08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 ARALIK 2006 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM ünyada “sesini duyuramadığına” inanan sanıldığından fazla ülke var. Doğaldır ki ilk aklımıza gelen Türkiye, ama köşemizin varlık nedeni Fransa bile halinden fevkalade şikayetçi. Yeryüzünün 5’inci veya 6’ncı ekonomik gücü, 2’inci veya 3’üncü kültürel nüfuzlu toplumu dahi birçok konuda, özellikle de uluslararası plan ve politikada görüşünü yeterince anlatamadığı gerekçesiyle yıllardır dövünüp duruyor. “Nasıl olur, abartıyorlar canım”, diyebilirsiniz. Kendilerine sorun bakalım... “Banliyölerimizde olup bitenleri, Fransız istisnasını/istisnalarını, ABD’ye yaklaşımımızı, Afrika’daki konumumuzu, Araplar ve İslam âlemine bakışımızı, örneğin son Irak işgalindeki tavrımızı, AB’nin genişlemesinden ne anladığımızı, anlatamadık gitti” diye yakınıyorlar. Hem de (yalnızca) akşamcı “bar”ları, mahalle “cafe”leri veya ev hanımı “çay” sohbetlerinde değil, bizzat cumhurbaşkanlığı makamı veya dışişleri çevrelerinde neredeyse bir çeyrek yüzyıldır, gittikçe artan bir sıklıkla gündeme getirilen bir sorun bu... Hatta bu “sorun”, sonuncuları, yani yetkilileri kuşkusuz ilk geniş gruptan daha fazla endişelendiriyor. Hele hele son dönemlerde... İşte Fransa bu saptama ve gereksinimden (!) hareketle, 6 Aralık’tan itibaren yeni bir televizyon, uluslararası bir haber kanalı, “France 24”ü faaliyete geçirdi. Sakın hemen, “Etme bulma dünyası”, diye tiye almayın. Çıkartılacak dersler epeyce... ??? Bir ülkenin dünya ölçeğinde, “Sesini duyurması nedir?”, tanımına girmeyeceğiz. Ancak çok sesli olması gereken çağdaş toplumlarda “sesini duyurmak” dendiğinde hemen düşünülen “sahibinin sesi” oluyor. Böyle olunca da, daha baştan o “ses”e duyulacak güven sarsılıyor. Zira bugün kim, dikta ve baskı rejimiyle (!) yönetilen milletlerin dışında, hangi halkın ezici çoğunluğunun, “yöneticilerinin sesine güvendiğini” savunabilir? Uzaktan gözüktüğü kadarıyla Venezüella’da ilginç bir deneyim gelişiyor, fakat yine de yeterli süre(ç) yaşanmadı. Kesin bir değerlendirme için epeyce izlemek, beklemek gerekiyor... Şimdi, Fransa gibi merkeziyetçi geleneğin simgesi olmuş bir ülke kalkmış, devlet eliyle yeni bir televizyon kanalı kuruyor. Amacı dünyaya “Fransa’nın görüşünü anlatmak”. Aslında buna “Fransa’nın görüşlerini anlatmak”, demek zorundayız, zorundalar. Çünkü dün, De Gaulle, Mitterrand ve hatta Chirac’ın “borazanı” olacak bir Fransız kanalı insanlığa hitap etseydi, kendini bir noktaya kadar dinlettirirdi. Bugün, bu yaklaşımda bir kanal “egzotizm” niyetine arada bir izlen(ebil)ir. Ama yarın, gelecekte “sahibinin sesi”, olası bir Sarkozy veya Royal borazanını kim çeker? Bütün dünyaya haftada 7 gün ve günde 24 saat Fransızca, İngilizce, Arapça (şimdilik internet ile sınırlı 2007’de başlayacak) ve İspanyolca (2009’dan itibaren) seslenecek uluslararası bir televizyon – mültimedya kanalının saygınlığı, güvenilirliği artık öncelikle içeriğinin yansızlığı, çeşitliliği, zenginliği ve profesyonelliğiyle ölçülecektir.... ??? Şimdiki cumhurbaşkanı Jacques Chirac 1987 yılında başbakan iken, Fransa’nın uluslararası bir haber kanalına (CFII) sahip olmasını ve bu konuda bir rapor hazırlanmasını talep ediyor. Raporun ilk tespiti Fransa’nın bu konudaki açmazını, daha doğrusu dağınıklık veya beceriksizliğini sergiliyor: Kamu kaynaklarından beslenen uluslararası bir radyo RFI, Frankofon bir televizyon kanalı TV5, deniz ötesi Fransa için bir kanal RFO ve dünya piyasası için yapımlar üreten La Sept dağınık bir düzende, kendi başlarına buyruk olarak çalışmaktadırlar. İlk girişimler somutlaşamadan bir yıl sonra sol iktidar gelir. Başbakan Michel Roccard, sözüm ona belli bir oranda koordinasyonu sağlayacak bir program bankası, CFI diye bir yapı kurdurtur. 199091’deki ilk Körfez Savaşı ve CNN International’in oynadığı rol, Fransa’nın bu alandaki boşluğunu yeniden zorlar. 10 yılda konuya ilişkin hazırlanmış 19 rapordan sonra 1996’daki sağ başbakan, Alain Juppe, şimdilerde Radio France’ın Yönetim Kurulu Başkanı olan, o zamanki RFI (Radio France Internationale) Başkanı JeanPaul Cluzel’den bir “CFII” projesi hazırlamasını ister. Kaldı ki, bu arada 1992’de ARTE isimli yeni FransızAlman ortak kültür kanalı, 1993’te de kamu özel Şirket birleşmelerindeki hacim, bu yıl sona ermeden 3.46 trilyon dolarla rekor düzeye ulaştı ‘Kendinizi ucuza satmayın’ Chicago Üniversitesi Finans Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Vefa Tahran, Türkiye’nin gittikçe büyüyen ve çekici bir pazar haline geldiği için şirketlerin kendilerini ucuza satmamaları uyarısında bulundu. Olcay BÜYÜKTAŞ Şirket birleşmelerinin daha yoğun olarak bankacılık, enerji ve ara ürün üretilen sektörlerde yoğunlaşacağına dikkat çeken Tahran, uzun vadede ABD’de ayrılık görülmeyeceğini, ancak Türkiye ve Avrupa gibi holding şirketi formatının uzun süre devam etmeyecegi düşüncesinde olduğu için bu ekonomilerde ayrılıkların gündeme geleceğinin altını çizdi. Bugün düzenlenen “Şirket Birleşmeleri ve Satınalmalar” konulu konferansın konuşmacıları arasında yer alan ve şirket birleşmeleri konusunda uzman Chicago Üniversitesi Finans Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Vefa Tahran konferanstan önce, Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. Son 10 yılda şirket birleşmelerinde nasıl bir seyir izleniyor, bir dönem çığ gibi büyüyen birleşmelerde, ayrılıklar söz konusu mu? Tahran Birleşme trendi devam edecek. Bu sene öncesi rekor hacim 2000’de gerçekleşmişti. Daha sonra işlemler azaldı. Ancak bu yıl henüz sene bitmemiş olmasına rağmen 2000’in rekoru kırıldı. Bu dönemdeki birleşme hacmi 3.46 trilyon dolar. Avrupa’nın en büyük ekonomisi Almanya’nın 2005 GSMH’si 2.48 trilyon dolardı. Bu işlemlerde önemli rol oynayan özel fonlar kaynak bulmakta güçlük çekmiyor. Amerika’da ayrılıklar söz konusu olmayacak, çünkü ABD şirketleri zaten odaklanmış vaziyette. Ancak Avrupa ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki holding şirketi formatının uzun süre devam etmeyeceği düşüncesinde olduğum için bu ekonomilerde ayrılıklar söz konusu olacak. Şirket birleşmeleri en fazla hangi sektörlerde görülüyor. Niçin? Tahran Konsolide olmamış sektörlerde, yani bankacılık enerji ve ara madde üretim sektörlerinde çok daha fazla görülüyor. Çünkü bu sektörlerde ulaşılmamış bir ölçek ekonomisi söz konusu, yani üretim arttıkça maliyetlerinin çok küçüleceği sektörler. Ayrıca globalizasyon açısından önemli sektörlerde hacim yoğun. Dünyadaki ve Türkiye’deki birleşmelerin büyüklüğü nedir? Tahran Dünyada bu yılki büyüklük 3.46 trilyon dolar. Türkiye’de de 2005 yılı için toplam rakamı bilmiyorum. Ancak sadece Ekim 2006 için bahis konusu rakam 5 milyar dolar civarında. GEGaranti, NBGFinasbank CitigroupAkbank gibi islemleri de hesaba katarsak bence toplam rakam 20 milyar doların üstünde. Bu rakamın 2 sene içinde 50 milyar doların üstünde olacağını tahmin ediyorum. Birleşme sonrası ortaya çıkan sorunlar var mı, en çok hangi konularda sıkıntı yaşanıyor? Tahran Sorunların bir kaynağı şirket kültürleri arasındaki farklılıktan kaynaklanıyor. Diğer önemli bir problem de yaratılacak sinerjiler abartılabiliyor. Örneğin AOL Time Warner birleştiklerinde (2000) pazar değerleri 250 milyar dolar civarındaydı. Bu rakam bugün 90 milyar doların altında. 160 milyar dolarlık bir değer kaybı bahis konusu. Birleşmeler, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yerli sermayenin ağırlığını azaltıyor mu, bunun uzun dönemde ekonomiye nasıl bir etkisi olacak? Tahran Azalttığını sanmıyorum. Çünkü, Türkiye’nin ABC sirketi hisselerinin belirli bir yüzdesini yabancılara sattığında genellikle bu parayı Türkiye’de başka işlere yatırıyor. Bence yabancı şirketler ekonomide hâkim olacak kuşkusu yersiz. Türkiye’nin en büyük problemlerinden birisi sermaye pazarlarının yeterince gelişmemiş olması. Bence yerli yabancı sermaye ayrımı bir ayrım. Sermaye ne kadar yüksek olursa o ülke için o kadar faydalı olur. Yerli sermayenin dikkat etmesi gereken unsurlar neler? Tahran Yerli sermaye beraber çalışabileceği kültür açısından kendisine uygun olan şirketlerle birleşmeli. Bunun ötesinde Türkiye yabancı şirketler için çok çekici, büyük ve gittikçe büyüyen bir pazar olduğu için Türk şirketleri kendilerini ucuza satmamalılar. “France 24” veya Fransa’nın Sesi? C 9 D Birleşmelerden KOBİ’ler de etkilenecek “Küreselleşen dünya büyük bir hızla değişiyor.” Son derece kalıplaşmış bu cümleyi beğensek de, beğenmesek de gerçeği yansıttığını savunan Yordam İnsan Kaynakları& Yönetim Danışmanlığı Genel Müdürü Tunçer Gömeçli, bu hızlı değişimin bakış açısına göre, önemli fırsat ve tehditleri bünyesinde taşıdığını hatırlattı. “Değişim rüzgârlarının ve küreselleşmenin getirdiği fırsatları görebilmek ama gününde ve zamanında görebilmek ve sadece görmekle kalmayıp ondan yararlanabilmek son derece önemli” diyen Tunçer, orta ve küçük ölçekli kuruluşlarda olup bitenler hakkında çok fazla bilinen bir şeyler olmadığını, oysa satınalmaların onları da etkilediğini ve daha da önemlisi gelecek yıllarda çok daha güçlü bir şekilde etkileyeceğini ifade etti. Memur AKP ile yoksullaştı... ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) KESK, ortalama gelire sahip bir kamu emekçisinin, toplumun en yoksul yüzde 40’lık dilimi içinde yer aldığına dikkat çekti. Memur maaşlarının AKP iktidarından sonra her yıl biraz daha alım gücünden uzaklaştığına işaret eden KESK’e göre, 2002 yılında ortalama hane halkı gelirinin yüzde 74’ü kadar aylık alan kamu emekçilerinin, takip eden yıllarda maaşı söz konusu oranın yüzde 69’una kadar düştü. KESK Araştırma Merkezi (KESKAR) tarafından yapılan araştırmada, 2 çocuklu ve eşi çalışmayan ortalama maaşlı bir kamu çalışanı ailesinin ekonomik durumu, ortalama gelirli bir aile ile kıyaslandı. TÜİK verilerine göre ortalama hane halkı gelirinin geçen yıl 1267 YTL’yi bulduğu ifade edilen araştırmada, kamu çalışanlarının geçen yılki ortalama maaşının aile ve çocuk yardımı ile birlikte 870 YTL’ye karşılık geldiği belirtildi. Bir kamu çalışanı ailesinin, ortalama gelire sahip bir ailenin yalnızca yüzde 69’u oranında geliri bulunduğuna dikkat çekilerek, ortalama gelire sahip bir kamu çalışanının, toplumun en yoksul yüzde 40’lık kesimi içinde yer aldığının altı çizildi. Toplumun en yoksul ikinci yüzde 20’lik dilimindeki ortalama gelir ise elde edilen birikimle birlikte 839 YTL düzeyinde bulunuyor. Araştırmada, kamu çalışanlarının yoksulluğunun kentlerde göreceli olarak daha yüksek olduğuna da işaret edildi. Ortalama gelirli bir aile, kentte, birikimleri ve harcamaları göz önüne alındığında 1415 YTL gelire sahipken, eşi çalışmayan ve 2 çocuklu bir kamu çalışanının geliri aile ve çocuk yardımı ile birlikte yine ortalama 870 YTL’ye karşılık geliyor. Kentteki kamu çalışanı, eğer başka bir gelir kaynağı yoksa ortalamanın yüzde 62’si düzeyinde bir gelirle geçinmek durumunda kalıyor. Araştırmada, bu iki belirlemeden yola çıkılarak “Kamu emekçisi ve ailesi, ortalama gelirli bir aileden yüzde 3138 daha yoksul’’ deniyor. AAŞLAR 4 YILDA YÜZDE 7 ERİDİ Araştırmada, kamu çalışanlarının ortalama gelirinin, her yıl biraz daha Türkiye ortalamasının altına düştüğü de kaydedildi. Buna göre eşi çalışmayan 2 çocuklu bir kamu emekçisi, başka bir geliri yoksa 2002 yılında ortalama hane halkı gelirinin yüzde 74’ü oranında bir kazanca sahipken, bu oran 2003, 2004 ve 2005 yıllarında sırası ile yüzde 78, yüzde 74 ve yüzde 69 olarak gerçekleşti. KESK söz konusu tabloyu, “Böylece kamu çalışanı, ailesi ile birlikte son 4 yılda ortalamaya göre yüzde 7 oranında yoksullaştı’’ şeklinde değerlendirdi. KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul ise araştırma sonuçlarının, “kamu çalışanlarını yoksullaştırmaya, kamu hizmetlerini niteliksizleştirmeye odaklanan IMF güdümlü politikaların başarısı’’ olarak görülebileceğini belirtti. M ‘Tarımın rotası yok’ Ekonomi Servisi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kuruluşunun 70’inci kuruluş yıldönümü çerçevesinde Prof. Dr. Gülten Kazgan’ın yönetiminde gerçekleştirilen “AB Sürecinde Türk ve Dünya Tarımı” konulu konferansta konuşan gazetemizin yazarı Prof. Dr. Türkel Minibaş, hep oy potansiyeli olarak görünen tarım sektörünün aşiretlerin tekeline bırakıldığını kaydetti. Tarımda teknolojik bir altyapı oluşturulmadığına dikkat çeken Minibaş, “Türkiye hep ithalatçı konumuna sürüklendi. Çiftçiler hizmet ve sanayi sektörlerinde çalışanlara oranla gelir düzeyleri sürekli bir dengesizlik içerisinde” dedi. Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Prof. Dr. Kamil Okyay, hükümetin tarım politikası olmadığından yakındı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya da AB ve ABD’nin küreselleşme adı altında yarattığı ekolojik dengesizliklere dikkat çekerek tarım ekonomisinde neoliberal düşüncelerin hâkim olduğunu savundu. üyüme ve cari işlemlerle ilgili veriler yayımlandığından beri ortalık toz duman. 2004’te 15.6 milyar dolar olan cari açık ekim sonunda 28 milyar doların üstüne çıkmış. 2006’nın 3540 milyar dolarla kapanacağını artık AKP’liler bile kabul ediyor. AKP’ye bakarsanız, büyümek istiyorsak cari açıktaki artışa katlanmak zorundayız. Onlara göre eylül sonunda ulaşılan 25 milyar 334 milyon dolarlık açık hızlı büyümenin bedeli. Açığın daraltılmasıysa ancak üretim maliyetlerinin düşürülmesiyle mümkün!.. Açık, ihracata dayalı büyümeden kaynaklansa AKP’ye hak vereceğiz; ne var ki bizim büyüme dış harcama kaynaklı. Yani, aşırı değerli YTL ve düşük döviz kuru politikaları nedeniyle ithalat ve dış fon girişleriyle beslenmekte. Kaldı ki, cari açık sadece ihracat ile ithalat arasındaki farktan oluşmamakta! Faiz, turizm, faktör gelirleri ve diğer görünmeyenlerdeki dengesizlikler de cari açığın içinde yer almakta. Turizmle ilgili gerçekleşmeler henüz belli olmamakla birlikte 2006’nın turizm sektörü için kesat bir yıl olduğunu hepimiz biliyoruz. Ege ve güneydeki sektörün yenileme yatırımlarına rağmen turizm gelirleriyle ilgili beklentiler vasatın bile altında!.. Rekor üstüne rekor kıran ihracata B GÖZ UCUYLA TÜRKEL MİNİBAŞ Cari Açık Neyin Habercisi? ji sektörü çoktan küresel sermayenin denetimine geçtiğinden bu tür öneriler hükümet için temenniden öte bir anlam taşımaz! “Görmesini bilene” diye herhalde boşuna dememişler. Cari işlemler açığının bu denli tartışma yaratması da zaten bu nedenle. Çünkü, cari işlemler dengesi farklı yılların aynı aylarındaki döviz girişçıkışı karşılaştırma olanağını ve ekonominin nerelerde zayıf olduğunu... Yani, ekonominin yumuşak karnını yakalamamazı sağlar. Bizim ekonominin yumuşak karnı belli.! Özel kesim borçlanması ve ithalattaki artış ekonominin nerden darbe yiyeceğini açıkça göstermekte. 2006 TemmuzEylül verilerini 2005’in aynı dönemiyle karşılaştırdığımızda: Yatırım malı ithalatı binde 4, ara malı ithalatı ise 2005’in aynı dönemine göre yüzde 19 artarak 25.8 milyar dolara yükseldiği... Kısacası, üretimin 2005’e göre ithalata daha bağımlı hale geldiği görülmekte. gelince... İhracatın ithalatı karşılama oranı rekora koşmadıkça ihracatın kırdığı rekorların pek bir anlamı yok. Özellikle de üretim maliyetlerinin yükseldiği ve üreticinin ülke içi ve dışı rekabetle eşanlı yüzleştiği küresel düzende! Bu durumda AKP’nin kimin kemerini sıkacağı da kendiliğinden ortaya çıkmakta. Zira, artık Türkiye emek dışında tüm üretim faktörlerinde dışa bağımlı olduğuna göre hem cari açığı alalamak hem de ihracata dayalı üretim yapanların siyasi desteğini sürdürmek için AKP: ücret ve maaş gelirlerindeki artışları kontrol altında tutacak uygulamaları hız vererek arttıracak ve işvereni istihdam vergisi de dahil olmak üzere emekle ilgili sorumluluklarından kurtarmak için yasal düzenlemeleri bir an önce gerçekleştirecek. Maliyetleri düşürmenin tabii ki başka yolları da var. Örneğin hükümet enerji kaynaklarını çeşitlendirici politikalar uygulayabilir ama... Türkiye ener Yukarıdaki tabloya bakıp iyimser olmak da mümkün. Örneğin, ara malı ithalatının üretime, özellikle de ihracata dönük üretime girdi gereksinimindeki artıştan kaynaklandığını düşünebilirsiniz! Hatta, düşük kur politikasının etkisini yok varsayıp ithal ara malların yerlilerle karşılaştırıldığında daha ucuz olduğunu... Dolayısıyla ülke içinde üretmeye “değmediği”ni bile ileri sürebilirsiniz. Ne var ki, teorik olarak rasyonel olan ülke ekonomisinin bütünü söz konusu olduğunda irrasyonel sonuçlar çıkarabilir. Türkiye bugün işte bu sonucu yaşamakta. Kurlar düşük olduğu sürece üretici için ithal girdi yerliye göre daha ucuza geldiğinden üretimle birlikte ithalat da artmakta! Yerli üretici rekabet gücünü kaybederken, üretimini emek ve enerji maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere kaydıranlar kazanmakta! Hükümetse büyüme ve döviz rezervlerindeki artışı devam ettirmek, kısa vadeli dış fon girişlerini sağa sola sapmadan ülkede tutmak için ekonomiyi ateş üstünde yürütmekte ısrarlı!! AKP’nin Merkez Bankası Başkanı Osman Durmuş’un faiz oranlarından taviz vermemesi... “Dövizle maaş almayanlar dövizle borçlanmasınlar” demesi de zaten bu nedenle değil mi?.. [email protected] www.turkelminibas.net ortaklıklı, “çokdilli” Euronews haber istasyonu faaliyete geçmiştir. Cluzel, başbakanın da onayını alan, üç kamu yayınını “Telefi” adlı ortak bir çatıda birleştirmeyi hedefler. 1997’de iktidar değişmiş, eski projeler yine suya düşmüştür. Yurtdışı yayınların hamisi, sorumlusu sosyalist Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine yeni bir yapılanma yerine, mevcutları “güçlendirmeyi” yeğler. 2001 Afganistan ve 2003 Irak savaşları Fransa’nın iletişim alanındaki zayıflığını, daha doğrusu yokluğunu bir kez daha su yüzüne çıkartır. Fransa, BBC World, CNN International ve de özellikle Fox TV’nin Fransa’nın önerilerini, tavrını, Fransız tartışmasını, görüşlerini hiç yansıtmadığı gibi her zamankinden fazla sansür ettiğini savunur. Fransa kendini, kısmen de olsa ancak ElCezire aracılığıyla duyurabilir. Chirac 2002’de isyan eder. Derhal CFII’nin kurulmasını emreder. Fakat Fransa’nın kamu açıkları AB’nin koyduğu marjları öylesine aşmıştır ki... Yeni bir kamu yayınının giderleri hangi kaynaklardan karşılanacaktır? Artı, çeşitli ticari, mali, idari sorunlar; piyasa bölüşme kavgaları, siyasi nüfuz çekişmeleri, kişisel takışmalar, korporatist rekabetler projenin ertelenmesine neden oluyor. Chirac için bir prestij sorunu haline gelen yumak binbir zorlukla çözülür. En geç 2004’te yayına girmesi beklenen CFII, 30 Haziran 2006’da kararlaştırılan bir değişiklikle “France 24” (F24) adıyla ancak geçtiğimiz 6 Aralık’ta “paldır küldür” internet ağlarında, kısa süre sonrada uydu ve Fransa içi kablolu kanallarda hizmete girer. (http://www.france24.com ) Başına da iktidarın minnet borcu olduğu söylenen bir reklamcı getirilir. Alain de Pouzilhac... ??? Bütün giderleri Dışişleri bakanlığından karşılanan F24’ün, resmi ortaklarıysa yüzde 50/50’yle Fransız kamu televizyon yayıncılığı şirketi France Televisions ve ülkenin en büyük özel televizyon kuruluşu olan TF1’dir (Ana ortağı uluslararası inşaat ve telefon devi Bouygues firması). Yeni yapılanmanın açıklandığı ilk günlerden beri muhalefet ve uzman çevreler, “Böyle çarpık bir ortaklıkla, mevcut kurumlar devre dışı bırakılarak kamu kaynakları çarçur ediliyor” diye veryansın ederler. Üstelik bütçe ve altyapı çok cılızdır. Gerçekten de bazı veriler piyasanın büyükleriyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablo bir hayli düşündürücü: “80 milyon avro bütçeli F24’te, 28 farklı milliyetten 170’i gazeteci toplam 380 ücretli çalışıyor. CNN Interrnational’in 1,6 milyar dolar, BBC World’ün 600 milyon avro ve Deutsche Welle – TV’nin 121,5 milyon avroluk bütçelerine oranla F24, bu acımasız ortamda acaba ne denli iddialı ve başarılı olabilir?” 90 ülkede, 80 milyon hane ve 190 milyon seyirciye ulaşmayı hedefleyen Fransız kanalı şimdilik başlangıç iyimserliğini koruyor. İlk gece bütün dünyadan 500 bin kişi, meraklı F24’ü izlemiş. Ama BBC World’ün yalnızca ilgili servisinde çalışan 70 gazetecisinin bütçesinin 73 milyon avro olduğunu öğrenince şapkamız uçtu. Üstelik kurumun diğer servislerindeki 2000 gazeteci de bu yayına doğrudan katkıda bulunuyor. France Televisions (10) ve TF1’in (5) dünyanın çeşitli ülkelerinde devamlı muhabir sayısının toplam 15 olduğunu da bilince bu işin nasıl yürüyeceği konusundaki kuşkular çoğalıyor. Üstüne üstlük iki grubun gazetecileri bu hafta yaptıkları açıklamada, ürünlerinin telif hakları ödenmeden F24’e zırnık koklatmak niyetinde olmadıkları duyurdular. Bu vesileyle belirmekte yarar var: RFI’nin dünyada 400 kişilik devamlı bir muhabir ağı mevcut. Sol muhalefet iktidarı kazandığı takdirde her şeyi ortak potalarda toplayıp, bu çok başlılığa son vereceğini ilan ediyor. Niyetleri çok duyduk. Kalıcı sonuçları pek göremedik. Şimdi gözler bir kez daha önümüzdeki nisan ve mayıs aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve onu iki hafta arayla izleyecek genel seçimlere çevrilmiş durumda... Bakalım Fransa’nın dünyadaki penceresi, sesi yakın gelecekte iş çevrelerinin, reklamcıların, inşaatçıların veya milliyetçi popülist politikacıların borazanı mı olacak, yoksa ideal ve mesleklerini her şeyin üstünde tutan bir avuç gazeteci dünyaya orijinal bir yayıncılık örneği, deneyimi mi sunacak ? [email protected] Koç ve Sabancı yılın iş insanları Ekonomi Servisi CNBC markasıyla Avrupa ve Asya’da gelenekselleşen “İş Dünyasının En İyileri Ödülleri’’, bu yıl ilk kez Türkiye’de verildi. İstanbul’da düzenlenen törende, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, yılın işkadını, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç ise yılın işadamı seçildi. Törende, Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın, yılın girişimcisi ödülünü alırken Turkcell de “Kardelenler’’ projesiyle sosyal sorumluluk başarı ödülüne layık görüldü. Törene katılan eski IMF 1. Başkan Yardımcısı Anne Krueger, “Reformlar devam eder, sistem işler hale gelirse, Türkiye yüzde 45 büyüme sağlar. Daha iyi senaryolar da mümkün. Bunun için daha fazla reform yapmak gerekir’’ dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle