu açıklaması, yakında gösterime girecek olan ‘Apocalypto’nun reklamı olarak yorumlandı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle