29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 BUSH DOKTRİNİNİN SON DÖNEMDE ÖNE ÇIKAN UNSURU: C strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM EYLÜL CUMA ABD çıkarları için savaşır mısınız? CİHANGİR DUMANLI Başkanı Bush, kendisini iktidara getiren ve politikalarını belirleyen Neocon’ların imparatorluk planlarını şiddetle uyguluyor. Bu kapsamda 11 Eylül’ün verdiği fırsattan yararlanarak, Afganistan’dan başlamak üzere Ortadoğu’yu kendisine göre "şekillendirmeye" devam ediyor. Şekillendirmenin kılıfı olarak da "küreselleşme", "demokrasi ve insan haklarının yaygınlaştırılması" ve "terörizmle savaşı" kavramları ve hedefleri kullanıyor. BUSH’un kendi adıyla anılan doktrininin temel unsurları, önleyici savaş, rejim değiştirme, tek yanlılık ve işbirlikçi (benevolent) diktatörlerle işbirliği olarak özetlenebilir. Doktrinin temel aracı silahlı güçtür. Soğuk Savaştan sonra en önemli askeri rakibin ortadan kalkması ABD’yi askeri alanda tek süper güç yaptı. ABD bu üstünlüğünü dünya savunma harcamalarının yarısına yakınını tek başına yapmakla pekiştiriyor. Ancak dünyayı, özellikle Ortadoğu’yu askeri güç kullanarak şekillendirmenin bir maliyeti var. Bu maliyetin en önemli unsuru ise bölgede ve dünyada gittikçe artan Amerikan düşmanlığıdır. Bunu göz önüne alan ABD, son zamanlarda kendi ulusal çıkarları için başka ülkelerin askerlerini kullanma yoluna gidiyor. Bunun en güncel örnekleri İsrail’in bir ay süre ile Lübnan’ı dövmesine, binden fazla sivilin öldürülmesine göz yumduktan sonra, bu ülkenin kuzey emniyetini uluslararası bir güce devreden BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararını çıkartması ve Afganistan’da artan direniş karşısında NATO şemsiyesi altında diğer ülkelerden daha fazla asker istemesidir. Bu girişimler ABD çıkarları için başka ülkelerin askerlerini kullanmanın, BUSH doktrininin yeni bir unsuru olarak güçlü ve yaygın bir şekilde öne çıktığını gösteriyor. ABD’nin dış ve ulusal güvenlik politikaları genellikle Başkanların adıyla anılan doktrinlerle tanımlanıyor. Soğuk Savaşın ilk yıllarındaki (1953–1961) Eisenhower Doktrini, Komünizme karşı mücadele eden ülkelere, istedikleri takdirde, askeri güç kullanmak da dahil her türlü yardımın yapılmasını öngörüyordu. Kennedy Doktrini (1961–1963) ise hürriyetin başarısı ve devamı için ABD’nin ödemesi gereken her türlü bedeli ödemeye hazır olduğunu, tüm dostlarını destekleyeceğini, tüm düşmanlara karşı koyacağını ilan ediyordu. Başkan Nixon Vietnam’dan alınan dersler ışığında önceki doktrinlerden ayrıldı. Nixon Doktrini’ne (1969–1974) göre ABD askerleri dost ülkeleri savunmak Kırmızılı Kadın! yonların temsilcisi ana muhalefet partisi başkanı Deniz Baykal’ın üstüne yürüyüp, suratına kağıtları fırlatan. ??? Konuşma sırası bu defa Yunanistan dış işleri bakanı Dora Bakoyannis’e geliyor. Kırmızı tayyörler içinde yine şık, yine güler yüzlü. Ama her zaman olduğu gibi konuşmalarında yine gülerken ısırıyor. BM çatısı altında o dakikaya kadar rutin konuşmalardan sıkılanlar kendine geliyor, uyuyanlar uyanıyor. Çünkü kürsüde Dora Bakoyannis, yani ‘‘kırmızılı kadın’’ var. Başta Gül olmak üzere kimse umurunda değil, ‘‘çatır çatır’’ konuşup tezlerini dile getiriyor. Sanki BM Genel Kurulu’nda değil, Yunanistan parlamentosunda konuşuyor. Abdullah Gül’ün suratına bakarak Türkiye’yi 32 yıldan bu yana Kıbrıs’ta işgalcilikle suçluyor. 40 bin Türk askerinin hâlâ adada olduğunu, çözüm konusunda üst hakem kabul etmediklerini, zaman içine sıkışmak istemediklerini, çözümün referandumla zemin kazanacağını belirtip, kürsüden iniyor. Kısaca eteğindeki tüm taşları çekinmeden döküyor. Abdullah Gül başkanlığındaki Türk heyetini ‘‘damdan düşmüş’’ hale getiriyor. Tabii adaya ilk çıkan askerlerin Yunan olduğunu, bu askerlere dönemin başbakanı Yorgo Papandreu’nun emri ile sivil kıyafetler giydirildiğini, 1959 yılından bu yana adada Yunan askeri bulunduğunu, fitili ateşleyen ilk katliamların Rumlar tarafından gerçekleştirildiğini, adanın tamamının Yunanistan’a bağlanması için (ENOSIS) yapılan darbenin, Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan hakkını kullanmasına neden olduğunu, bugünkü ‘‘İkinci Yunanistan Cumhuriyeti’’ne Türkiye’nin sayesinde kavuştuklarını söyleyemiyor. Aslında söylememekte haklı. Bütün bunları bizimkiler söylemezse, onlar niye söylesin ki!.. murilem?otenet.gr ABD ABD, küresel imparatorluk hedeflerini yerine getirmek için dünyanın kritik bölgelerinde önemli askeri güçler bulunduruyor. 120 ülkedeki 860 üste 325 bin asker bulunduran ABD, ‘uluslararası terörle savaş’ gerekçesiyle ayda 10 milyar dolar harcıyor. için savaşmayacaklardı. Bunun yerine dost ülkelere yapılacak askeri ve ekonomik yardımlarla bu ülkelerin kendilerini savunacak hale getirilmeleri esas alınmıştı. Carter Doktrini (1977–1981), ABD’nin Basra Körfezi bölgesindeki ulusal çıkarlarını korumak için askeri güç kullanılacağını ilan ediyordu. Reagan Doktrini (1981–1989) Sovyetler Birliği’nin desteklediği Komünist rejimleri değiştirmek için açık veya örtülü destek verilmesini öngörmekte idi. Clinton Doktrini (1993–1997), ABD’nin her zaman her yerde olamayacağından hareketle, ABD değerleri ve çıkarlarının en çok tehdit altında olduğu durumlara müdahale etmek esasına dayanıyordu. (seçici müdahalecilik). En son Bush Doktrini ise tehdidin ABD’yi vurmasını beklemeden, ön alarak vurmak ilkesine dayanıyor. Bunu yaparken ABD diğer ülkelerle işbirliği halinde hareket etmeye çalışacak fakat bunu sağlayamaz ise tek başına (unilateral) hareket edecektir. Bush Doktrini’ni önceki başkanların doktrinlerinden oldukça farklıdır. Diğer doktrinler tehdit altındaki ülkelere doğrudan veya dolaylı ABD desteğini öngörmelerine karşın, Bush Doktrini diğer ülkelerin ABD’yi desteklemelerini öngörüyor. Bush’a göre Soğuk Savaştaki Komünizm tehdidinin yerini köktendinci İslam’dan kaynaklanan uluslararası terör almış durumda. Dolayısıyla teröre karşı savaşa tüm ülkeler katılmalıdır. Ancak uygulamada sadece ABD’yi tehdit eden teröre karşı işbirliği öngörülmektedir. YAKLAŞIM FARKLILIĞI ABD resmi dokümanlarında tehdit olarak "terör" değil, "uluslararası terör" den bahsediliyor. Bundan kasıt "ABD’yi veya dünyadaki ABD varlık ve çıkarlarını vurabilecek terör" dür. ABD, kendisine doğrudan zararı olmayan terörle ilgilenmez. En azından bu teröre öncelik vermez. Örneğin PKK ABD’yi tehdit etmediğinden göstermelik tedbirlerle ayakta tutuluyor, hatta ABD’li yetkililerce muhatap alınıyor. Irak’ı işgal altında bulunduran ABD’nin, bu ülkeden sızarak ülkemizde terörist eylemler gerçekleştiren PKK’ya karşı tedbir almadığı gibi, bizim meşru savunma hakkımızı kullanmamıza engel olması, bu ülkenin PKK’yı desteklemesi ile eşanlamlıdır. Son günlerde ortaya çıkan "terörle mücadele koordinatörlüğü" Türkiye’yi oyalamak, meşru savunma hakkını kullanmaktan alıkoymak ve terör örgütünü siyasallaştırmak amacına yöneliktir. Türkiye ile ABD arasında teröre karşı etkin ortak mücadeleyi engelleyen en önemli şey iki ülkenin terör tehdidini algılama fakıdır. ABD için terör dünya egemenliğini kurmasına tehdit olarak algılanırken, bizim için terör ülkemizin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğüne tehdit oluşturmaktadır. ABD müttefiklerinin terörle mücadelesine eylemli olarak destek olmazken, Afganistan’da ve Irak’ta yürütülen "terörizmle savaşta" ABD’ye 70 ülke destek veriyor, bunların 21’i toplam 16000 kişilik kuvvetle ABD’nin yanında fiilen yer alıyor. (1) Ancak İngiltere hariç, bu ülkelerin katkıları genellikle sembolik düzeydedir. ABD sırf terörizmle savaşa uluslararası bir görüntü verebilmek için mümkün olduğu kadar fazla sayıda ülkeyi bu savaşın içinde göstermeyi amaçlıyor. Bu ülkelerin büyük bir çoğunluğu ise ABD’ye ekonomik ve siyasi bakımlardan bağımlı olduklarından, kendilerini sembolik de olsa ABD ile birlikte hareket etmek zorunda görüyorlar. Genellikle halklarının büyük bir çoğunluğu ABD’ye karşı olan bu ülkelerin yöneticileri iktidarla rını sürdürmenin yolunu ABD’ye yakın olmakta görüyorlar. Ülkemizde yapılan anketlerde halkın yüzde 80’lere varan kesimi ABD’ye karşı olmasına karşın, AKP Hükümetinin bu ülke ile "Ortak Stratejik Vizyon Belgesi" imzalaması bunun bir örneğidir. DÜNYAYA YAYILAN GÜÇ ABD’yi diğer ülkelerden askeri destek istemeye iten neden, imparatorluğunu 21. Yüzyılda sürdürmesinin bedelinin oldukça ağır olmasıdır. ABD 120 ülkedeki 860 adet üsde (15 büyük, 19 orta, 826 küçük) toplam 325 000 asker bulunduruyor.(2) Afganistan ve Iraktaki Harekatlarda ölen ABD askeri sayısı (15 Eylül itibarıyla) 3009 dur. (2676 Irak’ta, 333 Afganistan’da).(3) Her iki harekatın maliyeti ise 400 milyar doları bulmuyor. Terörle savaş kapsamında ayda 10 milyar dolar harcıyor.(4) Buna karşın ABD Afganistan ve Irak’ta başarılı olamıyor. Her iki ülkede de ABD’ye karşı direniş ve karmaşa artıyor. ABD’nin bölgedeki taşeronu İsrail de Hizbullah’a karşı başarısız oldu. ABD’yi uzun vadede asıl endişelendiren şey, Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyada Amerika’ya karşı olanların sayısının gittikçe artmakta olmasıdır. Bu nedenle İmparatorluğun askeri güçle mi, yoksa yumuşak güce ağırlık verilerek mi gerçekleştirileceği ABD’de yoğun olarak tartışılıyor. Tarihteki tüm imparatorlukların sonunu getiren "aşırı yayılma" ABD İmparatorluğunun da sonunu hazırladığı düşünülüyor. ABD için bu sonu geciktirmenin yollarından birisi, yükü mümkün olduğu kadar başka ülkelere paylaştırmaktır. Bu kapsamda özellikle terörle savaşın bir din savaşı olmadığını göstermek üzere, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan, fakat Batı ittifakında yer alan Türkiye’ye önemli rol vermek istiyor. Bunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin profesyonel başarıları, barışı destekleme operasyonlarındaki deneyimleri ve bölge halkları ile diyalog kurabilme yeteneği önemli rol oynuyor. Soros’un "en önemli ihraç malı" olarak askerimizi göstermesi bu yüzdendir. ABD’nin ülkemizi "ılımlı İslam ülkesi" olarak diğer Müslüman ülkelere örnek göstermesi ve Türkiye’nin bu tür harekatlara İslam kimliği ile katılması Cumhuriyetin temeli olan laikliğe aykırıdır. Bir ülke ile güvenlik konusunda işbirliğinin temel koşulları, ortak çıkarların bulunması, bu çıkarlara yönelik ortak tehdit algılamaları ve bu tehditlere karşı koyabilmek için ortak konseptler olmasıdır. Soğuk Savaş döneminde ortak tehdit algılaması bizi ABD ile müttefik yapmtı. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde bu ülke ile çıkarlarımız ve tehdit algılamalarımız gittikçe farklılaşmaya başladı.(5) Terör başta olmak üzere, zamanımızdaki asimetrik tehditlerle başa çıkmanın yolu uluslararası işbirliğinden geçiyor. Ancak, burada çifte standartların olmaması gerekir. ABD ve AB’nin PKK konusundaki çifte standartları dururken, bizim terörle mücadele adı altında, ABD ve İsrail’in çıkarları için Afganistan’da El Kaide ile ya da Lübnan’da Hizbullah’la çatışmamız düşünülemez. TSK, hem bu tür harekatlara katılmak hem de aynı anda terörle etkin mücadele etmek yeteneğine sahiptir. Sorun, yurtdışı harekatlara katılarak içerdeki terörle mücadeleye ayrılacak kuvvetlerin azaltılması değildir. Önemli olan, PKK’yı dolaylı olarak destekleyen ABD’ye karşı siyasi bir duruş sergilemek, her istediği yere askerimizi göndermemek ve emperyalizmin Ortadoğu’daki planlarının uygulayıcısı olmamaktır. Y unan televizyonlarından BM Genel Kurulu’nun 61’inci dönem açılış toplantısını izliyorum. Dışişleri bakanı Abdullah Gül konuşuyor. Yüzlerce üyeye Kıbrıs konusundaki gelişmeleri, Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını anlatıyor. 2004 yılında yapılan referandumda BM’nin Kapsamlı Kıbrıs Çözüm Planına ‘‘Evet’’ diyerek olumlu oy veren Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumun (aynı zamanda AKP’nin) beklentilerine karşılık verdiğini, ancak Kıbrıslı Rumların Genel Sekreterin tüm çabalarına rağmen planı reddettiklerini vurguluyor. Üye ülkelerin temsilcileri soğuk ve ilgisiz. Gül’ün ifadelerini yıllardır dinlemekten bıktıklarını belli ediyorlar. Bakan’ın metinden okudukları bilinen şeyler. BM gibi önemli bir uluslararası kuruluşta konuşma fırsatı çıkmış, yıllardır dinlenen plağı bir kez daha pikaba koyup BM üyelerine dinletmeye çalışıyor. Yani bizim turizm bakanımız BM toplantısına katılmış olsaydı, çoktan kaçıncı rüyayı görüyor olacaktı. Aslında son dönemde bu adamcağız, yani şu meşhur Turizm Bakanımız Atilla Koç, işin ucunu iyice kaçırdı. Artık milli marşımız okunurken bile horlamaktan çekinmiyor. Binlerce kez yazıklar olsun, diyerek yine BM Genel Kurulu’na dönelim. Türkiye, gerçek anlamda tezlerini dile getirebileceği böyle bir fırsatı bir kere daha boşa harcıyor. Rumların, Yunanlıların Kıbrıs konusunda oynadıkları oyunu üye ülkeler temsilcilerinin gözleri önüne sermek yerine, aynı yemeği ısıtıp, milletin yemesini bekliyor. Aslında Dışişleri ve Genelkurmay raporlarından okuduğu, ancak bilmesine rağmen kamuoyuyla paylaşmadığı gerçekleri dile getirse yeterdi. Yunanistan’la ilişkileri bozmamak için olaylara yüzeyde değinmenin, kibar olmanın zamanı değil. Kaldı ki kendini kibar olarak lanse etmeye çalışan Sayın Gül değil miydi kutsal sayılan Büyük Millet Meclisi çatısı altında mil Finlandiya Kıbrıs için nabız yokluyor ELÇİN POYRAZLAR BRÜKSEL Avrupa Birliği (AB) Dönem Başkanı Finlandiya AnkaraBrüksel arasında olası bir krizi engellemek için KKTC konusunda sunmaya hazırlandığı önerilere ilişkin nabız yokluyor. AB kaynakları Finlandiya’nın ‘‘eski unsurlarla yeni bir öneri getirdiğini’’ belirterek öneride Magosa Limanı’nın AB denetiminde ticarete açılması ve Maraş’ın BM denetimine verilmesinin yer aldığını kaydettiler. Söz konusu önerilerin Lüksemburg’un AB Dönem Başkanlığı sırasında da getirildiğini ifade eden kaynaklar, Finlandiya’nın öneride yer alan unsurları ne şekilde formüle edeceğinin henüz belli olmadığına işaret ettiler. Kaynaklar ayrıca bu yöndeki bir önerinin kabul edilmesi durumunda KKTC’ye yönelik izolasyonun kalkmış sayılacağı ve Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a limanlarını açabileceği varsayımında bulunuyor. AB kaynakları Finlandiya’nın henüz yazılı resmi bir öneri getirmediğini, görüşmelerin üst düzeyde sürdüğünü ifade ettiler. KKTC YALANLIYOR AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın doğrudan ticaret tüzüğü konusunda Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve KKTC olmak üzere tüm taraflarla görüşmelerin sürdüğü yönündeki açıklamasına karşın KKTC’nin görüşmelerde taraf olmadığı öğrenildi. KKTC Cumhurbaşkanlığı’ndan, Finlandiya’nın üzerinde görüşmelerin sürdüğü önerisinin kendilerine ulaşmadığı ve bu yöndeki haberleri basından öğrendikleri açıklaması geldi. KKTC Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca tarafından yapılan açıklamada ‘‘Bu önerinin ciddiyetle değerlendirilmesi söz konusu olmadığı gibi Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonların kaldırılmasının, Türkiye’nin AB üyeliği sürecine bağlanması da mümkün değildir’’ denildi. Asker gönderme ölçütleri B ir bölgeye gerek savaşmak için, gerekse barışı destekleme harekatı için asker gönderilirken aşağıdaki ölçütlerin göz önüne alınması gerekiyor: 1. Yaşamsal önemde bir ulusal çıkarım var mı? (Barışı destekleme operasyonlarında daha düşük önem derecesindeki ulusal çıkarlar söz konusu olabilir, ancak bir ulusal çıkarın olması asgari koşuldur). 2. Askeri güç tek veya son çare mi? (Ulusal çıkarlarımı askeri güç dışındaki diğer güç unsurlarımla sağlayabilir miyim?) 3. Yeterli ve hazır askeri gücüm var mı? 4. İç kamuoyu askeri gücün gönderilmesini destekliyor mu? 5. Uluslararası kamuoyu benim asker göndermemi destekliyor mu? 6. Barışı desteklemek için gideceğim bölgedeki yönetim ve halk beni istiyor mu? 7. Harekat uluslararası hukuka uygun mu? (Bu aynı zamanda Anayasamızın aradığı bir koşuldur.) 8. Harekata katılmakla katlanacağım maliyet ve karşılaşacağım riskler nelerdir? Elde edeceğim ulusal çıkarlarım bu maliyet ve riskleri göze almaya değer mi? Lübnan’a asker gönderirken veya Afganistan’da El Kaide ile çatışacak asker gönderme taleplerini değerlendirirken bu ölçütlerin çoğunun karşılanmadığı görülecektir. Önemli diğer bir kriter de sizden asker isteyen güçlerin (ABD) neden sizi istediğidir. Yukarıda da değinildiği gibi, ABD’nin hedefi Ortadoğu’yu kendisine göre şekillendirerek imparatorluğunun devamını sağlamaktır. Bunu nasıl yaptığını komşumuz Irak’ta gördük. Kuzey Irak’ta bağımsız (daha doğrusu ABD’ye bağımlı) bir Kürt devletinin kurulmasını sağlayan bu planın Türkiye’nin çıkarlarına olmadığını anladık. ABD bizden işte bu planlarının uygulanması için asker istiyor. Buna rağmen "terörizmle uluslararası mücadele" maskesi altında ABD’nin her istediği yere askerimizi göndermek, ABD’nin planlarının bir parçası olmak ve bir daha kolay kolay sıyrılamayacağımız şekilde kendimizi bu planlara angaje etmektir. ABD’nin istekleri doğrultusunda yurt dışına asker gönderirken, yukarıdaki kriterlerin dışında Hükümetin dikkate aldığı en önemli kriter, ekonomik, siyasal ve askeri teknoloji bakımından bağımlı olduğumuz bu ülkeye hoş görünmek ve iktidarlarının devamını sağlamaktır. Çok daha zor koşullar altında antiemperyalist Bağımsızlık Savaşı vererek bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin bu duruma düşürülmesinde hepimizin sorumluluğu bulunuyor. Sonuç olarak, ABD kendi ulusal çıkarlarını ve emperyalist planlarını gerçekleştirmek amacıyla mümkün olduğu kadar başka ülkelerin askerlerinin "terörle uluslararası mücadele" bahanesi ile kendisi için savaşmasını istemekte, bu kapsamda Türkiye’ye özel bir ilgi gösteriyor. Türkiye ise, kendi potansiyeline uygun bağımsız hareket etmek, ABD planlarının bir parçası olmamak, yalnızca kendi ulusal çıkarlarının peşinde olmak zorundadır. Bunun tek yolu, Atatürk’ün izlediği onurlu dış politikayı izleyebilecek şekilde "tam bağımsız" olabilmek ve bunu gerçekleştirecek anlayışı iktidara getirmektir. Dipnotlar (1): http://www.centcom.mil/sites/uscentcom1/Shared%20Documents/Coalition.aspx (2): http://en.wikipedia.org/wiki/USA#Foreignrelationsandmilitary (3): http://www.defenselink.mil/news/casualty.pdf (4): Defense News March 27, 2006 s.4 (5): DUMANLI C. "Türkiye İle ABD’nin çıkarları Örtüşmüyor", Cumhuriyet Strateji 3. Temmuz 2006 ‘Türkiye’de dinin önemi arttı’ Dış Haberler Servisi Papa 16. Benedictus’un İslamla şiddet arasında bağ kuran konuşmasının kopardığı fırtınanın Türkiye ziyaretine gölge düşürdüğü ve iki taraf için de tedirginlik yarattığı yolundaki yorumlar sürüyor. Financial Times gazetesi, bugünkü Türkiye’nin Papa İkinci Jean Paul’ün 1979 yılında ziyaret ettiği Türkiye’den farklı olduğunu, ülkede İslamın dini ve kültürel öneminin arttığını yazdı. İngiliz gazetesi, Papa’nın kasım ayında yapacağı Türkiye ziyaretinin teolojik ve kültürel fırtınaya kurban gitmediğini, ancak bu fırtınanın ziyarete gölge düşürdüğünü savundu. Türkiye’de Papa’nın konuşmasına gösterilen tepkilerin başka Müslüman ülkelerindeki tepkiler kadar ateşli olmamakla birlikte yine güçlü olduğunu belirten gazete, bu çerçevede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Papa’dan özür dilemesi çağrısına dikkat çekti. Türkiye’nin AB hedefini işaret ederken Başbakan Erdoğan’ın bu konudaki iddiayı dini bir terimle, bir ‘‘medeniyetler ittifakı’’ olarak yeniden tanımladığına vurgu yapan Financial Times, bunun, ülkenin laik, modern ve Avrupa yanlısı hedeflerini ön plana çıkaran eski Türk politikalarına göre belirgin bir değişiklik olduğunu kaydetti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle