06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 NİSAN 2006 CUMA müzik İKİNCİ ALBÜMÜNÜ 6 YIL SONRA ÇIKARAN ÜMMÜŞEN, ’BESTELERİM, KENDİMİ DIŞAVURUMUM SADECE’ DİYOR ‘Rüzgâra Karşı’ şarkılar... HATİCE TUNCER YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C 7 İ ş kadını, akademisyen ve 70’li yılların solcu gençlerinin dillerinden düşmeyen anonimleşen şarkıların yazarı... İlk şarkılarını 1974’te ODTÜ öğrenciliği sırasında yazan Ümmüşen’in bugüne kadar sadece iki albümü yayımlandı. Müzik, vücudunun bir parçası, şarkıları ise duygularının öyküsü. ‘‘Nenni’’ albümünden 6 yıl sonra ‘‘Rüzgâra Karşı’’da paylaştığı şarkılarında yaşam ‘‘ılgıt ılgıt’’ akıp gidiyor. ğinde uzun süre o çadır yerlerinin anlatıldığını düşünürdüm. Halk edebiyatının, müziğinin yoğun olarak yaşandığı ortamda, doğal olarak, konuşmadan türkü söylemeye başladım. Elim iyi kötü kalem tutmaya başladığında şiir yazmaya başladım.’’ HALKOYUNU EKİBİNDE... İstanbul Erenköy Kız Lisesi’nden sonra 1974’te ODTÜ İşletme Bölümü’ne giren Ümmüşen’in ilk işi Türk Halk Bilimleri Topluluğu’na (THBT) ka ‘‘Maden Ocakları’’, ‘‘Bebeğim’’ şarkıları 1970’lerde marş haline dönüştü: ‘‘Aslında onları ben marş gibi hissetmedim. Bir yandan dersler, bir yandan etkinlikler arasında koşuştururken bunları genellikle yürürken yazdım. 43 albümde şarkılarım söylendi, anonim yazıldı. Örneğin Beyaz Gelinlik’le ilgili öyle güzel söylenceler çıktı ki.. büyüsü bozulacak diye benim demeye korkuyorsunuz. Ama şu anda günün birinde söylemeye kalktığımda birilerinden izin almak zorunda kalmayayım diye kayıt altına aldırdım.’’ açan bahar çiçeklerini fark ettim ve ertesi gün işten ayrıldım. Müzik ve herhangi bir işi çok ayrı tutmuyorum. İşletmecilikte bir işi doğru bir şekilde geliştirerek yapmak, aslında var olan bir şarkıyı kendi duygularınızı da katarak onu tekrar yorumlamak gibi. Ama yeni bir sistem kurup hayata geçirmek ise kendi besteni yapıp söylemek gibi bir şey. Müziği, vücudumun bir uzvu olarak hissediyorum.’’ HAYAT YEŞİLDE... Ümmüşen, ODTÜ’den arkadaşı Derya Köroğlu’nun prodüktörlüğünde ilk albümü ‘‘Nenni’’yi 1999’da çıkardı: ‘‘ Birileri duysun, beğensin diye hedefim olmadı. Bestelerim, şiirlerim kendimi bir anlamda dışavurumum sadece. Albümü, bunları paylaşmanın bir yolu olarak düşündüm. Güzel bir yemek yapıp birçok dosta sunup birlikte yediğinizde mutlu olursunuz. Şarkıları paylaşmak böyle bir duygu galiba.’’ Ümmüşen, geçen yıl şubat ayında Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Grup Yorum’un 20. yılı nedeniyle düzenlenen etkinlikte sahneye çağrıldığında, ‘‘HayatBeyaz Gelinlik’’in yazarını salonda dolduranlar gibi biz de orada öğrendik. Şarkısını eşlik sazları olmadan, içtenlikle, detone olma kaygısına düşmeden, coşkuyla söyledi. Ümmüşen, albümlerinde de güçlü sesinin yanı sıra sert vurgularıyla dikkat çekiyor: ‘‘Kendi yöremin söyleyiş tarzı böyle çığlık çığlığadır. Dedemin sandık gibi radyosunun içinde birileri var zannederdim. Toprak evdeki gömme dolaplara girip bağıra bağıra şarkı söyleyip radyoculuk oynardım. Böyle bir alışkanlıkla yumuşak sesle kendimi ifade edemiyorum.’’ Faşist ve Şeriatçı Tepkiyi Etkisizleştirmek... D İlk şarkılarını 1974’te ODTÜ öğrenciliği sırasında yazan Ümmüşen’in bugüne kadar sadece iki albümü yayımlandı. YÖRÜK AİLE... Ümmüşen, halk kültürünün çok zengin yaşandığı Antalya’nın Korkuteli’ne bağlı Yazır köyünden Yörük kökenli ailesini kendisi için büyük bir şans görüyor. Babası, amcaları güzel bağlama çalar, halaları güzel türküler söylermiş. Babaannesinin her beş cümlesinden üçü atasözü olurmuş: ‘‘Yerleşik hayata geçeli çok olmuş.. ama hâlâ o üretim ilişkilerinin izleri taşınıyor. Yayla geleneği, kıl çadırlar hâlâ var. Her ailenin yurt denilen çadır yeri bellidir. İlkokulda ‘yurdum’ denildi tılmak olmuş: ‘‘12 Mart döneminden sonra ilk defa geniş çaplı bir geceye izin verilmişti. THBT’nin geceye katıldığı üç halkoyunu ekibinde de oynuyordum. Oyunlar arasında gecede çıkanları, hep birlikte söylenen türküleri dinledim. Çok bilinen halk ezgilerinin üzerine slogan sözler yazılmıştı. Duygularıma hitap eden bir şey bulamadım ve ertesi gün bağlamayı alıp beste yapıyordum.’’ Ümmüşen, 15 gün sonra ilk 56 bestesiyle ilk konserine çıkmış. Türkiye’nin her yanındaki konserlerinde söylediği ‘‘Beyaz GelinlikHayat’’, Ümmüşen, ODTÜ’den mezun olduktan sonra Çukurova Üniversitesi’nde FinansMuhasebe Ana Bilim Dalı’nda doktorasını tamamladı, 7 yıl öğretim üyesi olarak çalıştı. Çukurova Üniversitesi’nde de öğrencilerle ODTÜ’dekine benzer halk müziği ve oyunları kulüpleri kurdu. Adana’da zor durumdaki bir şirketin teklifini kabul ederek üniversiteden ayrıldı. Üç ayrı grupta orta ve üst kademe yöneticilik yaptı. İstanbulAdana bağlantılı bir holdingin genel koordinatörüyken 1996’da ayrıldı: ‘‘Bir gün sabaha karşı işten çıkarken GECİKMELİ... Ümmüşen’in Neşe Demirkat Müzik’ten çıkan ikinci albümü ‘‘Rüzgâra Karşı’’nın düzenlemelerini Derya Köroğlu ve Erkin Hadimoğlu üstlenmiş. 2001’de tamamlanan albümün yayımlanması bazı özel nedenlerle gecikmiş. Ümmüşen, ODTÜ’de öğrencilik döneminde bir yıl boyunca birlikte müzikşiir dinletileri yaptığı şair Nihat Behram’ın ‘‘Düş Vurgunu’’ şiiri dışında, sözlerini ve müziklerini kendisinin yazdığı şarkılar söylüyor. Hesaplı kitaplı ikili ilişkiler... M imar Sinan Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim üyesi olarak derslerine girdiği sırada doçent bir arkadaşının ‘‘Bize şarkı yazmıyorsun’’ sözleri üzerine yaptığı‘‘Aritmetik Sevda’’, ‘‘hesaplıkitaplı’’ ilişkileri anlatan hüzünlü ve sitem yüklü bir şarkı. ‘‘Şarkısız Sevda’’ şarkısını yakın bir arkadaşının eşini kaybetmesinin ardından kaleme almış. ‘‘İstanbul Türküsü’’nde metropol yaşamının yalnızlaştırdığı insanların ‘‘Bildiğimiz yalnızlığa burada özgürlük deniyor’’ sözlerine kulak veriyoruz. Ümmüşen, ‘‘[email protected]’’ adını da verdiği İstanbul Türküsü’nü ritmik bir havada yorumlayarak ‘‘umutsuzluk’’ duygusunu aşmaya çalışmış. ‘‘İlle’’ şarkısı uzun yıllardan sonra karşılaştığı yakın dostlarındaki değişimler ve konuşacak bir şey bulamamasıyla yaşadığı duygulardan çıkmış: ‘‘Haldaşım, yoldaşımdın/‘Ee.. daha daha’ diye sormadan...’’ OĞULA ŞARKI... İlk albümünün adını taşıyan ‘‘Nenni’’ şarkısını şimdi 21 yaşında olan kızına 8 aylıkken yazan Ümmüşen, oğluna da ‘‘Oğul’’ şarkısını yazmış: ‘‘Oğlum daha doğmadan kendisi için şarkı yazdığımı anlattım, ama tatmin olmadığını bakışlarından hissettim. O sırada vefat eden amcamın cenazesi için Korkuteli’ne gittiğimde iki halamın ağıtlarını duydum. Benim mürekkep yalamış sözlerim ve müziğim çok fakir kaldı. Kendi sözlerimi bir kenara attım. Oğul’u yazdım. ‘Üzüm üzüm üzgün göz gözüm diye..’ Üzüm gibi kara gözleri ve üzüm üzüm üzüldüğünü çift anlamlı sözlerle dile getiriyor. Bizim Anadolu’nun kullandığı Türkçe o kadar hayattan, o kadar zengin ki... İçine doğduğum kültür ve kullandıkları sözcükler, benim sonradan edindiğimden daha içtendi.’’ Ümmüşen: Besteyi, sözleri ayrı ayrı yapmıyorum. Dolduğunuz dönemler oluyor. Yolda yürürken, evde otururken, ezgilere ve sözlere dökülüveriyor. Şarkı olarak ortaya çıkardığımız, bizim yaşamdan aldıklarımızı içselleştirdikten sonra geriye vermektir. Böyle bir süreçte algıladığım kadar yansıtamadığımı hissediyorum. Tam yansıttım diyecek olsam vazgeçerdim. ‘‘O kadar ağrıma gitti ki diplomamı yakmayı bile düşündüm... Atatürk de yabancı mimar çağırmıştı; ama 1920’lerde çok azdık. Şimdi 30 bini aşkınız; dünyada da başarılı olanlarımız çoğalıyor... Bunu görmemek nasıl bir anlayış?..’’ Hiç bu kadar tepkili ve bu kadar ‘‘dolmuş’’ görmemiştim Mete Tapan’ı... İTÜ’deki hocalığının yanı sıra Koruma Kurullarımızın emektarları arasında da yer alan Prof. Dr. Mete Tapan, ‘‘Haklısınız’’ dedikçe içini dökmeye devam etti: ‘‘Türklere haber bile vermeden sadece yabancılardan proje istemek! ‘RESMİ’ BİLGİLER Üstelik bunu kentin geleceğini belirleyen yeni planlama kararlarıyla yapmak!.. Olacak şey değil; uygun sözcük bulamıyorum...’’ Hocamız kızgınlığını anlatabileceği ‘‘sakıncasız’’ sözcükler ararken, biz de olayı ‘‘kavrama’’ya çalışalım. Önceki hafta, Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Kadir Topbaş’ın yazılı açıklamasından şunları öğrenmiştik: İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’nce (İMP) planlanan Kartal’daki merkezi iş alanları ile Küçükçekmece Gölü’yle deniz arasındaki kumsalda öngörülen rekreasyon alanlarında, dünyada tanınmış altı mimara ‘‘teklif projeler’’ hazırlatılmış. 2005 Temmuzu’nda Mimarlar Odası’nın ev sahipliğinde düzenlenen İstanbulDünya Mimarlık Kongresi’nin de konuklarından olan Zaha Hadid, Massimiliano Fuksas ve Kisho Kurokawa, Kartal MİA ve Pendik kıyı kesimi için ÇED KÖŞESİ OKTAY EKİNCİ Yabancı Mimarlar proje 5 Nisan’da (bugün) açıklanıyor. Tüm projeler ise İMP’de bir ay süreyle sergilenecek... ‘YEREL’E SAYGILI EVRENSELLİK Şimdi gelelim, bu bilgileri değerlendirmeye... Mimarlık, bir ‘‘sanat’’ olarak elbette ki ‘‘evrensel’’dir. Her mimar, tıpkı bir heykeltıraş ya da ressam gibi, dünyanın her yerinde ‘‘eser’’ yaratabilir... Ne var ki Mete Tapan’ı ve herkesi çılgına çeviren tutum bu değil. Çünkü ortada çok sınırlı bile olsa bir ‘‘yarışma’’ var... Tasarlanması istenilen ise bir ya da birkaç ‘‘simgesel’’ yapı değil, ‘‘kentsel dönüşüm projeleri’’ geliştirmişler... Küçükçekmece kumsalında ise Kengo Kuma, Ken Yeang ve Winy Maas önderliğindeki HollandaMVRDV grubu ‘‘kentsel tasarım projeleri’’ hazırlamışlar... Projeler, Dr. Kadir Topbaş, Ağa Han Mimarlık Ödülü Genel Sekreteri Suha Özkan, İMP Başkanı Prof. Hüseyin Kaptan, Amerikalı Profesör Michael Sorkin, Taylandlı mimar Dr. Sumet Jumsai, İspanyol mimar Elias Torres Tur ve YTÜ’den Prof. Dr. Necati İnceoğlu’dan oluşan ‘‘Değerlendirme Kurulu’’na 30 Mart’ta mimarlarınca sunuldu... İki bölge için seçilecek iki kentin iki ayrı bölgesinin tüm yapılarıyla birlikte yeniden düzenlenmesi... Böyle bir yöntem baştan tartışmalı olsa bile, hangi ölçütlere göre belirlendikleri bile açık olmayan 6 yabancı mimarla birlikte ‘‘yerli’’ mimarlardan da öneriler istenmeliydi... Türk mimarlarına da dünyadaki meslektaşlarıyla eşit koşullarda ve ‘‘kendi kentleri’’ için proje geliştirmeleri olanağı sağlanmalıydı... Aslında, hem ‘‘mimar’’ Kadir Topbaş’ın, hem de ‘‘seçici kuruldaki’’ diğer Türk mimarların, en azından mesleki ve ulusal kimlikleri gereği bunu ‘‘gözetmemiş’’ olmaları şaşırtıcı değil midir? NE DÜŞÜNÜYORLAR? İtalya’nın en ünlü 35 mimarı, geçen yıl devlet başkanlarına başvurarak, AB kapsamındaki ‘‘serbest dolaşım’’ hakkının ‘‘mimarlık’’ta sorun yaratmaya başladığını; İtalyan kentleri açısından da ‘‘riskli’’ olduğunu belirttiler. ‘‘Mimarlıkta yerel kültürler; hatta o kentle olan duygusal bağlar bile çok önemlidir. Yabancı mimarlar ise İtalyan kentlerinin ruhuna da yabancı olduklarından, bu ülkeye uygun tasarım yapamazlar...’’ dediler... Bu başvurunun ‘‘pazar kaygısı’’ ile yapılmadığı o kadar belli ki, hâlâ tek bir yabancı mimar bile İtalyan meslektaşlarının ‘‘çekinceleri’’ni eleştirmedi; çünkü onlar da kendi ülkeleri için benzer düşünceler içindeler... Bakalım İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu ‘‘duygu yoksunu yarışması’’na katılan dünyanın 6 ünlü mimarı ne düşünüyorlar? Bunu, belediyenin olası ‘‘mazeret’’ açıklamalarından çok daha fazla önemsiyorum... ünya sistemindeki mantığın, isteyen buna ‘‘neoliberal ısrar’’ da diyebilir, bir ‘‘atomizasyon politikası’’ üzerinden Türkiye’nin ipini çekmek zorunda kaldığı çok yazıldı. Son yaşananlar, bunun boş bir iddia olmadığını, sanki bir planın adım adım uygulamaya sokulduğunu gösteriyor. Gelişmelerin hızı, insanları komplo kolaycılığına itiyor. Ama tek merkezden yönetilen bir komplonun kurbanı değil kimse. Böyle bir merkez yok. Çünkü tek bir komplo yok. Yine de herkes, bir komplonunkinden çok daha ağır sonuçlarla karşı karşıya kalacağımızın farkında. İtiraf edilmeyen bir gerginlik bu. Tamam. Tamam da, ne oluyor? Eğer son olayların ardında bir akıl merkezi, bir ‘‘kötü ruh’’ veya ‘‘şeytani beyin’’ aramak doğru değilse, nasıl bir açıklama yapmamız gerekiyor? Basit, aslında: Sistemin işleyiş mantığında bir komplo saati yatıyor. Dünya sistemi, ABD olsun, AB olsun, Türkiye’nin alışılmış yaşam alanlarına izin vermemekte kararlı. Sistemin yeni (‘‘neo’’) işleyişi, eski işleyiş biçimlerinin önünü kesiyor. Karışık mı oldu? Belki daha basiti şudur: Türkiye, AB’nin dikişlerinin atmasına neden olacak kadar büyük bir birim, o nedenle Avrupalılaştırılması, yani küçültülmesi gerekiyor. Aynı görüşü, belki biraz daha farklı ihtiyaçlarla, ABD de savunuyor. Atomizasyon politikalarının altı, çeyrek yüzyıl önce doldurulmaya başlanmıştı. Küçük birimlerin denetimi her zaman daha kolaydır. Bu, şimdilerde mollaların Türkiye büyükelçilerince de açıkça söylenmeye başladı. Çünkü topun ağzında İran var ve birdenbire çok milliyetli bir ülke olduklarını, Washington’ın bu alanda kesenin ağzını açtığını gördüler. Ne olur? Bölgenin daha küçük birimlere, küçük devletlere ayrılması politikası, Anadolu’yu nasıl etkiler? Görünen o ki, Türkiye’nin Avrupalılaştırılması, Türkiye solunun da uzun süredir uyardığı gibi (‘‘Onlar ortak, biz pazar’’), yoğun bir iç savaştan geçecek. Yugoslavya’da anlatılanın, aslında bizim hikayemiz olduğunu bir kez daha tekrarlamış olalım. Türkiye’nin kayıtsız şartsız Avrupalılaştırılmasının, aydınlanma geleneğinin en önemli iki değeri, eşitlik ve özgürleşme ile pek bir bağlantısı bulunmuyor. O nedenle, yani toplumsal gündemi belirleyebilecek güçte sol bir proje ortada olmadığı için de zaten, Anadolu topraklarını çok ağır zamanlar bekliyor. Türkiye, bir yanıyla Avrupa aydınlanmasının ürünüdür ve şimdi insanlığın bu geleneksel kazanımından ‘‘arındırılması’’ gerekiyor. Washington veya Brüksel bu konuda pek farklı bakış açılarına sahip değildir. Ama bu senaryolara karşı tepkiler de gündeme geliyor ve bunları faşist veya köktendinci olarak tanımlamakta bir sakınca yok. Peki, Türkiye projesinin bitirilmesine karşı çıkan bazı insanların, açıkça faşist veya şeriatçı sloganların esiri olması nasıl engellenecek? Yürürlükteki senaryo da buna dayanıyor zaten: Türkiye’nin Avrupalılaştırılması iç tepkiler doğuracak, bunlar faşizm veya şeriatçılıkla damgalanacak, sonra da Anadolu’ya askeri müdahalenin önü açılacaktır. Bu tuzaktan kurtulmanın yolu, senaryo sahiplerinin bize uygun gördüğü replikleri tekrar etmek mi olmalı? Yani kayıtsız şartsız AB’lileşmek mi? Faşist veya şeriatçı çizgileri etkisizleştirmenin yolu mandacılıktan mı geçiyor? Öyle göstermeye çalışıyorlar. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları tarihsel bir haklılığın üzerine oturabildiler ve bu haklılığı ‘‘yedi düvel’’ denilen emperyalizme karşı 1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı rüzgarı arkalarına alarak kabul ettirebildiler. O dönemin Avrupalılaştırma senaryolarını yırtabildiler. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını kabul etmediler, ‘‘Şerefsiz Osmanlı’’ kapılarını yüzlerine çarpabildiler. Şimdi, Türkiye’nin tarihsel bir ‘‘anomali’’ olduğu saptamasını kabullenerek ‘‘Şerefsiz Osmanlı’’ya dönüş rüyası gören her türden ‘‘demokratın’’ itiraf etmek istemediği ve göstermediği, budur: Bir omurgamız olduğunu kanıtlayabilmek. Türkiye, çağdaş aklın ve büyük bir devrimin ürünüydü. Şimdilerde, aklın ve devrimin toprağın altına gömüldüğü bir ülkedeki faşist veya şeriatçı tepkilerle araya mesafe koymanın ve bunları etkisizleştirmenin tek yolu, Türkiye’ye sahip çıkarak onu ilerici, toplumcu bir yörüngeye çekebilmektir. Papaza kızıp oruç bozanların en sevdikleri iş, faşiste kızıp AB’nin kucağına oturmak olabilir. Türkiye’yi ise Türk faşistlerinin veya şeriatçılarının bitireceği kesindir. Peki, bütün bu gericilikleri yaratan da Türkiye’nin omurgasını kırarak ‘‘Avrupalılaştırılması’’ olamaz mı? Biz, bize biçilen kefenleri yırtarak bir cumhuriyet kurabildiğimizi unutursak, her senaryoda oynatılabilir kuklalar haline geliriz. İlhan Selçuk haklıydı: ‘‘Onlar’’, yani Batı istemedi, ama biz cumhuriyeti yine de kurduk. Şu sıralar eski faturaları tekrar çıkarıyorlar. İstemiyorlar. Biz, ancak ilerici bir atılımla Yugoslavya kaderinin Anadolu’daki tekrarını engelleyebiliriz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle