Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 NİSAN 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z ESİNTİLER Enis BATUR C Tokyo’da Tiyatro Festivali YENİ ARAYIŞLAR 15 Satırarası okumaya dair ZEYNEP ORAL “B S on yıllarda okuduğum en güçlü kitaplar arasına gözümü kırpmadan katarım Stoffe’yi. Yazara bakışımı değiştirdi diyemem belki, Dürrenmatt çünkü çizgisinden sapmamış biri; buna karşılık, gövdenin arkasındaki gölgenin ne kadar koyu ve vazgeçilmez olduğunu gördüm. abil Kulesinin İnşası"nı, her sahnede sahneyi bir üst kata kurulacak biçimde düşünüyormuş Dürrenmatt: Sona doğru, oyuncular, yükseklik nedeniyle oksijen maskeleri takacakmış, ama doruğa, gökyüzüne ulaştığında Nabukadonozor, düelloya çağırmayı düşündüğü, bu saçma dünyayı yarattığı için kavga etmeye hazırlandığı Tanrı’nın yerine önce ıssız bir sessizlikle, ardından da kendisini "ben senden öncekiyim" diyen süpürgeli bir yaşlı adamla karşılaşacakmışyüzlerce sayfa yazdıktan sonra çökmüş oyun, bir öfke krizi geçirmiş Dürrenmatt, kütüphanesini yere devirmiş, karısı küçük çocuklarını alarak dışarı çıkmış, onlar dönesiye kâğıtları ocağa sürmüş, döndüklerinde eşi ona bakmış ve "başka şey yaz" demiş. Stoffe, biri 1981’de, ötekisi 1999’da yayımlanan, ilk kıvılcımı 1969’da çakan iki kitaplık bir toplamın başlığı. Görebildiğim kadarıyla çetinceviz sözcüklerden bu: Madde, hammadde, materyal, mühimmat arası bir dizi karşılığın ortasında bocalatıyor insanı. (Gürsel Aytaç, ilk kitabı Konularım [Gündoğan, 1995] başlığıyla çevirmiş Türkçeye. Bana kalırsa iyi oturmuyor bu çözüm denemesi. Kaldı ki, doğru ama kişiliksiz bir dil kullanıyor çevirmen, bir yazarın dilini veremez böyle bir Türkçe. Gene de, bunca gözden kaçmamalıydı bu kitap, üzerinde durulmalıydı.) Sonuçta, yazı inşasında, inşaatında kullanılması öngörülen malzemenin bütününe gönderme yapıyor Dürrenmatt. İKİ CAN ALICI KİTAP Dürrenmatt’ınki, büyük yalnızlık. Neuchâtel’deki evine çekilmiş, uzlaşamadığı Dünya’ya oradan hep yan bakmış aslında. Eşinin sözünü çok sevdim: "Başka şey yaz". Çok yerinde bir öneri, ilk ağızda. Doğru değil tabii: Dürrenmatt gibi biri "başka şey" yazamazdı. "BAŞKA ŞEY YAZ"ILABİLİR Mİ? "Başka şey yaz"mağa takılıp kaldı zihnim, günlerdir. İlk soru: Burada tam ne’den söz ediliyor: Başka şey yazmaktan mı, başka "bir" şey yazmaktan mı? İkisi arasında fark yokmuş gibi görünebilir, bana kalırsa yabana atılamayacak bir fark var ortada: Dürrenmatt’ın "dünya"sı başka şey yazmasına elvermezdi; buna karşılık, bir girişim başarısızlıkla sonuçlandığında, çıkar yol başka bir taslaklar, elyazması parçalar olsaydı da, onları Dürrenmatt’ın "dünya"sını bütünlemek için kullanmaya çalışacaktım. Benim yaratma sürecine bakış açım bu. Dahası: Çok şey düşünmüş, düşlemiş, tasarlamış, hiçbir şey gerçekleştirememiş insanları da önemserim. Bütün Eserler, bir gün, Bütün Düşler gibi toz olup gidecektir. YARALAYAN ELEŞTİRİ Timos Malanos, Seferis’in Şiiri başlıklı kitabını 1951’de yayımlamış. 50’sindeki şairin, her dizesini başta Eliot ve Valéry olmak üzere başka şairlerden çaldığını kanıtlayan bir ‘eleştirel çalışma’. "Burnumun ucunu kaşısam", diyor Seferis, "bunu birinden aldığımı söyleyecek". Günlüğünde, öfke içinde "ahmak"lıkla damgalıyor, daha önce de Kavafis’in şiirinin her noktasını eşcinsellikle ilişkilendiren Malaros’u, ama kırılıyor, küsüyor yazın çevrelerine Atina’da ne denli sevilmediğine eski bir denememde değinmiştim. Malanos’un çıkışı, eleştiri başka bir yol tutturana dek, pek çok yargıcın seçtiği tavrın bir örneği. Neredeyse intikam duygusuyla hareket etmiş, temel bir eksikliğin önünü almaya, acısını çıkarmaya yönelmişlerdir. Bizimki gibi ülkelerde hâlâ, arasıra hortlayan bir psikoloji. Bereket ne şiir, ne eleştiri okunuyor artık! İyinin de iyisi: Eleştirmenler şiir okumuyor şimdi. ARADAN YARIM YÜZYIL GEÇMİŞ G Dürrenmatt İmgeleminde doğmuş, çoğu zaman inşası gerçekleşmemiş, gerçekleşememiş hammadde toplamını esas alarak yazmış Stoffe’yi önemli yaşamöyküsel kesitler de içeren iki canalıcı kitap: Yazarın "dünya"sı diye adlandırılan kişisel bir corpus’e doğru içyolculuk metinleri. İki yıl mı oldu, DürrenmattFrisch ikilisi üzerinden ‘ülküsel okur’ konusuna gireli? İşin açığı, Dürrenmatt’a geri dönmek gündemimde değildi. Stoffe’nin önce bir cildini gördüm, böyle bir kitabı olduğunu bilmiyordum, daha kitabevi tezgâhında ilgimi çekti ve aldım, ikinci cilde sonra ulaştım. Son yıllarda okuduğum en güçlü kitaplar arasına gözümü kırpmadan katarım Stoffe’yi. Yazara bakışımı değiştirdi diyemem belki, Dürrenmatt çünkü çizgisinden sapmamış biri; buna karşılık, gövdenin arkasındaki gölgenin ne kadar koyu ve vazgeçilmez olduğunu gördüm: Bazı kitaplar, Yapıt’ın gücünü katlama gücüne sahiptirler. girişim başlatmaktan geçiyordu: Yazarın yapıtı, utkularıyla bozgunlarının ortalamasıdır. "Mallarmé’nin Bozgunu"ndan (1976) beri, demek ki tam otuz yıldır, bu sorunu eşelemeyi sürdürüyorum. Takipçi okur bilir, benim gözümde bir yazarın "Bütün Eserleri" yalnızca yazabildiği kitaplardan oluşmaz ; bir o kadar da tasarılarına, düşlerine, inşası tamamlanamamış yapıtlarına, çöken kalkışımlarına önem verdiğimi sık sık yineledim. Tersini savunmak kolayın kolayı: Ancak "yapıt" düzeyine ulaşabilmiş kalkışımları ölçüm açısından geçerli saymak alışılmış eğilim. Gelgelelim, ‘her inşa girişimi üzerinde titizlikle durmayı gerektirir’ düşüncemden vazgeçmeyi aklımdan geçirmiyorum açıkçası. Stoffe yazıldığı için Dürrenmatt’ın yaşamında önemli damarlar oluşturmuş tasarıları öğrenebildiğim şüphesiz doğru. Oysa, elimin altında, içinden çıkılması güç planlar, Şair, şu ya da bu nedenle öne çıkmış, çıkarılmışsa daha da çekici görünüyor onu tırmalamak. Bir iktidar gösterisi, şiirin kestanesini çizmeye soyunmak. Sorun bir adım geride oysa: Buna gereksinme duyan eleştirmen zaten hadım. Öne çıkmış, çıkarılmış kişinin epey sevmeyeni birikmiştir kenarda, en azından alkış garanti bu girişimin ardından: Hadımın "ikincil"lerin desteğini toplayacağı kesin. Yarım yüzyıl geçmiş aradan. Malanos’u anan da, adam yerine koyan da kalmamış. Ne gam: Seferis’in, yaşarken, canını yakabilmiş ya! Bu mesafeli bakışa önceden erişemez, ulaşamaz mı şair? Zorun zoru. Şimdiki zaman, gelecekte değilse bile şimdiki zamanda etkilidir. Kaldı ki, her şair uğraşında oldukça yalnızdır. Üstüne üstlük, şiir, yazılırken gücü çeker alır insandan, yerine bir acz ve şüphe alaşımı bırakır. Yaralanmaya açıktır şair. Bir dokunulmazlık perdesi mi dikmeye çalışıyorum orası için? Yalnızca altını çiziyorum. eçen Asya’nın bir ucunda, eşsiz bir renk şöleninde kayboldum... Kiraz ağaçları değilse de erikler, çoktan çiçek açmıştı. Yeşil erikler, kırmızı erikler, Tokyo’nun insan selini, Kyoto’nun zengin birikimini bir renk cümbüşüne dönüştürmüştü... Düş mü görüyorum yoksa gerçek mi derken, aldığım bir davet üzerine kendimi Japonya’da bulmuştum. Çağrı, Japon Sanat Ağı Vakfı’nın düzenlediği, Tokyo Uluslararası Tiyatro Festivali’nden gelmişti. Bir aylık süreye yayılan festivalin birkaç günü ‘‘Eleştirmenler Gözüyle Dünya Tiyatrosu’’ tartışmalarına ayrılmıştı. Fransa, İngiltere, Polonya, İsveç, Kanada, Arjantin, İsrail, Kore ve Türkiye’den birer eleştirmenin hem kendi ülkelerindeki tiyatro yaşamını anlattıkları hem de tiyatronun ve tiyatro eleştirisinin konumunu, toplumsal ve politik etkinliğini tartıştıkları bu buluşma, Japonya’nın dışa açılma kültür politikasının bir sonucuydu. Tokyo’daki festival günlerine, kendi çabamla eklediğim KyotoNaraHiroşima yolculuğundan edindiğim Japonya izlenimlerini önümüzdeki günlerde Cumhuriyet’te okuyacaksınız. Bugün Tokyo’daki tiyatro festivaline dönüyorum. DÜNDEN BUGÜNE Dünyanın en zengin ülkelerinden birinde (kişi başı yıllık gelir 35 bin dolar, bizimkinin on katı!) devletin ve yerel yönetimin sonsuz desteği, aklınıza gelebilecek tüm ünlü Japon firmalarının sonsuz sponsorluğu altında düzenlenen bir tiyatro festivalini, elbet bizim Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalimizle karşılaştıracak kadar çılgın değilim! Ancak programları karşılaştırdığımda bizimkinin, iki yılda bir de olsa, çeşit ve zenginlik açısından hiç de geri kalmadığını görmek bana sonsuz bir tat verecek ve övünç kaynağı olacaktı. En büyük kıskançlığı ise onların geleneksel tiyatroları üzerine inşa ettikleri yeni arayışlar karşısında yaşayacaktım. Japonya’nın köklü bir sahne sanatları geleneği var. Birbirinden kesin çizgilerle ayrılan ve bugüne dek süregelen belli başlı türleri şöyle özetleyebilirim: Her biri üzerine ciltlerce kitap bulabilirsiniz, benimkisi özetin de özeti birer hap niteliğinde: 15. yüzyılda soylu sınıfın sahne gösterisi olan doğan simgelerin dilinden yararlanan ‘‘Noh’’... Kutsal metinleri müzik eşliğinde yorumlayan ‘‘Gagaku’’... Tarihi olayları kadar güncel olayları da dile getiren, müziğe ve töreye dayalı çok abartılı, çok popüler tiyatro ‘‘Kabuki’’... Bugün bile canlılığından hiçbir şey yitirmeyen, dev boyutlu kuklalı sahnede iki ya da üç kişinin oynattığı müzikli kukla oyunları ‘‘Bunraku’’... Listeyi böyle uzatabiliriz... GEÇMİŞLERİNE SIMSIKI BAĞLILAR... Ancak en yaygın olanları bu dördü. Her kentte, her kasabada, bunların her birinin ayrı tiyatro mekânları, ayrı sahneleri var ve hepsi canlılıklarını koruyor. Bu türler, yüzyıllardır olduğu gibi, aynı kalıplar içinde saklanıyor. Örneğin Tokyo Ulusal Tiyatrosu’nda izlediğim Kabuki oyunu (hafta içi bir gün matinede) ağzına dek tıklım tıklım doluydu. Gişenin önünde kuyruk bitmek bilmiyordu. Dört saatlik oyunu tüm Japon lar ezbere biliyordu, ancak farklı rollerde farklı oyuncuları izlemek için tekrar tekrar gelip izliyorlardı. Tıpkı bir konser ya da opera izlermişçesine izliyorlardı. Geleneksel sahne sanatlarının bunca yaygın ve sevilir olma nedenini herhalde Japonların, ‘‘Japon’’ olan her öğeye, geçmişlerine sımsıkı bağlı kalmalarında, bu bağımlılık içindeki değişim güçlerinde ve eğitim düzeyinin yüksekliğinde aramak gerek. (Okuması yazması olmayan insan yok.) Lenin’in kahve arkadaşı... 2005 yılının Şubat ayında İstanbul’a çöken kar, kırk yılı aşkın süredir bu şehirde yaşadığım bütün karlı dönemlerin bir şerit kurarak gözümün önünden geçmesine yol açtı. Ortaokul yıllarındaki kar tatillerinden, 1983 kışında idamla yargılandığı için bir odada gizlenen Ercan Eyüboğlu’nu ziyaretime ne çok anı yığılmış karların yanına. KAR FIRTINASI... Rastlantı bu ya, aynı günlerde, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Geçmiş Zaman Edipleri’ni okuyordum, sıra Cenap Şahabeddin’le ilgili bölümlere geldi: "14 Kasım 1974’de Cenap’ın Bakırköy’deki evinden cenazesi kaldırılacaktı. Bir gün evvel, Yahya Kemal ile buluşup cenazesine beraber gitmeyi kararlaştırdık. Fakat bu 14 Şubat İstanbul için harikulâde bir gün oldu. Kırk yıldan beri bu kadar şiddetli bir kar fırtınası görülmemiş! İlk önce, Moda’da oturan Yahya Kemal, İstanbul’a geçmesine fırtınanın mâni olduğunu telefon etti. Ben hazırlandım fakat ancak yirmi dakikada bir otomobil buldurabildim. Bununla Sirkeci’ye kadar geldim. Fakat tren kaçmıştı. Oto mütemadiyen kayıyor, kardan göz gözü görmüyordu. Şoför Bakırköyü’ne gitmenin imkânı olmadığını söyleyerek bunu tecrübe etmeğe bile razı olmadı. Ve ben dönmeğe mecbur kalarak Tokatlıyan’ın büyük camlarının önünde oturup düşen karları seyretmeğe koyuldum." Hisar, oturduğu yerden olağanüstü bir metafora uzanır, yağan karın "büyük bir kefen" gibi şairin üstünü örttüğünü düşünür. Bir avuç insan katılabilmiştir cenazeye. Dahası, ertesi günkü gazetelerde, Cenap’la ilgili kısa, sıradan, kof haberler yayımlanır. O gün bugün hâlâ kar kaplı şairin üstü. DOĞUMÖLÜM TARİHİ BİLE BELLİ DEĞİL Geçmiş Zaman Edipleri’ndeki en büyük sürpriz Hâlit Râşit. Tam anlamıyla bir roman kahramanının portresini çiziyor Hisar. 1900’den biraz sonra İstanbul’dan Paris’e gelmiş, Rue des Carmes’da Rus metresiyle bir odada yaşayan, arada Lenin’le Closerie des Lilas’da buluşarak kahve içip sohbet eden dörtdörtlük bir bohem. Fransızca şiirler yazmış, anlaşılan bir kitap da yayımlamış. Yahya Kemal’i burjuva bulur, enikonu küçümsermiş. I. Dünya Savaşı öncesi yurda dönmüş, İzmir’de karışık ticari işlerle uğraşmış, bir yalıya yerleşmiş ve İspanyol gribinden ölmüş. Gözümün önünde delifişek bir adam canlanıyor. Doğumölüm tarihi bile belli değil, hayatının her aşaması koyu sis içinde kalmış, ne biliyorsak işte Hisar’ın bu birkaç sayfasından sızanlar. Elimin altındaki kaynakları eşeledim, internet’ten uzanabileceğim noktalara uzanmaya çalıştım, boşyere. Her yerde silinen, unutulan renkli insanlar olur, burada daha da acımasız hareket eder silecekler: Hâlit Râşit, besbelli özel biriymiş. Kazıcıların ilgisine sunulur. Beni asıl heyecanlandıran, bunlar üzerine inşa edilen yeni arayışlardı. Yukarıda özetlediğim geleneksel türlerde, ‘‘oyun’’ kavramı yüceltiliyor, yaşamın gerçekliğiyle sahnenin gerçekliği birbirinden kesinlikle ayrılıyordu; ‘‘mış gibi’’ yapmak söz konusu değildi... Çoğu kez öyküyü anlatanla, öyküyü ‘‘oynayan’’ farklı olabiliyordu. Kukla, maske, yüzün beyaza boyanması, bir el hareketine, baş çevirişe, özetle beden diline yüklenen anlamlar, bir yelpazeye, bir mızrağa yüklenen simgesel anlatışlar hep bu temel ayırımı daha belirgin kılmak içindi. İşte günümüz sanatçıları buradan hareketle yeniyi arıyorlardı. (İstanbul Tiyatro Festivallerinde izlediğimiz Suzuki Tadaşi’nin oyunlarını anımsayın!) İki örnek vermek istiyorum: Biri 25 yıllık geçmişi olan Sankai Juku topluluğundan izlediğim dans tiyatrosuydu. ‘‘Toki’’ (Zaman) adlı oyunda yönetmen Ushio Amagatsu, metaforlar aracılığıyla zamanı sorguluyordu. Geçen zaman, duran zaman, sonsuz soyutlamalarla sahnede elle tutulur bir somutluğa dönüşüyordu. 20 kadar erkek oyuncu, beyaz boyalı bedenleri, cinsellikten arınmış tavırları (geleneksel oyunlarda başlangıçta tüm roller erkekler tarafından oynanıyordu), zemini kum kaplı bir sahne, bu zeminde devinimlerle oluşturulan yollar ve izler, aynaların ve su birikintilerinin üzerindeki yanılsamalar, devinimyerçekimidoğa ilişkisi... Bütün bunlar bir yandan dramatik bir gerilimi sağlarken bir yandan da gözümüzün önünde adeta Zen bahçeleri, Zen tabloları oluşturuyordu. DİNAMİK BİR “ONİKİNCİ GECE”... Bir başka örnek: Tokyo Yeni Ulusal Tiyatro’da, Shakespeare topluluğundan izlediğim ‘‘Onikinci Gece’’... Minimalist bir dekorda (sahnede hareket edebilen birkaç ahşap yükselti) tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş kalabalık bir kadro... Siyah örtüyü üzerinden atan kostümüyle oyuna katılıyor, örtüyü üzerine alınca ‘‘oyun dışı’’ kalıyor. Bunraku kukla oyunlarında nasıl ki, göz bir süre sonra sahnedeki kukla oynatıcılarını görmez oluyorsa, burada da aynı etki var... Oyunun tüm ritmi, temposu, ‘‘akış müziği’’, oyuncuların el çırpmalarıyla sağlanıyor... Bunlara, çok hareketli beden dili de eklenince, karşıma, hızlı, capcanlı, düş gücünü kamçılayan, seyircisiyle müthiş bir iletişim kuran dinamik bir ‘‘Onikinci Gece’’ çıkıverdi. Kuveytİngiliz yapımı Süleyman Al Bassam Tiyatrosu’nun sunduğu iktidar aydın ilişkisini sorgulayan ‘‘Kelile ve Dimne’’ oyununun düş kırıklığını saymazsam, alınacak bol dersi olan bir festivaldi. zeynep?zeyneporal.com Ekonomide Kurtuluş Savaşımı/ L. Hilal Akgül/ Altın Kitaplar/ 176 s. “Yeni Türk devleti, ‘askeri ve siyasi zaferini, iktisadi zaferle taçlandırmak’ amacını benimsemiş, ‘siyasi ve askeri zaferlerin iktisadi zaferlerle taçlandırılmadıkça kalıcı olamayacağı’ ilkesinden hareket etmişti. Bu anlamda ‘iktisadi zafer’ ya da ‘ekonomik gelişme’, savaşım sonunda elde edilen zaferi bütünleyici ve aynı zamanda onu pekiştirici bir unsur olarak algılanıyor ve öyle sunuluyordu. ” Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik gelişmeye nasıl ulaşılmaya çalışıldığı ve bu anlamda ne gibi sonuçlar elde edildiği bu çalışmanın temel konusu. Kitapta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çeyrek yüzyılı da ele alınmış. tarafından yaşamımıza sokulan sözlerin, nesnelerin ve başka göstergelerin çözümlemesini yapıyor. Başarıya Götüren Aile/ Doğan Cüceloğlu/ Remzi Kitabevi/ 142 s. Bu kitap, çocuğunun başarılı olması için, “Çok çalış oğlum/kızım,” demenin ya da tüm maddi olanaklarını seferber etmenin ötesinde bir şeyler yapmak isteyen anababalara yol göstermek amacıyla yazılmış. Her anababa, okul başarısı için çocuğuna yardımcı olmak ister. Ama öğrenme sürecinin bilimsel temellerini kavramadan atılacak her adım, iyi niyetli de olsa, çocuğu engelleyebilir. ‘Başarıya Götüren Aile’, sınav döneminde çocuklarına destek olmak için doğru ve etkili yöntemler arayan tüm anababalara kılavuzluk etmeyi amaçlıyor. Çanakkale Çocukları/ Pierre Miquel/ Çeviren: Nuriye Yiğitler/ Literatür Yayınları/ 362 s. Henüz çok gençtiler ve bir gemiye bindirilip savaşa gönderildiler. Ne savaşmayı biliyorlardı ne de gittikleri yeri. Osmanlı toprakları üzerinde oynanan büyük oyunun birer piyonuydular sadece; Fransa’dan, Cezayir’den, İngiltere’den, Hindistan’dan, Avustralya’dan gelen bu genç çocuklar. Türkler vatanları uğruna savaşıyorlardı, peki ya onlar? 1915 yılında ayak bastıkları Çanakkale’nin daracık sahillerinde on binlerce ölü bıraktılar arkalarında. Bu kitapta, genç bir Fransız askerinin gözünden Çanakkale Savaşı anlatılıyor. Göstergeler/ Tahsin Yücel/ Can Yayınları/ 190 s. Göstergebilim, çağdaş dünyanın metin okuma çabası sayesinde oluşturduğu bir bilim. Yücel, bu kitabında, göstergebilimsel yöntemleri kullanarak, birer gösterge niteliği gösteren popüler kavramları inceliyor. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözünden yola çıkarak, önyargıların düşünce dünyamıza etkilerini, değişim ve dönüşümün zorunluluğunu anlatıyor. Popüler kültürün araçları Musa Kart’a Onur Ödülü Bakırköy Belediyesi’nce bu yıl ilki düzenlenen mizah ödülleri Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir törenle verildi. Törende ‘‘Bakırköy Belediyesi Onur Ödülü’’ gazetemiz çizeri Musa Kart’a verildi. Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen ve çok sayıda davetlinin katıldığı törende, Bakırköylü Sanatçılar Derneği İkinci Başkanı Cihat Tamer de mizahla ilgili bir sunum yaptı. ‘‘Mizah Yazarı’’ dalında ödülün Cihan Demirci’ye verildiği gecede, ‘‘Mizahın muhalif olduğunu, iktidara gelirse mizah olmaktan çıkacağını’’ belirten Demirci, ‘‘Bu ülkede uyuşturucu, sustalı, silah tehlikeli değil, hep kalem ve kitap tehlikeli oldu’’ diye konuştu. ‘‘Bakırköy 1. Mizah Ödülleri’’nde ‘‘TV Dizisi’’ dalında ‘‘Avrupa Yakası’’, ‘‘Sinema’’ dalında ‘‘Pardon’’ adlı film, ‘‘Tiyatro’’ dalında da ‘‘Lütfen Kızımla Evlenir misin’’ adlı oyun ödüle değer görüldü. Ayrıca Ramize Erer ‘‘Karikatür’’ dalında ödülün sahibi olurken, ‘‘Gazete yazılarında mizahı en çok kullanan’’ ödülü Selahattin Duman’a verildi.