06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 7 NİSAN 2006 CUMA Ulusal Sorunlarımız ve... T ürkiye’de bazı olaylar zamanın hızlı akışı içinde dikkatlerden kaçıyor, bir kısmı da göz ardı ediliyor. Geçenlerde (30 Mart’ta) ABD’nin Ankara Büyükelçisi, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan bazı Türk vatandaşlarının giriştiği bir eylemle ilgili olarak basın mensuplarınca kendisine yöneltilmiş bir soruya karşılık, ‘‘Bunlar belki de Güneydoğu’da yıllardan beri ortaya çıkan en ciddi olaylar. Hem bölge halkına, hem de yetkililere itidal telkin ediyoruz’’ yanıtını vermiş!... Bir büyükelçinin, herhangi bir olay karşısında, kendi hükümetinin tutum ve politikalarını açıklaması uluslararası diplomaside olağan sayılagelen bir davranış olmakla birlikte yapılan açıklamanın, bulunulan ülkenin yönetim sorunlarıyla ilgili olmaması, bu konuda temel koşuldur. Aksine bir davranış diplomatik teamüllere ve nezaket kurallarına aykırıdır. ABD Büyükelçisi verdiği yanıtla ülkesinin olaya müdahil olma tavrını ortaya koymuş; ‘‘Bu sizin ülkenizin yönetim sorunu!.. Benim böyle bir soruyu yanıtlamam uygun olmaz!..’’ dememiştir... Bunu fırsat bilerek verdiği yanıtta, bölücü/ayrılıkçı terör örgütünün sözlüğündeki sözcükleri seçmiş, işin daha da vahimi, muhatap tarafları sömürge valisi edasıyla ‘‘bölgedeki halk’’ ve ‘‘yetkililer’’ olarak belirlemiştir. Bu da yetmezmiş gibi, bir de ‘‘itidal’’ telkininde bulunmuştur!... Olayın bir başka boyutu ise bu açıklama karşısında tepki göstermesi gerekenlerin suskunluğu olmuştur... Birileri çıkıp da bu kişiye anlayabileceği bir dilde haddini bildirmemiştir!... Diğer yandan ulusal bilinçten yoksun bir basın mensubunun, yalnızca haber elde edebilme uğruna, ülkesinin ulusal sorunlarıyla ilgili olarak yabancı bir büyükelçiye soru yöneltme densizliğinde bulunması üzerinde de duran olmamıştır... Ülkemize özgün yönetsel bir soruna ilişkin bir yabancı büyükelçinin sergilediği bu pervasızca davranış, hiç kuşku yok ki, gelecekte atılacak bazı adımların habercisidir. Bu adım, AB’den sonra ABD’nin de ulusal sorunlarımıza müdahil olma girişimlerinin başlangıcıdır. ABD bu girişimiyle Türkiye’yi şekillendirmek için siyasal İslama verdiği desteğin yanında, bölücü/ayrılıkçı hareketten de yararlanabileceğini belli etmiştir. Bu, Türkiye açısından son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir gelişmedir. Benzer şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetsel sorunlarına müdahalede bulunulması, 19. ve 20. yüzyıllarda büyük devletlerin izlediği temel po PENCERE ?zınısım adnıkraF yetleri ile ilgili 61’nci madde, onları ihtilal ve isyana çağırmıştır. Daha önce bağımsızlık elde eden Romanya, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan gibi, Ermeniler de konferans sonrası, hemen ihtilal ve isyan hazırlıklarına girişmişlerdir’’ Ve ‘‘Rus Çarı II. Nikola’’, 1914’te, oynanmakta olan oyunu açıklamıştır: ‘‘Rus bayrağı, Çanakkale ve İstanbul boğazlarında özgürce dalgalansın. Türk boyunduruğu altında yaşayan halklar özgürlüklerine kavuşsun. İsa’ya inandıkları için acı çektirilen Ermeniler, Rus himayesi altında yeni bir özgür yaşama kavuşsun.’’ Gelinen nokta ve gerçekler Ermeniler: ‘‘yeni bir özgür yaşam’’ın ne olduğunu, 70 yıl (19201990) özgürlükten yoksun olarak Sovyetler Birliği topraklarında yaşayarak anlamışlardır... Benzer acılar, geçmişte ‘‘Balkanlar’’da , ‘‘Kuzey Afrika’’da ve ‘‘Ortadoğu’’da yaşanmıştır... Bugün de yaşanmaktadır... ‘‘Özgürlük’’ ve ‘‘bağımsızlık’’ naralarıyla Türk askerini sırtından vuranları, onu sırtından hançerleyenleri, kimileri affetmek istese de tarih affetmemiştir. Onların bir kısmı, geçmişte özgür olarak yaşadıkları topraklarda bugün, insanlık dışı uygulamalar altında, yokluk ve yoksulluğun acısıyla umut tüketmekte, bir kısmı da demokratik olmayan yönetimlerde, özgürlük ve bağımsızlıktan uzak, yurt bilinen topraklara hasret, sorunlarla dolu bir yaşamı sürdürmektedir. ABD, bugün Türkiyeyi şekillendirmek için ‘‘ılımlı İslam’’,‘‘bölücü/ayrılıkçı hareket’’,‘‘Büyük Ortadoğu’’ manivelalarını elinde tutmaktadır. Bu manivelalar ABD’nin elinde olduğu sürece, Türkiye Cumhuriyeti’nin tümlüğü, Türk ulusunun bütünlüğü tehlike altındadır. Şeriat bağnazlığının ve bölücü/ayrılıkçı düşünce aymazlığının tutsak aldığı beyinlerin özgür hale getirilemediği bir Türkiye’de, siyasal İslamın ve bölücü/ ayrılıkçı hareketin birer tehdit olarak varlığını sürdürmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin ulusal sorunları giderek AB ve ABD’nin müdahil olduğu zeminlere çekilmekte, çözüm noktasından uzaklaşılmaktadır. Büyük tehlike, ulusal sorunlarımızın uluslararası ortamlara taşınmas,; ulusal çıkarlarımıza aykırı çözüm tarzlarının önümüze konması ve Türkiye’nin bu çözüm tarzlarını kabule zorlanmasıdır... İçine itildiğimiz yol bu dur!.. Ve bu yol çok büyük tehlikelerle doludur!.. OKTAY AKBAL O. DOĞU SİLAHÇIOĞLU litika olmuştur. Bu süre içinde büyük devletler, Osmanlı’nın yönetsel sorunlarına müdahale ederek bir kısım ‘‘Osmanlı tebaası’’ için koruyuculuk rolü üstlenerek imparatorluk üzerinde büyük bir baskı oluşturmuşlardır. Bu yoldaki girişimler temel etkenlerle birleşince, devletin yıkım süreci hızlanmış, ancak ‘‘Atatürk’’ Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu gidişe dur diyerek Türk ulusunu esir olmaktan kurtarmıştır. Osmanlı’nın tarım toplumu özelliğinden kurtulamamış olması, sanayi devrimini gerçekleştirememiş bulunması, özetle çağın gerisinde kalmış olması yanında; ‘‘1789 Fransız Devrimi’’ sonrasında ortaya çıkan siyasal akımlar, bu yıkımın temel etkenlerini oluşturmuş olsa da, büyük devletlerin birlikte yaşadığımız çeşitli unsurlar üzerindeki koruyuculuk girişimleri bu sonucu hızlandırmıştır. Büyük devletlerin 19. ve 20. yüzyıllarda izledikleri politika, şekillendirmek istedikleri ülkenin sorunlarını uluslararası zeminlere taşımak, sonra bu sorunlara uluslararası boyut kazandırmak ve daha sonra da duruma müdahil olarak kendi ulusal çıkarlarına uygun çözüm tarzlarını o ülkeye kabul ettirmek olmuştur!.. TürkErmeni ilişkileri, tarihte bunun son örneğini oluşturmuştur: 1878 Berlin Antlaşması ile gündeme gelen ‘‘Doğu Anadolu’daki Ermeni Islahatı’’, İngiltere, Fransa, Rusya, AvusturyaMacaristan ve İtalya’nın soruna müdahil olmasıyla uluslararası boyut kazanmış, yabancı ülkelerin izledikleri bu politika, Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarına yol açmıştır. Ermeniler için başlangıç aşamasında hedef, büyük devletlerin duruma müdahalesini sağlamak olmuştur. İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi ‘‘Currie’’, 28 Mart 1894 tarihli raporunda, Ermenilerin bu hedefini şöyle ifade etmektedir: ‘‘Ermeni ihtilalcilerin hedefi, karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini temin etmek ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahale etmesini sağlamaktır’’ Olayların varacağı boyutları gören ‘‘Sadrazam Kâmil Paşa’’nın, 17 Mayıs 1895 tarihli değerlendirmesi ise şöyledir: ‘‘Her bir savaş sonrasında yapılan barış antlaşmalarına konulan bazı maddeler yeni bir savaşı çıkaracak vasıfta olmuştur. Ermenilerin Berlin Antlaşması’na eklettiği Rumeli ve Anadolu vila ‘Umut ve Yaşam’da Birlikte Omak... ayatın acımasız olduğunu kabul edin’’ diyor... ‘‘Bu benim başıma nasıl geldi, diye sormayın? Benden daha kötü durumda olan insanlar da var diye düşünün’’ diyor... ‘‘Her şeyin en iyisini yapmaya çalışın’’ diyor... ‘‘Önemli olan ruh ve akıldır’’ diyor... ‘‘Yapamayacağınız şeyler için boş yere üzülmeyin, yapabileceklerinizi yapmaktan zevk alacağınız için uğraşın’’ diyor!.. Kim mi? Tüm yaşantısı tekerlekli sandalyede geçen, ama bilim alanında Einstein gibi büyük bir öncü, bir savaşımcı sayılan Prof. Stephan Hawking... Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin ‘‘Umut ve Yaşam’’ dergisini bilir misiniz? Bu derneğin çalışmalarını izler misiniz? Pek çoğumuz, adını belki duymuştur, ama işlevini bilmez! Oysa tüm sakatların, kas hastalarının tek umut ve güç kaynağı olan bir kuruluştur bu... Sevgili dostum, gazetemiz yazarı Prof. Dr. Coşkun Özdemir’in kurduğu, yıllardır başkanlığını yaptığı çok önemli bir sağlık yuvası... Hawking, konuşamıyor, elini ayağını oynatamıyor, ama kitaplar yazıyor, kuramlar üretiyor, bilim alanında yollar gösteriyor!.. Şaştınız mı? Ama bütün bunlar bir gerçek! Nasıl yazıyor, nasıl duyuruyor düşüncesini? Göz kapaklarını oynatarak mı, gözünü açıp kapayarak mı? Bir mucize! Bir bilimsel başarı, bir çeşit zafer! Hawking’in uyarıcı sözlerini derinliğince duydum. İki yıldır yürüme daha doğrusu yürüyememe gibi bir durumda olduğumu okurlarım bilirler! Bir çeşit sakatlık! Değilse ne? Oturacaksın, kalkınca beş on adım atacaksın, pencerenden, kapıdan dış dünyayı seyredeceksin; kitaplar, dergiler, gazeteler okuyacaksın, TV’ler, radyolar... Sonra yazacaksın.. yazacaksın!.. ??? Kas hastalıklarının şimdilik çözümü yokmuş! Ama bilim alanında araştırmalar sürdürülüyormuş. Prof. Coşkun Özdemir derginin başyazısında diyor ki: ‘‘Silaha bu kadar çok para harcanmasa sonuçlara daha çabuk gidilebilecek... Düşünün, yılda 895 milyar dolar değerinde silah üretiliyor! En üst düzey bilimsel çalışmaların yapıldığı ABD aynı zamanda en çok silah üreten ülke! Irak’ta kullanılan ve seri ölümlere yol açan kurşun, füze, tank, helikopter nelere mal oluyor kimbilir?’’ Umut ve Yaşam! İki sözcük her şeyi özetliyor!.. Neden bu dünyadayız, neden acılar çekiyoruz? Nasıl umutlanabiliriz, yaşamın tadını nasıl duyabiliriz? Yüz binden çok kas hastası varmış ülkemizde.. Kimbilir kaç bin de sakat! Hepsi bulabildikleri tekerlekli koltuklarda sürdürüyor günlerini, gecelerini!.. Üstelik pek çoğu için uzunca bir süreç yok! Herkes için böyle! Bir gün, herkes için bitecek yol!.. Ama önceden bunu duymak, yaşamak, bilmek, en acı olan!.. Ben bu derneği uzun yıllardır bilirim. Yazılarımda sözünü ederim. Şimdi bu yararlı kuruluşun bir üyesi olmak istiyorum. Okurlarımı da bu yararlı göreve çağırmak istiyorum. Bir dostluk, bir sevgi, bir ilgi, hiç değilse insanca bir duyarlıkla... ??? ‘‘Umut ve Yaşam’’da güzel şiirleri de var kimi hastaların... Yaşam özlemi, yaşam sevgisi, yaşam özlemiyle dolu... İşte Vediha Çolak’ın bir şiiri... T ‘‘H ABD, Türkiye’yi şekillendirmek için siyasal İslama verdiği desteğin yanında, bölücü/ayrılıkçı hareketten de yararlanabileceğini belli etmiştir. Bu, Türkiye açısından son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir gelişmedir. ers yönde, eski yazı gibi sağdan sola, yeşil renkte bir yazı... Okuyalım: ?zınısım adnıkraf ninekilheT Cumhuriyet’in siyah zeminli manşetleri, yalnız bilinç üzerine uyarıcı bir kırbaç etkisi oluşturmakla kalmadı... Bu manşetler grafik sanatının doruğuna tırmanan çizimleriyle estetik bir yankı da yarattı... Manşetlerde yazı sağdan sola dizilmişti... Türkiye soldan sağa gidiyordu... Nereye dek?.. ? Batı demokrasisinde dincilik sınırı üzerinde halkın bilincine yazılı yasak levhası dikilmiştir... Fransa’da şu günlerde yer yerinden oynuyor, kıyamet kopuyor, meydanlar taşıyor, neredeyse ayaklanma denilebilecek eylemlerde polis yetersiz kalıyor.. Konu ne?.. Yurttaşın sosyal hakları!.. Ne etnikçilik.. Ne dincilik.. Türkiye’de kopan kıyamet ise Fransa’dakinden en aşağı bir çağ geridedir; tersine yazılmış bir yazı gibidir: ?zınısım adnıkraf ninekilheT ? Laik Cumhuriyet olmadan demokrasi olmaz, olamaz... Laik Cumhuriyet elden giderse demokrasiye elveda demekten gayrı bir seçenek yoktur... Türkiye şimdi bu sınıra dayandı.. Terörcü muhalefet etnikçi.. İktidar dinci.. Ülkenin çoğunluğu bu kavgayı edilgin, dağınık bir durumda boş gözlerle seyrediyor: ?zınısım adnıkraf ninekilheT ? Cumhuriyet’in siyah zeminli manşetleri Cumhuriyet’e yakışır bir estetikle çağdaş bilince sahip yurttaşı uyarıyor... Tüm yurtseverler birbirini sorgulamalı, siyah zeminli manşetler tüm yurtta elden ele dağıtılmalı: ?zınısım adnıkraf ninekilheT Umut Sosyal Demokraside... 1990 yılından bu yana dünya siyaseti ve ekonomisi yeni bir sürece girdi. Sovyetler Birliği’nin dağılması sosyalizmin yenilgisi olarak algılandı ve kapitalizm, çokuluslu şirketler aracılığıyla sınır tanımayan liberal ekonomileri yeni dünya düzeninin temel dayanağı konumuna getirdi. Adına küreselleşme denilen bu yeni dalga sınırları ortadan kaldırdı, yeni kavramlar, yeni politikalar ve yeni teknolojilerle dünyayı dolaşmaya başladı. Küreselleşme ulus devleti hedef alarak onu yok etme çabası sergileme girişimini başlattı... Geçmişte ulusal düzeyde yürütülen politikalardan beslenen ve güçlenen işçi sınıfı bu yeni dalga karşısında gücünü yitiren ilk kesim oldu. Artık Avrupa Birliği’nin politikalarını politikacılar değil çokuluslu şirketlerin kur Yrd. Doç Dr. ENGİN ÜNSAL mayları belirlemeye başladı. Bunun böyle olması doğaldı çünkü ekonominin karar hızı ile siyasetin karar hızı farklılaştı. Ekonominin kurmayları daha hızlı karar alıp uygulama yeteneğine sahip olduğundan toplumun geleceğini artık yavaş karar alan politikacılar değil daha hızlı karar alan ekonomi belirlemektedir.. AB’nin bireyleri istedikleri sosyal devleti yaratamayan siyasetçilere kuşku ile bakıyor ve ekonominin sosyal bir Avrupa yerine vahşi bir Avrupa yaratmaya çalışan kurmaylarından korkmaktadır... Temel korku AB içinde yoksulluğun giderek yaygınlaşması. Küresel olarak bölgeler arası dengesizliğin ve varsılyoksul farkının onarılamayacak Maltepe Üni. Hukuk Fak. Öğr. Üy. kadar büyümesi. Yeni teknolojiler ve liberal politikaların sonucu işsizlik artıyor, ucuz üretim Asya’ya kayıyor. Teknoloji çevresel (ekolojik) sorunlar yaratıyor ve örneğin ozon tabakasının delinmesi gibi konularda devletler çözüm üretemiyor. Tek kutuplu bir dünyada ABD dünya barışı için çok ciddi sakıncalar yaratıyor. Böyle bir dünyada AB ülkeleri ve diğerleri adil bir dünya barışının yaratılması için çaresiz kalıyor. Gücünü yitiren ulusal devlet ve sendikalar refahın bölüşümünde sosyal adaleti sağlayamıyor. Bölüşülebilecek kaynaklar kıtlaşıyor. Fırsat eşitliği, eğitimde adalet sağlanamıyor. Nesiller arasında dayanışma kurulması olanaksızlaşıyor. Böylesine karamsar bir gö rüntü veren küreselleşme ve vahşi kapitalizm karşısında sosyal demokrasi gelecek için bir umut olarak güçlenmeye başlıyor. Temel yurttaşlık ve politik haklara dayanan sosyal demokrasi; sosyal, ekonomik ve kültürel hakların geliştirilmesini öngörüyor. Sosyal pazar ekonomisi ile bağlantılı olarak, temel haklara dayalı bir sosyal devlet gerçekleştirmek istiyor (Thomas Meyer, Sosyal Demokrasinin Geleceği, Sodev yayınları 2005, s.276). Sosyal demokrasi küreselleşen dünyada politikayı küreselleştirmek istiyor. Küreselleşmenin tüm olumsuzluklarını temel haklara dayanan sosyal pazar ekonomisinin dengeleyebileceğine inanılıyor. Bunun için küresel demokrasinin gerçekleştirilmesi bir önkoşul olarak algılanıyor. Temel hakların tümü nün güvence altına alınması, sosyal devleti yaratacak ekonomik koşulların yaratılması olgusu ancak sosyal demokrasinin çatısı altında gerçekleşebilecek deniyor. Sonuç olarak küreselleşmenin zehrine karşılık sosyal demokrasinin bir panzehir olacağına inananların sayısı giderek artıyor. Türkiye IMF, Dünya Bankası ve yeni sömürgecilerin eliyle küreselleşmenin ağına düşmüş bir ülkedir. Dış ve iç borçları, halkının yoksulluğu giderek artan bir ülke konumundadır. İşbaşındaki hükümet çıkış yolu arayacak bilinç ve birikime sahip değildir. Ülkenin geleceğini daha da karartmaktan başka bir şey düşünemez durumdadır. Halkımız için bir kurtuluş umudu yok mudur? Vardır ve umut sosyal demokrat politikaların yaşama geçirilmesidir. ‘‘Benim için iter misin bulutları? / Doğurur musun güneşi aklınla / Bir kartal olup takar mısın pençene / Gezdirir misin dağların tepelerin üzerinde... Denizden bir avuç su alıp / Serper misin üzerime / Havai’deki iklimi getirir misin ülkeme.. En kötü günümde / Bir volkan gibi patlarsam / Parçalarımı savurur musun / Okyanusun tuzlu sularına Dünümü bana verirmisin / Karşında ağlasam / Bana zayıf değilsin der misin? / Beni çeker misin huysuzluğuma karşın / Sen benim canımsın, der misin?’’ Umut ’la Yaşam kardeştir. Biri olmasa öteki olmaz!.. Adres: Kas Hastalıkları Derneği, Hat Boyu Caddesi No: 12 Yeşilköyİstanbul Hukuk ve Felsefe... M altepe Üniversitesi 2001 yılından beri, her yıl ilkbahar başlarında FenEdebiyat Fakültesi’nin felsefe bölümünün öncülüğünde, üniversitenin kurucu vakfının da destek ve işbirliğiyle, ‘‘Felsefe Söyleşileri’’ başlığı ile bir dizi etkinlik düzenliyor. Bu yıl yapılması planlanan 6. ‘‘söyleşi’’nin konusu ya da başlığı ‘‘Hukuk Felsefesi’’ olarak belirlenmiş. İlk yıl ‘‘eğitim ve kültür’’den başlayarak ‘‘etik’’, ‘‘sosyoloji’’, ‘‘insan hakları’’ gibi konulardaki söyleşilerde bunların, bütün bilim dallarının temeli sayılan felsefe ile ilinti ve ilişkileri tartışılıp, görüşülmüştü. Katılanların ilgi ve açıklamaları ile bu söyleşiler çok başarılı toplantılar olmuştu. Bu yıl ise çok hızlı olarak değişen ve gelişen dünya ve sosyal ilişkiler ile bunlara uygun düşecek ‘‘kalıp ve giysileri’’ hazırlayacak olan hukuk düzeninin felsefi temelleri görüşülecek ve tartışılacak. Burada, konunun ayrıntısı ile ilgili görüş ve çözümleri anlatacak ya da tartışacak değiliz. Bunlara hiç girmeden, önce, hukukun diğer entelektüel kategorilerden (örneğin etikten, soyut insan hakları ka AYDIN AYBAY tegorilerinden) farklı olan yanını hemen belirtelim: Hukuk, toplumda uyulması zorunlu yasal düzenlemelerden oluşur. Bunun temeli de ülkede yürürlükte olan anayasal rejim uyarınca yetkili olan yasakoyucu veya yetki verilmiş diğer organların koydukları ‘‘normlar’’dır. Belli bir konuda hukukun ‘‘ne olduğunu’’ öğrenmek istiyorsak, ‘‘yürürlük kaynağı’’ ya da ‘‘şekli kaynak’’ olarak bilinen normlara bakmalıyız. Önüne gelmiş belli bir ‘‘sorunu’’ çözmekle görevli bir hukukçu (örneğin bir yargıç) olaya uyan hukuku sadece ‘‘norm’’da mı arayacaktır? Bu soruya olumlu yanıt veren çok sayıda hukukçu vardır. Bunun çok eski ve köklü bir sav olduğunu da hemen belirtelim. 19. yüzyılın ünlü Prusya Yasası’nda, yargıçları, yargılama ve kararlarında ‘‘öğretiye başvurmaktan men eden’’ hüküm, bunun çok çarpıcı bir örneğidir. Montesquieu’nun ‘‘Yargıçlar yasa koyucunun ağzıdır’’ sözü de bu anlayışı yansıtmaktadır. Kimilerince hukuksal ‘‘pozitivizm’’ diye adlandırılan teori, sonuç itibarıyla bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa’da burjuva devriminden sonraki dönemde, hukuku, kralın, imparatorun (ve dolayısıyla aristokrasinin) keyfiliğinden kurtarmaya yönelik ‘‘kodifikasyon’’ akımının temelinde aslında bu anlayışın yatmakta olduğunu söyleyebiliriz. Burjuvazinin ‘‘akıldaneleri’’, bu suretle, çözümleri normlar halinde kâğıda dökülmüş hukuk düzeninin, bir yandan en akla uygun (rasyonel) düzen olduğunu, öte yandan da toplumsal barış ve istikrarı sağlayacak en mükemmel araç sayılacağını iddia etmişlerdir. Ama bu yaklaşım, özellikle 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başlarındaki toplumsal gelişmelerle uyumlu bir sonuç vermemiştir. Uygulamada, pozitif hukukun göstergesi sayılan normların, birçok halde, kendi kapsamlarına girdiği halde kimi olay veya olguları adaletli bir şekilde çözmeye yetmediği ve yetmeyeceği belli olmuştur. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle