08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 ARALIK 2006 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C Sınır Çizgileri yedar ve hizmetkârı arasındaki korkunç ve adaletsiz sınır çizgilerini gizlemek içindir bütün bu çabalar. Çok mu ağır? Çok mu demode? Çok mu dinozorca? ??? Bu felaketin mimarları, beyni dumura uğramış katil faşistler veya eli baltalı şeriatçılar değil. Onlar sıradan hizmetlilerdir. Bu korkunç uçurumu yaratanlar ve propaganda edenler, sözcük anlamının tam tersine, her türden liberallerdir. Sivil toplumculuk satanlar... Sayelerinde, liberal ve son derece sivil, en demokratik bir karanlıkla yüz yüzeyiz. Hatta iç içeyiz... Demokratik ortaçağ, geçen yüzyılın faşizmlerini gölgede bırakacak kadar kirli bir gelecek hazırlıyor hepimize... Sınırları, deri renklerinin, kültürel farkların, milliyetlerin, dinlerin, hatta şivelerin arasından geçirerek ve toplumları da buna inandırarak... Karadağ ile Sırbistan’ı bile dil gerekçesiyle birbirinden ayırdılar. Onu yapan emperyalizm, yakında bırakın Kürtleri, Denizli veya Nevşehir ağzını bile “Türkçeden farklı” diye propaganda edip federatif çözüm isteyebilir. Buna, Batı’nın her türden çağdaş uşağı da “Eyvallah!” diyecektir, kuşkunuz olmasın. Önemli olan, asıl sınır çizgisinin, ezenlerle ezilenler, sermaye sahipleriyle emekçi sınıflar arasından geçtiğini göstermemek, gizlemek değil midir? Öyledir. Gizlediler. Başarılı oldular. Ancak, başka bir şey var. ??? O başka şey de şu: Çeyrek yüzyıldır, neredeyse her vadide etnik bir devlet propaganda eden çağdaş liberalizm ve sivil toplum düşükleri, bazen bu işin “merkezi” de vuracağını düşünemiyor. Düşünüyor olabilirler de, önleyemiyorlar. Bu silahı birbirlerine karşı da kullanacakları krizler yaklaşıyor. Önceki hafta, Belçika’daki Fransızca yayın yapan bir kamu televizyonunda (RTBF), özel bir kurmaca program yer aldı. Burada, Flaman Meclisi’nin bağımsızlık ilan ettiği duyuruldu. Ülke bölünmüştü. Ortalık fena halde karıştı. Televizyonun telefonları kilitlenmiş falan filan. İyi... İyi de, çağdaş kapitalizm insan beynini de törpülediğinden, toplumlar artık kurguyla gerçeği de birbirinden ayırt edebiliyor mu? İnsan bitiriliyor. Daha ne? Metropoller dışını sürekli bölen emperyalizm, kendi içindeki bölünme dinamiklerini ne kadar denetleyebilecek? Yani bu silah geriye teperse, ne olacağını bilen var mı? Yok. cutsay?cumhuriyethafta.eu 7 Ferhat Tunç “Ateşte Sınandık” albümünde 12 Eylül askeri darbesinde “sınananların” şarkılarını söylüyor. Tunç, Türkiye’nin 25 yıllık yakın tarihini kendi yaşamıyla birleştirerek melodilere döküyor. Sanatçı Ferhat Tunç’un 21. albümü: ATEŞTE SINANDIK ‘Başkaldırabildikçe insanız’ Hatice TUNCER Ferhat Tunç’un “Ateşte Sınandık” adlı yeni albümü ile gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarını bir araya getirdiği “Zor Zamanlar İnce Şarkılar” kitabı geçen ay yayımlandı. Protest müziğin en sevilen sanatçılarından biri olan Tunç, müzikal çizgisini fazla değiştirmeden, gelişen teknolojilerden de yararlanarak müzikalitesinden ödün vermiyor. Doğup büyüdüğü Tunceli’de de, 14 yaşında gittiği Almanya’da da yoğun siyasi ortam içinde yaşayan Ferhat Tunç’un müziği, bu nedenle sol muhalif çizgiyle yoğruldu. 25 yıllık müzik yaşamının 21. albümü nedeniyle yaptığımız söyleşide de müzik ve siyaset iç içeydi: “Bana sık sık ‘Sanatçı mısın siyasetçi misin’ diye hakarete varan mesajlar atanlar oluyor. Aynı eleştirileri solcu arkadaşlarımdan da alıyorum. Bir müzisyenin, sanatçının yaşadığı toplumsal gerçeklik içerisinde sözü olamaz mı? 12 Eylül’den sonra daha da yerleşen, sözünü esirgeyen bir toplumsal yapımız var. Eğer sözünü esirgiyorsa ne sanatçıdır ne de gerçek anlamda aydındır. Ben sistemle uzlaşmıyorum. Sözünü söyleyenler ne kadar çoğalırsa bu ülkede, demokrasiye de özgürlüklere de o kadar yakın olabileceğimize inanıyorum. İşi siyaset olan insanlar siyaset adına sistemin birer parçası haline geliyorsa, toplumsal gerçekliğimize uzak yaklaşımlar sergiliyorlarsa sözünü söyleyecek birileri çıkıyor. Keşke sadece şarkı söylemekle yetinebileceğimiz bir ülkede yaşıyor olsaydık.” Duygulu sesiyle yıllardır okuduğu şarkılara daha da hüzün katan Tunç, hiçbir zaman umutsuz olmamış. En karamsar dönemlerde bile gelecek için “umut verebilmeyi” sanatının temeline oturtmuş. Zaman zaman çeşitli çevrelerden aldığı “belirli bir kesimin, belirli bir bölge insanının sanatçısı olma” eleştirilerini ise haksız buluyor: “Ben özgürlüğe, demokrasiye ve insan haklarına inandım. Türkiye’nin santçısıyım, ama beni Türkiye’nin sanatçısı olarak görmeyenler, birtakım sözlerimden dolayı yargılayanlar olabilir. Beni herkes anlasın diye bir derdim yok. Ben kendi doğrularımla yola çıktım, bu doğrularla hizmet etmek istiyorum. Hiçbir yerde çatışmayı, ayrılıkları kışkırtan bir yazımı, şarkımı göremezsiniz. Türkiye’nin yalnızca güneydoğusunda değil, her bölgesinde konserlerim dolu geçiyor. Büyük bir dinleyici potansiyelim var. En büyük destek mesajlarını da Karadenizlilerden alıyorum. Bunlar, Türkiye’de yaşayan tüm ezilen kesimlerin sanatçısı olma çabamın bir sonucudur, göstergeleridir.” Yine senfoni orkestrası kullandım, Türkiye’nin en iyi müzisyenleriyle çalıştım.” Tüm enstrümanların canlı çalındığı albüm iki stüdyoda kaydedilmiş. Tunç’un, 2 yıl önce yayımlanan “Sevmek Bir Eylemdir” albümü dışında yıllardır birlikte çalıştığı Osman İşmen, yine düzenlemeleri üstlenmiş. Albümdeki Zazaca ve Kurmanci 4 şarkının düzenlemeleri ise “Ihlamurlar Altında” adlı televizyon dizisine yaptığı müziklerle beğeni kazanan Nail Yurtsever gerçekleştirmiş: “Geçen albüm Osman İşmen’le çalışmayınca dinleyicilerimden eleştiriler aldım. Onunla oturmuş bir sound’umuz var, dile kolay 20 yıllık bir geçmişimiz var. Kürtçe şarkıları çalışan Nail Yurtsever’i çok özgür bıraktım, farklı bir sound çıktı. Şarkıları verdim, bütün düzenlemeleri yaptı ve ben üzerine okudum.” Ferhat Tunç yeni albümünde, 8’i kendi bestesi, 2’si anonim, 1’i Ali Haydar Can’a ait 11 şarkı seslendiriyor. “On Yedi Cana” şarkısı, Tunç’un 1999 yılında yayımlanan “Kavgamın Çiçeği” albümündeki çok sevilen “Pepug Kuşunun Öyküsü”nün melodisine yeni yazdığı sözlerden oluşuyor. Tunç, albüme adını veren “Ateşte Sınandık” şarkısının sözlerini şair Mehmet Çetin’le birlikte yazmış: “Ateşten günler yaşayan bir kuşağın çocuklarıyız biz. Yakın tarihimizi, 80’li yılları anlatan bir şarkı. Sınanmışlık, bütün bu yaşadığımız acılara rağmen hâlâ bir şeyler söylüyor olabilmektir. Hâlâ barış, kardeşlik, özgürlük diyebilmektir. Bunları söyleyebilen insanların sayısı 1980 öncesi dönemle kıyaslanamayacak kadar azaldı. 12 Eylül darbesi bir silindir gibi üzerimizden geçerken birçok değerimizi aldı, götürdü. Biz hem acıları yeniden yaşayarak hem de bir şeyler yapabilmenin kaygısıyla her şeye rağmen ayaktayız. Avukat Behiç Aşçı ölüm orucunda yatıyor. Bedenlerini ölüme yatıranlara karşı neden duyarsız kalınıyor, neden ölümler durdurulmuyor? Behiç Aşçı’nın yanına ancak bir kez gidebildim. Birinin göz göre göre erimesini görmek ve bir şey yapamamak kadar acı bir şey yoktur. Sınanmış olmak, bütün bu acımasızlıklara isyan etmek, ölümlere başkaldırmaktır, dik durabilmektir. Bunu yapabildiğiniz ölçüde insansınız.” Albümdeki fotoğrafları yönetmen Reis Çelik, Tunç’un Tunceli’de doğduğu köyde çekmiş. Birlikte fotoğraflarının yer aldığı yerel sanatçı Silo Kiz (Küçük Süleyman) Tunç’un klibinde de rol alıyor: “Silo Kiz, Dersim’in geçmişini müziğiyle günümüze taşıyan, yaşayan bir tarihtir. Bağlama değil eskilerin kemane dediği keman çalar. Kemanesiyle düğünleri şenlendiren, acılı tarihini şarkılarıyla gündeme getiren bir ozandır.” OR ZAMANLAR İNCE ŞARKILAR Ferhat Tunç’un albümüyle aynı zamanda gazete ve dergi yazılarını topladığı “Zor Zamanlar İnce Şarkılar” adlı kitabı Çiviyazıları Yayınevi tarafından yayımlandı. Gazetci yazar Cafer Solgun’un önsöz yazdığı kitapta Yaşar Seyman, Oral Çalışlar, Can Dündar, Filiz Koçali, Hadi Özışık gibi gazeteciyazarların da Tunç’u konu edindikleri yazıları yer alıyor: “Tanık olduklarım bire bir şarkılarıma konu oluyordu, yazma geleneğim yoktu. Üç yıl önce bir öneri üzerine yazmaya başlayınca okuma açısından eksikliğimi fark ettim. Yazarken bir yandan da yoğun olarak okudum. Yaşadıklarımı sadece şarkılarla değil yazarak çok daha iyi ifade edebileceğimi anladım. Olumlu olumsuz eleştiriler beni aydınlattı.” ATEŞTE SINANDIK “Ateşte Sınandık” Ferhat Tunç’un 25 yıllık müzik yaşamında 21. albümü. Ferhat Tunç, müzikal arayışlara girmek yerine, yeni şarkılarını, yılların kabullenilmiş ve sevilmiş çizgisinde yapmayı tercih ediyor: “Müzikal kaygıları olan bir insanım ve bu kadar albümden sonra yanlış yapmak gibi bir hakkım yok. İnternet korsancılığının, hırsızlığın had safhada olduğu bir dönemdeyiz. Hiçbir sanatçının albüm yapmayı göze alamadığı, özellikle muhalif müzik yapan sanatçıların son derece sınırlı, kısıtlı imkânlarla albüm yaptığı dönemlerdeyiz. Bazıları yapamıyor hatta. Artık Unkapanı’ndaki şirketler albüm yapmıyor. Herkes kendi imkânlarıyla albüm yapıyor ve bu şirketler dağıtıyorlar. Geçenlerde bir ödül töreni vardı, 100 bin satan bulamadılar. Böylesine zorlu bir süreçte, bütün imkânlarımı kullanarak, büyük harcamalar yaparak, müzikaliteden ödün vermeden albümümü yaptım. Z amam: Hayatımıza, rengi sürekli değiştirilen, ama temelde birbiriyle hiç çelişmeyen sınır çizgileri egemen. Kabul. Gerçekten de, yeni oldukları söylenebilir bu çizgilerin. Ama “tanıdık” oldukları eklenerek... Sonuçta, bu sınır çizgilerinin benzerlerine, hatta bu kadar geçişsiz ve daraltıcı olanına en son, galiba klasik ortaçağda ve bir de geçen yüzyılın faşizmlerinde rastlamıştık: İnsanları birbirinden uzak tutan, toplumlarda ortak yaşama ve hayatı paylaşma bilincini sıfırlayan bir izolasyon malzemesi...Köleleştirme bilinci... Nereden geçiyor bu izolasyon malzemesi, bu sınır çizgileri? İnsanların arasından... Ama hangi insanların arasından? Yukarıdan aşağıya doğru mu kesiyor toplumları ve yan yana yaşayabilecek insanları mı birbirinden ayırıyor, yoksa enine doğru, diyelim soldan sağa doğru ve yan yana zaten yaşamayan insanları mı birbirinden ayırıyor? Toplumların hangi kesimlerini, toplumların hangi üyelerini, kimleri birbirinden ayrı tutabiliyor bu çizgiler? ??? Toplumları yukarıdan aşağıya doğru, yani dikine kesen sınır çizgileridir hayatımıza egemen olan. Kardeşlerin, aynı toplumsal şemanın aynı bölümlerinde çalışıp yaşayan, kaderleri birbirine benzeyen insanları, emeğiyle geçinen ezici çoğunluğu birbirinden ayırmak, birbirine karşı kullanmak için uydurulmuş ideolojik izolasyon malzemeleridir bu sınır çizgileri: Toplumları çürütmek ve sermaye sınıfını aşağıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için uydurulmuştur. Etnik köken farklarını kışkırtan propagandalar, emperyalizme karşı çıkmayan her türden milliyetçilik, dincilik, kültürel fark vurguları vb... Bütün bu ayrımlar, asıl ve tek köklü ayrımı toplumdan saklamak için var. Artık yeni bir ortaçağa dönüşmüş çağdaş kapitalist toplum çürüyor. Bu süreçte, dizginlerinden boşanan finans sektörü eşliğinde çoktandır oligarşik bir yapıya bürünmüş sermaye sınıfını, toplumun gözünden saklamak için bu farklar var. Bu farklar olmasa, yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasındaki bu iğrenç işbölümü varlığını sürdüremez. Ağır mı kaçıyor? Eski moda mı geliyor? Yani, başka türlü mü söyleyelim? Dinozorca görünse de bilimsel olduğu için hâlâ doğru olan haliyle ve şöyle diyebilir miyiz örneğin? Sermayenin doludizgin serpilip insanlığı yok edebilmesi için, yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasındaki, yani hayatı emekleriyle yaratan insanlarla, onların ürünleri üzerine oturan bir avuç serma T Yaşamöyküsü... Ferhat Tunç, yazmayı çok sevince birkaç aydır da “Dersim’de İklim” adında aylık bir gazetede yazı dizisi halinde yaşamını kaleme almaya başladı. 1964 doğumlu olan Tunç, kendi yaşamıyla birlikte arka planda 25 yılın Türkiye’sini anlatacak: “Yazmaya başlayınca ‘Çok şey yaşamışız’ demekten kendimi alamadım. Bugünlerle kıyaslanmayacak kadar çok kötü dönemlerden geçtik. Sözünü etmeye, tartışmaya dahi cesaret edemediğimiz konularda bugün konuşabiliyoruz. 301. maddeyi saymazsak konuşabilmek de önemlidir. Aslında yazmamın bir nedeni, bu süreci iyi değerlendirmek ve dersler çıkarabilmek. 18 yaşındaki kızım, benim yaşadıklarımı bire bir bilemez, ancak yazılarımı okuduktan sonraki tepkisi son derece anlamlıdır.” ‘Ölene kadar Nobel’e adayım’ Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, kitap şenliğinin onur konuğu Yaşar Kemal’e plaket verdi. ürkiye’nin çeşitli alanlarında dert küpüne dönenler gitgide artıyor. Milli gelirin arttığı yolundaki açıklamalar birbirini izlerken, bırakın arttığı söylenen bölümü, eski milli gelirin paylaşımındaki adaletsizliğin bile giderilememiş olması sorunların çözülemeyeceğini de ortaya koyuyor. Bu duruma bir de yaşanılan çarpıklıklar eklenince ortaya bambaşka bir Türkiye çıkıyor. 24 Kasım Öğretmenler Günü, eski yıllarınkine benzeyen buruk bir süreçte kutlandı. Hiçbir şey değişmedi ama gönül alıcı yaklaşımlar da ihmal edilmedi. Yılbaşının yaklaşıyor olması bazı meslekler için hayra alamet sayılmaz. Bu mesleklerin başında da gazetecilerle sözleşmeli öğretmenler gelir... Sözleşmeli öğretmenler sözleşmelerinin yenilenip yenilenmeyeceği ve statülerinin geleceğinden duydukları kuşkuyla bir kampanya başlattılar. “Sözleşmeli bir öğretmen” imzasıyla gönderilen ve arkadaşlarının dertlerine de tercüman olan iletide şöyle deniliyor: “Konuyu kendi açımdan bir örnekle açıklamak istiyorum: Düşünün ki siz bir öğretmensiniz ama, aslında değilsiniz, kullanılış amacınız bir süreliğine öğretmen açığını kapatmak. İdealistsiniz ama yarınsız, her an güle güle aslanım ana fikrini taşıyan bir yazı oku T GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ lunuza gelebilir. 657’ye tabisiniz ama memur değilsiniz, görev ve sorumluluklar aynı, haklar farklı, farkı da şu: Kadrolunun hakkı var, sözleşmelinin yok, gençsiniz ama hayal kuramıyorsunuz. Kız vermiyorlar çünkü sözleşmeliye. ‘Bu ay başında kendime bir palto alayım diyorsunuz ama’ ay başı gelmiyor. Memur 15’inde, biz ileriki bir tarihte. Aynı sıralarda okuduğunuz arkadaşlarınız akıllı ama siz yetersiz ve bilgisiz. KPSS’den düşük not almışsınız çünkü, adam değilsiniz, aşağılanırsınız her fırsatta. Bir densiz gelir sıfatı denetçi olan, ‘Aldığınız para haram olsun’ der. Sebebi okula cebimizden yeteri kadar harcama yapamamamız, alamadığımız parayı vatanımıza harcayamamamızdır. Bir müdür gelir, ‘Sen nesin ki şimdi’ der ‘git işine bak yarın ne olacağı belli değil, çok konuşacaksan imzalatmam sözleşmeni’. Halk sorar, öğretmen misin, peki nasıl öğretmensin? Kadrolu mu, sözleşmeli mi, vekil mi, ücretli mi?.. Kadrolu değilsen ala Dertler Bitmiyor cağın karşılık; ‘hım olur’. Amirinden memuruna, hademesinden sade vatandaşa herkes aşağılar seni ama ‘sayın’ bakan der ki; ‘onlar eşiiiiiiiittttttt’ Yazıklar olsun bizi bu hale getiren devlete, bunun için mi okuduk efendim, bunun için mi emek harcadık, daha anlatılacak birçok şey var ama içimize atıyoruz, kader diyoruz.” Dileriz dertlerine bir çözüm bulunur. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) kendi üyeleri arasında yer alan iş alanlarında birer meclis oluşturdu. Bunlardan biri de Medya ve İletişim Meclisi. İşe hızlı başlayan ve başkanlığını TGC Başkanvekili değerli meslektaşım Vahap Munyar’ın üstlendiği meclis adına hazırlanan bir bilgi notu, Maliye Bakanı adına Müsteşar Hasan Basri Aktan’a iletildi. Medya konusundaki bilgisi ve deneyimi nedeniyle Aktan’ın yaklaşımını “bir umut ışığı” olarak değerlendiriyor arkadaşlarımız. Bilgi notunda üç soru dile ge tirilmiş. Bunlardan birincisi gazeteler yüzde 1 KDV öderken haber ajanslarının yüzde 18 KDV ödemekte oluşunun yarattığı ekonomik olumsuzluk. İkinci sorun, özel radyo ve televizyonlarla ilgili. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) brüt ilan ve reklam gelirlerinden ödenen yüzde 5’lik payın sürdürülüyor olması. Çünkü pay yüzde 5’le sınırlı kalmıyor. Yüzde 18 oranındaki KDV’yi de eklerseniz devlete ödenen pay yüzde 23’e çıkıyor. İşletme sermayesinin böylece budanmasının faturasını da zamanı gelince gazeteciler ödüyor. Bir diğer sorun da yeniden düzenlenen “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Kararın Uygulanmasına İlişkin Tebliğ”de “Basın ve Basın Sanayii Yatırımları”na yer verilmemiş olması. Doğrudan Maliye Bakanlığı’nı ilgilendiren sorunlar, daha sonra ayrıntılı rapora dönüştürülecek. Sözlü olarak iletilen bir başka sorun da yerel gazetelerin KOBİ sayılmaması. Yerel matbaalar KOBİ kapsamı içinde ama yerel gazeteler ne hikmetse KOBİ’den sayılmıyor. Sanki çokseslilik için gerekli değiller ve ürettikleri, halkın bilgilenme hakkını gerçekleştirmiyor gibi yanlış bir yaklaşımı yansıtıyor. oerinc?cumhuriyet.com.tr İstanbul Haber Servisi Yazar Yaşar Kemal, Nobel’e 1973’ten beri aday olduğunu, ölene kadar da aday olacağını belirterek “Bu dünyada yazar olmaktan dolayı çok üzülüyorum. 40 kitap yazdım. 40 kitabım bu memlekete ne getirdi bir türlü anlamadım. Bir daha dünyaya gelsem traktör şoförü olurdum” dedi. Usta edebiyatçı Yaşar Kemal Kadıköy Belediyesi’nce Caddebostan Kültür Merkezi’nde düzenlenen ve 17 Aralık’ta sona erecek Kitap Şenliği’nin açılışını gerçekleştirdi. Son zamanlarda kendisine “Neden yazayım” diye sorduğunu ifade eden Kemal, “Kötü bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü çok tehlikeli bir dünya. Ben bu kötü dünyada yazar olmaktan da çok üzülüyorum” dedi. Konuş masından sonra kendisine yöneltilen soruları yanıtlayan Kemal “Orhan Pamuk’a verilen Nobel ödülünün siyasi olup olmadığına” yönelik bir soruyu “Ben Nobel’e ilk Türk adayım. 1973’ten beri adayım. Ölene kadar da aday olacağım” diye yanıtladı. Kemal, “İrtica bizi teslim alacak mı” sorusuna karşılık da “Sanmıyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar Mustafa Kemal hâlâ duruyor. Sonsuza kadar da duracak” dedi. Yaşar Kemal, “Bir daha dünyaya gelseniz yine yazar mısınız” sorusuna ise, “Yalan söylemeyeceğim. Bir daha dünyaya gelsem traktör şoförü olurdum. Çünkü ben gençliğimde traktör şoförlüğü yaptım. Hangi işe girsem hükümet beni attırıyordu” yanıtını verdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle