Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 NİSAN 2006 CUMA BİR KİTAP, İKİ DOST ...ve insan SAĞNAK C 13 Biri çizgiyle, diğeri kalemiyle... Tan Oral ve Aydın Engin... Biri çizgilerle, diğeri kelimelerle mizah yapıyor. Tan Oral’ın hayat hikâyesi Aydın Engin’in kalemiyle canlandı... “Kitabın Adı BudurTan Oral Kitabı”. Aydın EnginTan Oral... (Fotoğraf: UĞUR DEMİR) NİLGÜN CERRAHOĞLU Top ‘İslamcı Sahada’ Kalır mı? oody Allen’ın son filmi ‘‘Maç SaW yısı’’nı gördüyseniz, açılış sahnesini hatırlarsınız. Top havada, tenis kortunun tam ortasındaki ağın üstündedir. Küçücük bir ivme, sonsuzluk kadar uzun gelen bir salise için havada asılı kalan topun sahanın öte ya da beri yanına inmesini sağlayacak; maçın kaderini belirleyecektir. Film baştan sona bunun üzerine kurulu. Top hangi yanda kalacak? Ve ‘‘kader ivmesini’’ hangi şartlar belirleyecek? İşte Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ‘‘AB senaryoları’’ da buna benziyor. Top, kortun ortasındaki ağın üzerine dek gelmiş. Ama havada. Hangi yana inecek? Ve o ivmeyi ne belirleyecek? ABTürkiye Gazeteciler Konferansı’nda bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman gazeteciyle konuştum. Üç senaryodan söz ettiler: ‘‘Kâbus senaryosu’’ (sürecin çıkmaza girmesi), ‘‘mutlu son senaryosu’’ (mecrasında seyretmesi) ve henüz ortada olan, yeni tanım, yeni şekillendirmelerle belirlenecek 3. senaryo... Kimse ‘‘mutlu son senaryosu’’ çizemiyor. ‘‘Kâbus senaryosunu’’ düşünmek herkese ürperti veriyor. Ve topun hangi sahada kalabileceğine dair bir tahmin yürütemiyorlar. Umutların 3. senaryoya bağlandığı hissediliyor. Beklentiler, hiç olmazsa ‘‘kâbus senaryosunu’’ engellemeye endeksli... ‘‘Financial Times’’tan Frederick Studemann Schulenburg, en büyük endişenin, ‘‘Türkiye’nin İslamcı kampa kayması’’ olduğunu söylüyor. ‘‘İngiltere’nin ABD ile paylaştığı en büyük korku bu!’’ diyor. İngiliz gazeteci, TürkiyeAB ilişkisinin bir köşesine açık ve net biçimde ABD’yi ekliyor. Ve Londra ile Washington penceresinden ‘‘Türkiye’nin AB projesi’’nin öncelikle ‘‘jeopolitik açıdan’’ değerlendirildiğini söylüyor. ‘SULTAN ERDOĞAN’ BUKALEMUN GİBİ... ‘‘Deutsche Welle’’nin Türkiye muhabiri Gunnar Köhne, Frederick Studemann gibi, Alman hükümetinde de benzer kaygılar olduğuna dikkat çekiyor: ‘‘Türkiye’nin AB projesi karaya oturursa Sarkozy gibi rahatlayanlar; ‘Off nihayet bu yükten kurtulduk!’ diyen siyasetçiler çıkacaktır. Ama Alman hükümetinin pozisyonu bu değil. Hükümetin sosyal demokrat kanadı özellikle, Türkiye’nin destabilizasyonundan büyük endişe duyuyor. Schröder’in sağ kolu sayılan Dışişleri Bakanı Steinmeier örneğin, İslam dünyası ile ilişkilerinde Abdullah Gül’le işbirliğine önem veriyor. Sosyal demokratlar bu ilişkinin çıkmaza girmesini hiç arzu etmezler. Sorun, Erdoğan’ın bukalemun gibi değişen kimliği... Erdoğan bir günden diğerine değişen bir kimlik yapısı içinde. Her an ‘milliyetçiİslamcı kartı’ çıkarabiliyor. Örneğin danışmanlarını değiştiriverdi. Sahnede Zapsu yok. Davutoğlu var. Bu yalnız Türklere değil, Avrupalılara da ‘mesaj’ yolluyor! Benim şu an duyduğum tek söz, ‘kriz’. Kime sorsam AB ile yaz sonunda ‘kriz’ bekliyor. Kıbrıs ve de müzakere başlıklarına eklenmesi düşünülen ‘siyasi kriterler’den kaynaklanan bir ‘kriz’ bekleniyor. İki taraf da bunu biliyor. Ancak duvara toslamayı engellemek için hiçbir şey yapmıyorlar. Türkiye’de seçim arifesinde ‘AB ile kriz çıkarmak’ Erdoğan’ın işine gelmez. İktidara ‘ABABAB’ vaadiyle geldiler çünkü. AB ile kriz, medyanın Başbakan’a karşı tavır alması ve ekonominin sarsılması demektir. Ama Erdoğan gene de bunu engelleyemeyebilir. Çünkü ‘dediğim dedik’ biri. ‘Sultan’ gibi hareket ediyor. Sonuç itibarıyla bu tren raydan çıkmaz. Ama durur. Durkalk, durkalk.. böyle gidecek bu iş...’’ Bu ‘‘durkalk’’ yöntemi mevcut konjonktürde Avrupa’nın işine geliyor. Avrupa başkentlerinin önünde ne yapacaklarını bilmedikleri bir ‘‘adaylık’’ dosyası var. Kalkıp kalkıp duran, durduğu her istasyonda da âdeti olduğu üzere yıllanan ‘‘kara tren’’ Türk vagonu konvoyun ucuna eklenecek mi eklenmeyecek mi? Eklenirse nasıl eklenecek? Genişleme, anayasa, bütçe kriziyle cebelleşen Avrupa, bunu düşünmek için böylece zaman kazanmış olacak. Peki bunun sonu ‘‘özel statü’’ye varır mı? ‘‘Le Monde’’dan Daniel Vernet, ‘‘Özel statüde Türkiye için ilginç hiçbir şey göremiyorum’’ diyor. ‘‘Konu malların serbest dolaşımıysa Gümrük Birliği bunu sağlıyor. Türklerin talebi ‘masada’ olmak. Bunun karşılığında yalnız, ‘Masada olmayacaksınız ama size işçilerin serbest dolaşımını teklif ediyoruz!’ denebilir. Ama üye ülkeler bunu da istemiyor. Ankara’yı özel statüye ikna etmek çok zor!’’ Bu durumda ortada yalnız farklı entegrasyon hızlarıyla halkalarından oluşan ve 1.2.3. derecede üyeliklerden meydana gelen yeni bir AB örgütlenmesi kalıyor ki uzun dönemde belirlenecek olan bu opsiyon da yazının başında sözünü ettiğim ‘‘3 senaryo’’nun çerçevesini çiziyor. Aldığımız ilk işaretler, bize bu istikameti gösteriyor! Tan Oral’ın TRT ödüllü “Sansür” filminin kitap kapağı... ESRA AÇIKGÖZ an Oral, mimarlık eğitimi almış, ancak 1970’lerden beri hayatını çizerek kazanıyor. Onun için karikatür nasıl takıldığını hatırlamadığı bir takıntı. Takıldığı zaman ise, ortaokul yılları, “Evde piyano olsaydı karikatür aklımın ucundan geçmeyebilirdi” diyor. O, bir asker çocuğu. O yüzden de çocukluğunun her senesi bir şehir değiştirerek geçmiş; Merzifon, Karaköse, Bursa, İzmir, Erzincan, İstanbul, Ankara... “Sanki hayat, sevdiklerimden ayrılmak demekti” diyor, “Hep sevdim, sonra ayrıldım”. Oral’ın hayatını anlatan “Kitabın Adı BudurCumhuriyet’teki ilk çizim... Tan Oral Kitabı”nda biraz da bu ayrılıklar var. 40 yıllık arkadaşı, gazeteci Aydın Engin sormuş, Tan Oral yanıtlamış. Okurken siz de onların birbiriyle atışmasının, gülüşlerinin, birbirlerini kızdırmalarının arasına dahil oluyorsunuz. Bir sayfada Engin, “Tan ha bire tatil anlatıyorsun. Okula gitmedin mi kuzum sen?” diye çıkışıyor, bir başka sayfada Oral, kendisinden bir arkadaşını anlatmasını isteyen Engin’e, “Dalga mı geçiyorsun, o senin en yakın arkadaşın” diye kızıyor. Rolleri karıştırdıkları da oluyor. Ortak düşünceleri ise, mizahın ciddi bir iş, bir itiraz olduğu ve ezilenin yanında yer alması gerektiği. Zaten kitapta anlatılan da sadece Tan Oral’ın hayatı değil, Türkiye’nin yakın tarihi ve Türkiye’de mizah ve karikatürün yeri. Biri çizgi ile diğeri kelimelerle mizah yapan iki dost bir araya gelince nasıl bir kitap ortaya çıDolmuş’ta yayımlanan ilk karikatürü... kar? İşte kısa da olsa, T bir yanıt: Şiirlerinizi “şiir insanı çıplaklaştırıyor” kaygısıyla paylaşmıyormuşsunuz. Oysa şimdi hayatınız bir kitap olarak elimizde. Nasıl ve neden kararınızı değiştirdiniz? Tan Oral: Herkesin yaşadıkları kendisi için önemlidir, ancak hayatımın günün birinde kitap olacağı aklımın ucundan geçmemişti. Ta ki İş Bankası Kültür Yayınları’ndan böyle bir teklif gelinceye kadar. Teklif Aydın Engin ismiyle gelmese, “Benim hayatımdan insanla ra ne?” diye düşünürdüm, ancak Aydın’ın adını duyunca, aklıma sadece yapacağımız sohbet geldi, bu da hoşuma gitti. Günlerce benim dedikodumu yaptık. Sanki Aydın’ın elinde bir fener vardı ve hayatımın neresine tutuyorsa orası aydınlanıyordu. Aydın Engin: Daha kısa anlatmak gerekirse, İş Bankası Kültür Yayınları’nın Türkiye’nin tarihine damga vurmuş insanları konu alan nehir söyleşileri dizisi için fikrimi sorduklarında, Türkiye’deki karikatür tarihi üzerine bir kitap yap mayı önerdim. Kim, dediklerinde aklıma ilk Tan geldi. Tan, karikatür sanatı üzerine derinlemesine düşündüğünü, bu konuda ödünsüz olduğunu bildiğim biri. Bir odada iki ay boyunca 63 saat konuştuk... T. Oral: Tamam tamam anlaşılmıştır! Bir de uzun konuşuyor, diye benden şikâyet ediyor. A. Engin: Bütün söyleşi boyunca böyle didiştik. 63 saat sonunda 40 yıllık arkadaşımın bilmediğim yönlerini de öğrendim. Yakın arkadaş olunca Önsözde “zorlukları önceden kestirmeli, önerinin üstüne atlayacağıma düşünüp taşınmalıymışım” diyorsunuz. Bu zorluklar neydi? A. Engin: Abartmayayım, keyifli zorluklardı onlar. Yakın arkadaş olunca, uzun sorularınıza “evet”, “hayır” hatta “hıı” diye yanıtlar alabiliyorsunuz. Bir de Tan zor konuşan biridir, dizel motor gibi sonradan açılır, ama yine de cesurca soyundu. Bu tür söyleşilerde tuzaklar vardır, insanlar kabuklarından soyunmazlar. Oysa Tan’ı özel olarak zorlamam gerekmedi. Yine de sandığınız kadar hesaplı iş yapmadık. Söyleşilere plan yapmadan geldim. Peki, sizi Tan Oral ile ilgili en çok Tan Oral eski eşi ve şaşırtan ne oldu? A. Engin: Çizimlearkadaşı Dehen Sür rinin daha da yayile birlikte. gınlaşması için kılını bile kıpırdatmama yönündeki ilkeliliği. Hayatının hiçbir döneminde, çizdiklerini bir yayın organına götürüp “Basar mısınız?” dememiş. Hiçbir mizah dergisinde çalışmamış. Bu benim kavrayamadığım bir şey. İşim olmasaydı, onun menajerliğini yapardım. T. Oral: Sanatla uğraşan biri kendi yelkenlerini de şişirmeli, derler. Bunlar benim umurumda değil. Düşündüğüm, çizdiğim beni rahatlatsın, hoşuma gitsin yeter. Yaptığımın bir yere gitmesi için ikinci bir çaba gerekiyorsa, yaptığım işe güvenmiyorum, demektir. A. Engin: Ben bunu biraz burnundan kıl aldırmama, 18. yüzyıl romantizmi gibi görüyorum. Kitapta da bunun kavgasını yaptık, hâlâ da ikna olmuş değilim. Bu tartışma 600 sayfada çözülmediğine göre, burada çözülmesini beklemeden yeni bir soruya geçelim. Sizden kısaca birbirinizi anlatmanızı istesem. A. Engin: Tan’ın güzel yanı, “Hayır” demesini bilmemesi. Bu istek sadece çizgi ile sınırlı değil, bir kadın “Benle evlen” dediğinde bile “hayır” diyemeyen, çok az talepte bulunan bir insandır. T. Oral: Aydın, fizik olarak son derece sempatik, içerik olarak mizah dolu, enerjik ve son derece ciddi işler yapan bir adam. Coşkulu bir mizah duygusu var, öyle olmasa çekilmez. A. Engin: Karım da böyle düşünüyor... Tanışmanız, Tan Bey’in ilk ödülünü alacağı ve sizin sunuculuğunu yaptığınız bir programda, Tan Bey’i sahneye çağırmayı unutmanızla olmuş... T. Oral: Aslında daha önce tanıştık. Bir grup gencin ciddi şekilde sanatla ve siyasetle uğraştığı zamanlardı. Herkes birbirini tanıyordu. Aslında o günlerde tanıdığım birçok insanla ne zaman ve nasıl tanıştığımı bilmiyorum. Sen biliyor musun Aydın? A. Engin: Hayır, belki bir mitingde, belki berbat bir bodrum katında broşür hazırlarken, belki bir seminerde... 60’lar yoğun yaşanıyordu, festivallerde, eylemlerde, her yerde dirseklerimiz birbirine değiyordu. Bu dirseklerden biri Tan’ın olmuş, talihsizlik işte!. Tan Oral, Salvador Dali gibi. Kitap müşterek bir çabanın ürünü... Tan Oral, 36 yıldır çiziyor. Aydın Engin 35 yıllık gazeteci. Biri çizgilerle, diğeri kelimelerle mizah yapıyor. Şimdi ikisi bir kitapta buluştu, Tan Oral’ın hayat hikâyesi, Aydın Engin’in kalemiyle canlandı: “Kitabın Adı BudurTan Oral Kitabı”. Kimi zaman didişiyor, kimi zaman gülüşüyorlar. Ortaklaştıkları nokta ise kesin, mizah ciddi bir iş ve bir itiraz. Kitabın arkasında yazan bir söz var, “Bütün kadınları seven, bazı kadınlarca sevilen hüzünlü bir çizerin hayat hikâyesi” diye. Bu sizin tanımınız mı Aydın Bey? A. Engin: Yok canım kendisinin... T. Oral: Hayır, ikimizin. A. Engin: Evet, kitapta müşterek pek çok şey var. Atasözü gibi okkalı laflar etmişiz. Gerçi sonra ikimiz de bizden nasıl çıktı bu laflar diye şaştık ama... Birbirinizden neler öğrendiniz? T. Oral: Aydın’ın da bayağı ciddi işler yapabileceğini öğrendim... A. Engin: Karikatürün, vinyetin yazıya okuma lezzeti kazandırmakta ne kadar işlevsel olduğunu öğrendim. Çizgi ile yazının buluşmasının çok daha lezzet kabartıcı, okumayı kolaylaştırmaktan öte okumaya derinlik kazandırıcı bir yanı olduğunu, ben kendi kendime bulup çıkaramazdım. T. Oral: Ben de şunu ekleyeyim, başı sonu olmayan bir konu konuşurken zihni disiplinin nasıl sağlandığını öğrendim. Kitabın adı da ilginç, “Kitabın Adı BudurTan Oral Kitabı”. Bu ismi kim buldu? A. Engin: İş bitti, ama didişme kitabın adını koyarken de devam etti. Tan bana isim önerdi, ben beğenmedim. Ben ona önerdim, o aynı sertlik ve netlikte reddetti. Kitabın kapağını hazırlayan grafiker arkadaş, “Bu heriflerden bir şey gelmeyecek, hiç olmazsa grafiği kurtarayım” mantığıyla “Kitabın Adı Budur” diye yazmış. Biz de beğendik. T. Oral: Zaten benim adımı da ailem koymadı, postacı gelen telgrafı yanlış anlayınca adım Tan olmuş. O gelenek sürüyor. Tan Bey, Aydın Engin’le nehir söyleşisi yapacak olsanız, ona ne sormak isterdiniz? T. Oral: Önce razı mısın derdim? A. Engin: Yeterince meşhur olursam ve benimle de bir kitap yapılmasını isterlerse, kendi kendime söyleşi yapacağım. T. Oral: Ben de yanında olabilir miyim? A. Engin: Olursun, ama yazdıklarımı omzumun üstünden okursun... T. Oral: Olmaz, teyple sesli yapman lazım. A. Engin: Tan, bu benim kitabım sen ne karışıyorsun?