08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ‘İstanbulŞehir ve Sultan’ sergisi Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da açıldı C kültür 22 ARALIK 2006 CUMA Osmanlılar Dam Meydanı’nda Çini tabaklar, takılar, giysiler, müzik aletleri, mezar taşları, elyazmaları ve halıların bulunduğu böAMSTERDAM “İstanbulŞelümlerde dolaşırken, kapıda alıhir ve Sultan” sergisi Hollanda’nın nan bir teypten çeşitli dillerde bilbaşkenti Amsterdam’ın Dam gi veriliyor, saray müziği, sokak saMeydanı’ndaki Nieuwe Kerk (Yetıcılarının bağrışmaları ve Kuran ni Kilise) kilisesinde törenle açıldı. dinletileriyle sergiyi gezenlere OsTörene, Hollanda Kraliçesi Beatmanlı dönemi İstanbul’unda ve rix, Lahey Büyükelçisi Tacan İlTopkapı Sarayı’nda dolaştıkları izdem, Türkiye’den Kültür ve Tulenimi verilmeye çalışılıyor. Girişrizm Bakanı Atilla Koç başkanlıte, eski tabakların yer aldığı bölüğında bakanlık yetkilileri, bazı milme her nedense yerleştirilmiş pemletvekilleri ve eşlerinden oluşan 25 be, sarı ve mavi renkli yüzlerce kişilik bir grup katıldı. Koç’un bir plastik leğen, sürahi, tabak benzekonuşma yaptığı açılışta Amsterri günümüzden eşya, serdam Senfoni Orkestraginin geri kalan bölüsı’ndan bir grup Lond‘İstanbulmüyle tam bir tezat oluşra’dan Emre Aracı’nın turuyor. yönetiminde 19. yüzyıl Şehir ve Sergide 16. yüzyılda Osmanlı müziğini içeSultan’, başlayan Hollanda – Osren bir konser verdi. Hollanda’da manlı İmparatorluğu Hollanda’da Türkiye Türkiye ilişkilerine de, Hollanda hakkında şimdiye kamüzelerinden 15 kadar dar düzenlenen en bühakkında gravür ve elyazması feryük sergi niteliğini taşışimdiye manlarla değinilmiş. yan “İstanbulŞehir ve kadar Bunlar arasında, Sultan Sultan”, Nieuwe Kerk düzenlenen Abdülmecit’in HollanMüdürü Ernst Veen’in da’ya verdiği kapitülasdeyimiyle, “Doğu ile en büyük yonları içeren 14 Mart Batı’nın birleştiği, dünsergi. 1840 tarihli ilk ticaret ya kültürlerinin kayanlaşması da var. naştığı İstanbul’u çıkış 15 Nisan 2007’ye kadar sürecek noktası alarak” Osmanlı dönemiİstanbul sergisiyle bağlantılı olanin, başta saray yaşamı olmak üzerak, Osmanlı tarihi, sanatı ve külre çeşitli kesitlerinden izlenimler türünün yanı sıra günümüz Türkisunuyor. ye’sine ilişkin 30’a yakın konfeSergi, büyük bölümü Topkapı, rans, konser ve film gösterisi gibi Türk İslam Eserleri, Sadberk Haetkinlikler düzenleniyor. “İstannım ve Sabancı müzelerinden gebul’a Gidin” başlıklı proje kapsatirilmiş, Harem, Silahlık, Cami, mında da, Hollanda’nın çeşitli Mezarlık gibi bölümlere serpiştikentlerinden binlerce öğrencinin rilmiş 300’e yakın eser ve objeden sergiye getirilmesi amaçlanıyor. oluşuyor. Haluk BAKIR LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Dışarıda Sponsor, Operada ‘Harami’ danını rahatsız etmiştir ama reklamı yapılan ürünlerin bu toplumsal felaketlerle birlikte tanıtılması, gündelik yaşamda fark edemediğimiz, sağlıksız bir yaşamın aslında hemen yanı başımızda olduğu gerçeğini anımsatmıştır. Çok mu gerekliydi ya da bu “gerçek” böyle mi anımsatılmalıydı; ayrı mesele. ??? Reklamcı, Benetton örneğinde olduğu gibi o sarsıcı/rahatsız edici olguları ürün tanıtımında toplumsal fayda açısından kullanmıyor elbette. Tanıtılan ürüne dikkat çekme faydacılığıdır bu. Benetton örneğini dışarıda bırakarak söylüyorum; hele yaratıcılık da barındırıyorsa bu tür “kullanımlar” bir yere kadar anlaşılabilir. Aklı başında bir reklamcı bir ürünü “kabalık” ya da “görgüsüzlük” temaları kullanarak da tanıtabilir. Bu kavramlar burada sadece bir “tema”dır çünkü. Ama yapılacak bir düzenleme hatası ürünü “görgüsüzlüğe” kurban da edebilir. Goldaş Altın’ın bir süre önce başına gelen budur. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği Ali Baba ve Kırk Haramiler adlı operada kabalığın, görmemişliğin az rastlanılır bir örneği yaşandı. Sersem mi sersem bir halkla ilişkilercinin marifeti olduğu belli bir tanıtım/reklam rezaleti yani. Oyunun bir sahnesinde ortaya çıkan altınları gören oyuncunun “altınlar” diye bağırması gerekirken, “Goldaş altını” diye haykırarak sözüm ona reklam yapması adı geçen şirket için bir görgüsüzlük değil midir? Üzerine reklam panosu asılmamış tek bir beyaz duvarın bile kalmadığı kentlerde, her boş alanın, her etkinliğin rekabet toplumunun çılgınlığı olan alışverişi körükleyen tanıtım/reklam faaliyetlerine ayrıldığı bir gerçekse de, kimsenin aklına bir opera temsilinde, altın reklamı yapılacağı gelmezdi. Bu da oldu nihayet. ??? Son yıllarda tanıştığımız sponsorluk olgusunda ölçü kaçınca neler olduğunu anlamış bulunuyoruz böylelikle. Sponsorluk, opera metinlerine, tiyatro repliklerine girecek kadar sözüm ona desteklenen sanatın önüne çıkabiliyor. Sanatı desteklemeyi ürün tanıtımına gerekçe yapan azgelişmiş reklamcı ile adından daha önemli bir şey olmadığına inanan görmemiş sponsor şirketin marifetidir bu. Oyunun adında “Kırk Haramiler”in geçmesi de elbette tesadüftür ama hoştur. Bir yerde, opera sahnesinde bile “Haramiler” olacak da orada böyle fırsatçılık olmayacak? Ne mümkün? Müziğe adanan bir ömür... Kültür Servisi Amerikan müzik sanatı ve sanayiine yarım yüzyıldır damgasını vuran Ahmet Ertegün (83) New York’ta yaşamını yitirdi. TGRT’nin resmi patronu Ahmet Ertegün, Üsküdar’da ailesinin kurduğu Özbekler Tekkesi’ne defnedildi. New York’ta 29 Ekim’de yapılan Rolling Stones konseri sırasında ayağının kayması sonucu düşerek başını vuran ve o günden beri yoğun bakımda olan, müzik dünyasının önemli ismi Ertegün yaşamını yitirdi. Tedavisini üstlenen doktorlar tarafından yapılan açıklamada, yoğun bakım ardından bitkisel hayata giren ünlü plak yapımcısının kurtulmasının mucize olacağı söylenmişti. Destek cihazlarla bir süre yaşatılan Ertegün, vasiyetnamesinde böyle bir durumda yaşamak istemediğini belirtmişti. MURDOCH YENİ ORTAK PEŞİNDE Ölümü TGRT’nin devrini zora soktu Ahmet Ertegün (sağda), Mick Jagger’la (ortada) birlikte... (Fotoğraflar: AP) Ekonomi Servisi Atlantic Records’un başkanı Ahmet Ertegün, müzik endüstrisinin önemli kişileri arasında yer alıyordu. Ertegün’ün 1947 yılında 10 bin dolarla kurduğu Atlantic Records, dünyanın en önemli müzik şirketleri arasında bulunuyor. Ertegün özellikle son dönemlerde Türkiye’de TGRT’nin satışı ile de gündeme geldi. TGRT’yi 151 milyon YTL’ye dünya medya devi Rupert Murdoch ile birlikte satın alan Ray Charles Ertegün’ün ölümü, televizyonun devrini de ve Ertegün. zora soktu. Ertegün’ün vefatı ile mirasçıları da yabancı olduğu için Murdoch’un yeni bir Türk ortak araması gündeme gelecek. Çünkü RTÜK Yasası’na göre bir yayın kuruluşunda yabancı hissesinin yüzde 25’i geçmeyeceği belirtiliyor. Murdoch, TGRT’yi elinde bulunduran Huzur Radyo TV AŞ’nin satışında yaşanan sıkıntıları aşmak için, Ertegün ile anlaşma yoluna gitmişti. Ancak Ertegün’ün vefatı ile TGRT’nin devrinde sıkıntılar yaşanacağı belirtiliyor. arkasında yanılıyor olabilirim ama yıllar önce rastladığım gazetedeki reklamda ünlü Smith Wesson marka tabanca şu cümlelerle tanıtılıyordu: “Abraham Lincoln de bizim silahımızla vuruldu.” Lincoln’ü “milli sembol” olarak görenleri kızdırmış da olsa reklamcının buradaki yaratıcılığına şapka çıkarmak lazım. Her şey espriye kurban edilmemeli diyenlerden olsam da, insan böylesi bir yaratıcılık karşısında gülümsemeden edemiyor. Toplumsal, dini, kültürel birçok konudan kendisine malzeme çıkaran reklam sektöründe aşırı sayılabilecek örnekler var böyle. Bir –sanırım Amerikan çivi şirketi, ürününü “İsa bizim çivilerimizle çarmıha gerildi” diye tanıtmıştı örneğin. Ürün tanıtımında tüm gücünü, yaratıcılığını ürüne dikkat çekmeye veren reklamcılığın, kimi toplumlar için değerli olan sembolleri acımasızca harcaması rekabet ortamında, topladığı tepkilere rağmen, normal. ??? Bu reklam sektörünün kökleri Eski Yunan’a, Roma’ya kadar gider. O zamanın ürün tanıtımındaki en önemli “eleman”ı sokaklarda, sığır ya da köle satışlarını bağırarak duyuran tellaldı. Hatta Eski Yunan’da tanıtımı ritmik sözlerle yapılmış bir kozmetik ürün reklamına rastlanmıştır. Aesclytptos adını taşıyan bir kozmetik reklamıdır bu. Tanıtımın çoğunlukla sembollerle yapıldığı bir çağdan söz ediyorum. Eski Roma’da caddelerde dolaşırken keçi resmi yapılmış bir tabelayla karşılaştığınızda burasının bir mandıra, kamçılanan çocuk resmi işlenmiş bir tabela gördüğünüzde de orasının bir okul olduğunu anlardınız. Henüz cümleler düzeyinde ifade edilecek bir tanıtım/reklam dili oluşmamıştır. Lincoln’ün suikasta kurban gidişi de İsa’nın çarmıha gerilişi de, yol açtıkları sorun ya da sonuçlar ne olursa olsun, çarpıcı temalar olarak ancak reklamcının mantığında yer bulabilirdi. Reklam sektörü bu örneklerden, tanıtımını üstlendiği ürün açısından “faydacı” sonuçlar çıkarabilir. Tabanca, nihayetinde “insanı” hedef alan bir kıyım makinesi olduğuna göre, silah üreticisinin, bu “kıyımın” hem düzenleniş, hem de sonuç alış bakımından muhteşem bir örneği olan Lincoln suikastını kullanması – ahlaki olmasa da ticari hakkıdır. Bir silahın başarısı başka ne ile örneklenebilirdi? Geçtiğimiz yıllarda çok sık rastlanılan Benetton reklamlarında, aralarında AIDS’in de bulunduğu, toplumsal felaketlerin birer “dekor” işlevi görmesi elbette kamu vic M ATLANTİK MÜZİK... St. John’s Üniversitesi’nde felsefe eğitimi gören Ahmet Ertegün kardeşiyle birlikte Atlantik Müzik’i kurdu. 1947’de Atlantic Records albümlerini çıkarmaya başladı. İlk olarak Atlantik Müzik stüdyolarında 21 Kasım 1947’de Harlemaies’in “The Rose of the Rio Grande” albümü kaydedildi. 1949 yılının Nisan ayında çıkarılan Stick Mcghee’in “Drinkin’ Wine SopDeeODee” albümü, 1 milyondan fazla satışı ile Atlantik’in ilk hiti oldu. Ray Charles, Aretha Franklin, The Modern Jazz Quartet, Bobby Darin gibi isimlere kasetler yapan Ertegün, The Rolling Stones, Led Zeppelin, Cream, Genesis gibi isimleri de üne kavuşturdu. Daha önce 3 farklı alanda Grammy Ödülü kazanmış olan Ertegün, 2006 Grammy Ödül Töreni’nde “ICON” adı verilen Onur Ödülü’ne layık görüldü. “Rock and Roll Hall of Fame Müzesi”nin kurucusu Ahmet Ertegün, aynı zamanda, Amerika’ya Avrupa futbolunu ilk getiren kişiydi. Ray Charles, Aretha Franklin, The Modern Jazz Quartet gibi isimlere kasetler yapan, The Rolling Stones, Led Zeppelin, Genesis gibi isimleri de dünya çapında üne kavuşturan Ahmet Ertegün’e bu yıl yapılan Grammy Ödül Töreni’nde Onur Ödülü verilmişti. Morricone’ye Onur Oscar’ı Kültür Servisi Film müzikleriyle tanınan İtalyan besteci Ennio Morricone, önümüzdeki şubat ayında Hollywood’da düzenlenecek Akademi Ödülleri töreninde Onur Oscarı’yla ödüllendirilecek. Akademi, 1928 doğumlu besteciyi ‘Film müziği sanatına büyük ve çok yönlü katkılarından dolayı’ onurlandıracak. 45 yıllık kariyerinde 300’den fazla besteye imzasını atan Morricone, sinemanın klasikleri arasında yer alan ‘Bir Zamanlar Batı’da’ adlı filme bestelediği müzikle tanınmıştı. ‘Spagetti western’ türünde pek çok filmin müziğini besteleyen Morricone, daha önce de ‘En iyi müzik’ dalında Oscar’a aday gösterilmişti. ğuz Atay, Aralık 1977’de aramızdan ayrıldığında, henüz 43 yaşındaydı. Ölümünün üzerinden geçen 29 yılda, bir zamanlar yaşamış, üzerine çok düşünmüş ve yazmış olduğu ülkesinde hemen hiçbir şey değişmedi. Ülkesinin kendini bir türlü dinletemediği, duyuramadığı “canım insanlar”ı, bütün o yıllar boyunca yollarına belki daha bir sağırlaşarak ve körleşerek devam ettiler. O, bunu hep görmüştü. 7 Kasım 1970 tarihinde günlüğüne yazmış olduklarını bir kez daha okuyalım: “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. –Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Oğuz Atay ve Bir Hüzünlü Ülke... zılışlarının üzerinden tam 36 yıl geçtikten sonra, bazı sorular da soralım: Bu yazılanlar açısından, ne değişti? Yarım yamalaklığımızı bir yana bıraktık mı örneğin? Ya da “olayları ve dünyayı mucizelere bağlı bir şekilde” yorumlamaktan vazgeçebildik mi? Bütün o yıllar boyunca geride bıraktığımız yollar, bize trajedilerimizin farkına varmayı sağlayabilecek bir bilinç kazandırdı mı? Trajedilerimizi komedi, komedilerimizi de trajedi gibi yaşamaktan uzaklaşıp, yaşamlarımıza trajikomik bir hesaplaşmanın ciddiyetini kazandırabildik mi? Sadece “kötü yaşantıyı dile getirme”nin asla ciddi bir “muhalefet” sayılamayacağının, asıl muhalif duruşun, tarih bilincinin ve sürekli bilme çabasının rehberliğindeki bir eleştirel bakışla gerçekleşebileceğinin farkına varabildik mi? “Ayrıca, bir trajedinin içinde oldu O aydınlar da, sosyal birtakım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boş kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak’ olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile, ‘muhalefet yaptıklarını’ sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir ‘mış gibi yapmak’ tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya.. mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve Batı’ya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz…” Bu satırları okumakla kalmayıp, ya ğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar…” Bundan önceki paragrafta sıraladığım tüm soruların yanıtları, sanırım Oğuz Atay’ın alıntıladığım bu son saptamasında gizli: Bir büyük trajedinin içinde yaşayıp onun farkında olmamak. Antikçağ Yunan dünyasında sanatsal temellerine kavuşan trajik düşünce, insanoğlunu tanrılar ve kader çizgisinden ayrılamadığı için trajik kılmıştı. Shakespeare ile tarih sahnesine gelen modern trajik insan, trajikliğinin, başka deyişle çıkışsızlıklarının kendi iç çelişkilerinden kaynaklandığının bilincindeydi. Toplumsallaşmanın ve toplumsal devinimlerin olağanüstü ivme kazandığı yirminci yüzyıl ise bireyin geniş ölçüde çökertilmesiyle birlikte, dünyayı ve yaşamı algılama bağlamında üçüncü bir türün ortaya çıkmasını sağladı: Trajik olan, ama trajikliğinin bilincine çoğu kez bir ömür boyu varamadan yaşayıp(!) giden insan. Yani: Hazin insan! ahmetcemal@superonline. com [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle