08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 22 ARALIK 2006 CUMA Devrim Tarihinden Sınıfta Kalmak lkemizde son on yılda Kemalizm karşıtlığında, “türban” konusunda, ordu düşmanlığında ve Kürt sorunu ile ilgili tartışmalarda tam bir uyum içinde benzer görüşler öne süren neoliberal öğretim üyesi ve köşe yazarlarının sayısı bir hayli çoğaldı. Neoliberalizmin Türkiye’deki bu uzantıları, ortak payda olarak gördükleri konularda hemen iş ve güçbirliği yapıyorlar. Halkımız hem öğretim üyesi hem de Zaman gazetesi yazarlığı sıfatını taşıyan bir neoliberal örnek olarak, Prof. Dr. Atilla Yayla ile geçen günlerde yakından tanıştı. Prof. Yayla, kimi köşe yazarlarımızca “düşünce ve ifade özgürlüğü çiğnenmiş, mağdur ve mazlum biri” olarak desteklendi. Hatta İnsan Hakları Derneği, MazlumDer, Helsinki Yurttaşlar ve İnsan Hakları Girişim Derneği, Yayla ile birlikte ve onu desteklemek amacıyla bir basın toplantısı düzenledi. Bu basın toplantısında Yayla’nın “ifade özgürlüğüne darbe indirildiği, düşüncelerini açıklama hakkının çiğnendiği” türünden söylemlerle karşılaştık. Ama Yayla olayında düşünce özgürlüğü savunmanlığına soyunan bu dernekler nedense Muazzez İlmiye Çığ davasında hiç ortaya çıkmamışlardı. Üstelik Prof. Dr. Atilla Yayla, yukarıda söz konusu edilen her dört kategoride de ilginç görüşlerini (!) , düşüncelerini, açıklama hakkı ve ifade özgürlüğü çiğnenmeden, her platformda doyasıya seslendirmiş biri... Yoğun tartışmalara neden olan İzmir toplantısında söylediklerini bir yana bırakıp örneğin Mustafa Kemal Atatürk dönemine ve “Kemalizm”e ilişkin neler yazmış olduğuna ve yabancı basınla ne tür röportajlar yaptığına yakından baktığımız zaman, çiğnendiği söylenen “düşünce ve ifade özgürlüğünü” ne denli özgürce (!) kullandığına tanık oluyoruz. Örneğin, Yayla’ya göre, “Atatürk zamanında demokrasi yoktu ve Atatürk halk tarafından seçilmemişti. Cumhuriyetin kurucusu da, sahibi de halktı. Türkiye Cumhuriyeti’ni ordu değil, sivillerden ve politikacılardan müteşekkil Türkiye Büyük Millet Meclisi kurmuştu. Bu nedenle, 1923’ten 1950’ye kadar olan dönem tek parti diktatörlüğü olup çok düşük yaşam standartları yüzünden halkı ezmiş olan bir dönemdi. Türkiye’nin demokratik gelişme dönemi ise 1950’de başlayan ve ba PENCERE Harem Çankaya’ya mı Çıkıyor?.. emalizm ya da Atatürkçülük tarihte ve günümüzde ne anlama geliyor?.. Andreas B. Schwarz dünyaca tanınmış Roma ve Medeni Hukuk Profesörüdür. Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınmış, uzun yıllar İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Schwarz “Aile Hukuku” adlı kitabında (İstanbul Üniversitesi Yayınları, sayfa 33) şöyle yazıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nde evlilik hukuku sahasındaki tekâmülün ne muazzam bir inkılap olduğunu (kitabımızdaki) açıklamalarımız gösteriyor. Belki de tarihte bu kadar kudretli ve köklü bir tekâmül daha yoktur. Dini evlilik hukukundan laik evlilik hukukuna geçildi. Mecburi medeni evlenme kabul edildi. Çok evliliğin (poligaminin) yerine tek evlilik (monogami) ikame olundu. Karı kocanın eşitliği tahakkuk ettirildi.” ? Bir yandan AB’ye yamanmak isterken, bir yandan takıyyeci iktidara yaranmak isteyip bilinçsizce Kemalizm’e çatanlara sormak gerekiyor: Kemalizm olmasaydı, Türkiye çağdaş laik hukuku benimsemeseydi, AB’nin kapısını nasıl çalacaktık?.. Avrupa’da Hıristiyan, Türkiye’de İslam hukukları kaldırılarak iki dünya arasında bugünkü yakınlaşma sağlanabilmiştir... Avrupa’da kilise, Türkiye’de cami hukuku geçerli olsaydı, her iki yanda da evlilik kurumu dinsel yasalara bağlı kalacaktı... Ve Türkiye’de harem geçerli olacaktı... ? Muhalefete bozulan Başbakan Erdoğan’ın evlilik ve kadına ilişkin öfkeli açıklamaları gazetelerde yayımlandı: “ Haremimize varıncaya kadar girdiler..” “ Haremimizin, eşlerimizin giyim kuşamına varıncaya kadar konuştular..” “ Sen kendi haremine sahip çık..” “ Bizi de bırak da kendi haremimizde demokrasi, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü gereği içerisinde bunu yapalım...” RTE’nin kafası nasıl çalışıyor?.. Her şeyden önce RTE şu gerçeği öğrenmelidir: Ne demokraside harem olur... Ne haremde demokrasi olur... Harem sözcüğü insan haklarının olmadığı yerde geçerli kültürün ürünüdür... Harem ‘kadın’ anlamında da ‘yer’ anlamında da eşitliğin ve özgürlüğün çok dışında ve uzağında kalır... 1926 tarihli Medeni Kanun’un aile kitabından çok önceki şeriatçı aile kukukunun kültürüyle konuşuyor Recep Tayyip... Kadının eşitsizliği, hürriyetsizliği, insan haklarından yoksunluğu türbanlaşıp beynini sarmış... ? Anlaşılıyor ki Başbakanlık Konutu yetmedi, Erdoğan haremini Çankaya’ya taşıyacak... Atatürk’ün Çankaya’sına RTE’nin haremi konuşlanacak... Peki, bütün Türkiye’deki kadınlar harem mi?.. Türk kadını harem mi?.. Yoksa insan mı?.. Önümüzdeki günlerde bu sorunun kesin yanıtı verilmelidir. OKTAY AKBAL Ü Prof. Dr. Necla ARAT şarı diye adlandırılacak ne varsa gerçekleştirmiş olan dönemdi”. Kısacası, “bu iki dönem, birbirinin tersi/panzehiri idi”. Yayla’ya göre, Atatürk döneminde “medeniyetin birçok değer ve kurumları yer almadığı için Kemalizm, medenileştirici bir süreç olarak görülemez. Çünkü medeniyet bir şeyi yapmaksa (yani do etmek), Kemalizm onu yapmamak (yani undo etmek) anlamına gelmektedir”. Yayla, demokrasiyi de “Kemalist mirasın reddi” olarak tanımlamakta ve Kemalizmin liberalizm ya da sosyalizm türünden bir ideoloji olmayıp bir “din” olduğunu öne sürmektedir. Yayla’ya göre, “Kemalizmin bir din olması, onunla mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Kemalistler de bu dinin müritleri oldukları için onlarla rasyonel hiçbir tartışma yapılamamaktadır”. Yayla, yerine getirilmesi gereken görevi “Kemalizmin ideolojik temellerini yıkmak” olarak belirlemekte ve bu görev başarıldığı takdirde Türkiye’nin on beşyirmi yıl içinde, hem ekonomik hem de siyasal anlamda, bölgenin en gelişmiş ülkelerinden biri olacağına kesin gözüyle bakmaktadır. Çünkü ona göre, ekonomik açıdan gerilik ve yoksulluğumuzun nedeni, Kemalizm ile özgürlüklerin kısıtlanmış olmasıdır. Bu durum, devletin toplumsal, siyasal, ekonomik, ideolojik, dinsel her yönden topluma egemen olmasının sonucudur. Yayla, ayrıca demokratik olan siyasal erk ile bürokrasi arasında çatışma olduğunu öne sürmektedir. Bürokrasinin demokrasiye tolerans gösterdiğini, ama sınırlar da koyduğunu söylemekte, bürokrasinin temelinde ise orduyu görmektedir. Ordunun Türkiye’deki pozisyonunun dünyada bir başka benzeri bulunmadığını; generallerin siyasetçileri sevmediklerini ve bölücüayrılıkçılık ile köktendinci dinsel gruplar türünden problemleri kendi güç ve etkilerini artırmak için kullandıklarını vurgulamaktadır. Yayla, bu görüşlerini hiçbir yasaklamaya maruz kalmadan, hiç korkusuz ve tehditsiz, yıllardır çeşitli platformlarda seslendirmektedir. O, Türkiye’de “Kemalizme meydan okuyan kendisi gibi insanlar ve gruplar” bulunduğundan söz etmekte, ama “Kemalist kurumları bir türlü etkileyemediklerinden” de yakınmaktadır. İşte bu nedenle, ona göre, “reformların yapılabilmesi için dış baskıya gereksinmemiz vardır ve gerek AB’nin gerekse ABD’nin baskıları çok yararlıdır”. Yayla, kendisinin de Türkiye’nin AB üyeliğini siyasal nedenlerle desteklediğini söylemektedir. Çünkü güçlü bir baskı kaynağı olan AB’nin, örneğin ordunun sivil otorite tarafından denetlenmesine ilişkin yasa ile daha nice yasanın TBMM’den geçmesinde başrolü oynadığına inanmaktadır. Yayla, bir “AB muhibbi” ve “dışgüçler işbirlikçisi” olarak bütün bu söylemleri ile kendisine yakışan görüşler öne sürmüştür. Ancak kendisini liberal düşüncenin sözcüsü olarak gördüğü halde, bir ulusun özerkliğini paranteze alıp dış baskılardan medet umması ve de reform yasalarının Meclis’in özgür istenç ve seçimi yerine, AB ve ABD’nin “yararlı baskıları sonucu” kabul edilmelerine sevinmesi, liberal düşünce açısından utanç verici bir durumdur. Kendisi gibi insanların ve grupların Kemalist kurumları (özellikle de Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni) etkileyememelerinden duyduğu rahatsızlık ise “medenileştirici bir süreç değil de medeniyet çözücü bir süreç” olduğunu söylediği Kemalist Cumhuriyet’in ne denli sağlam kurumsal temeller üzerine dayandığının somut kanıtıdır. Kemalist Cumhuriyet, tam bağımsızlığı öne çıkarıp emperyalizme karşı direndiği, ulusdevleti sağlam temeller üstünde kurumlaştırdığı, laikliği kabul edip demokrasiye yöneldiği, sivil hak ve özgürlüklerin önündeki yüzlerce yıllık engelleri laik hukuk güvencesinde ortadan kaldırdığı için Yayla’nın görüşlerinin tersine “görkemli işleri başarmış olan medenileştirici bir süreçtir”. Şimdi bu süreci “çözmeye” ya da “bozmaya” çalışan iç ve dış güçlerin ise kimlerden oluştuğunu Türk halkı çok iyi bilmektedir. Sonuç olarak: Prof. Dr. Atilla Yayla, devrim tarihinden de siyaset biliminden de sınıfta kalmıştır. Eskimeden Yeni Kalmak! ir şiir okursunuz, bir öykü okursunuz. On yıl, yirmi yıl önce de okumuştunuz o şiiri, o öyküyü... Yepyenidir, taptaze duygular, düşünler, sevgilerle doludur. Bugün yazılmış gibidir! Gerçek sanat yapıtları öyledir, eskimezler, zamanı aşarlar! İnsanla birlikte yaşlanmazlar! Geçmiş yüzyılların kişileri de bugününkülerle aynı çizgide birleşmiş gibi olurlar... Geçmiş yazılarımı biriktiren dosyaları masaya döktüm. Çok eskileri değil, son beşon yılınkileri... Ellili, altmışlı, yetmişli yazılar elimin altında değil, bir eski dolabın içinde karmakarışık durmaktalar. İçlerindeki birçok yazıyı kitaplaştırmışım... Masamın üstüne dökülenler, son yıllarınkiler... Bilmem farkında mısınız? Ben, ara sıra eski yazılarımı yeni yazılarmış gibi sizlere sunuyorum... Kimileri de yapar bunu “yirmi yılotuz yıl önceki” diye ekler! Ben bunu yapmıyorum. Bakıyorum, o yazı yepyeni, yazılışıyla değil yalnız, içeriğiyle de yepyeni. Şimdi otursam aynı yazıyı yazmış olacağım bir daha!.. Yarım yüzyıllık köşe yazarlığımda neler gördüm, neler yaşadım, neler yazdım? Menderes, 27 Mayıs, İnönü, Demirel, Ecevit, Kenan Paşa, Özal derken Tayyip dönemleri!.. Al, on yıl önceki yazıyı bugüne getir! Belki ikiüç sözcüğü, ikiüç politikacının adını değiştir, sorun kalmasın... Okuru aldatmak istemem. Elli yıllık bir gazete yazarlığı değil yalnız sorumlu tutulacağım, sorumlu olduğum! Daha önceki, 1940’lardan başlayan edebiyatçılık yıllarının yüklendiği yazar sorumluluğu da var. Böyle bir insan otuzundakırkında yazdığını, yetmişindensekseninden sonra hiçbir satırını bozmadan okuruna sunarsa, sunmak zorunda kalırsa, kalmışsa!.. Sorular sormuşuz, yanıtlar beklemişiz! Gerçekleri ortaya dökmüşüz! Gözlenenleri ortaya çıkarmak istemişiz. Bir uygarlık devrimi olan Atatürkçü atılımları boyuna dile getirmişiz. Bir büyük aydınlıkta tüm ulusça bir araya gelmek, getirmek istemişiz.... Bugünü yarınlara, yarınları da daha ileri günlere tam bir güvenle, eşitlikle taşımak çabasını yaygınlaştırmayı özlemişiz!.. Gelmişiz iki binli yıllara, yeniden çıkmazlara saplanmışız. Türk olmanın önemini, çağdaşlığın yerini, gerçek bir insan olmanın, insanca yaşamanın kaçınılmazlığını yaza yaza bugünleri bulmuşuz... Yeni şeyler düşünmek, bulmak, yaşamak, yaşatmak saymışız yazarın işini, görevini! Ama olmamış, olmuyor, olmayacak... Kim önlüyor, kim tutuyor elini diye sorar mısınız bir de? Kendime soruyorum, masaya yığılmış eski gazete parçacıklarını, yüzlerce “Evet Hayır”ı karıştırarak... Demokrasiyi, anayasayı, özgürlüğü, yurttaşlığın anlamını savunmak, duyurmak... Gerektiğinde en ağır eleştirileri yapmaktan kaçmamak; adalet önüne çıkmayı, yanlış yasaların kurbanı olmayı, gerektiğinde nice arkadaşım gibi hücrelere kapatılmayı göze alarak... Evet, sizlere ara sıra geçmiş yılların yazılarını sunuyorum. Kaçınız anlıyor, bilmiyorum. Nasıl anlayacaksınız ki, konular, kişiler, sorunlar aynı, Dıranas’ın bir dizesindeki gibi “aynı aynı aynı”... Bu yazıyı şimdi yazdım. Ama geçmiş yıllarda da bu yazının tıpatıp benzerini yazmış olabilirim.... Bilmem sizlerden özür dilemem mi gerekiyor? B K Atatürk ve Devrilen Putlar asınımız, 10 Kasım’larda Atatürk’ü ağlamaklı manşetlerden kurtaralı epey zaman oldu. 2025 yıldır “Ata’yı Saygıyla Anıyoruz” gibi başlıklarda karar kılmış gibidir medya... Bu bir olgunluktur. Normal ve makul olan da odur. Ağıtlı yıldönümleri sonsuza kadar süremezdi. “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır” diyen o büyük insan bu gerçeği çok iyi biliyordu. Duygulu bir topluma, kendi ölümünün de başkalarının ölümünden farklı olamayacağını anımsatmak istiyordu. “Marazi” duygusallık, başını göğsünü göverek yas tutan kimi Doğulu toplumların geleneğidir, Türkiye Cumhuriyeti’nin değil. Bu satırları yazarken ve “basınımız” derken, Osmanlıca medyayı bunun dışında tutanlara hak veriyorum, ama “Onların etekleri zil çalıyordur” demek de istemiyorum. Onun yerine, o Cumhuriyet çocuklarını da biraz olsun düşünmeye çağırıyorum; zahmet olmazsa!.. Kendi öğrencilik yıllarından başlayarak, yüzünü gerçekçi medeni dünyaya çeviren Mustafa Kemal, sorunları Cumhuriyet’i kurarken, içinde bulunduğu toplumun Doğu’nun sarsak romantizminden, sağlıksız hayalciliğinden kurtarmak istiyordu. Yas tutmak, mutlaka sevgi ölçüsü veya ifadesi değildir. Pekâlâ sahtekârlık da olabilir. Bazı toplumlarda parayla yas tutturulduğu gibi... Atatürk’ün ölümünün ardından ve onu takip eden yıllarda bir yas edebiyatı doğmuştu, ama o zamanın edebiyatında içtenlik payı büyüktü. Ve o günlerin edebiyatçıları, Bağımsızlık Savaşı’nı bütün ger B NEVZAT YALÇIN çekleriyle gören ve yaşayan bir kuşaktı. Ama yıllar geçtikçe ve tutulan yasın ne denli faydasız olduğu bilinçaltına yerleştikçe duyguların yerini mantık ölçüleri aldı. Bu, yas edebiyatının sonu demekti. Onun yerine, yeteri kadar olmasa da Atatürk’ü anlatan ve genç nesillere tanıtan kitaplar yazılmaya başlandı. Bilim ve sanat kuruluşlarına Ata’nın adı verildi. Sempozyumlar, seminerler düzenlendi ve bunlar kadar önemli bir şey daha oldu; bütün eski hesaplarına ve alerjilerine rağmen Batı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun yüzüncü doğum yıldönümü olan 1981’i Atatürk Yılı olarak kabul etti. Yabancı ülkelerde de ona dair kitaplar yazıldı ve çağların ender yetiştirdiği o çok cepheli Türk, aynı zamanda insanlığın malı oldu. Atatürk’e “put” diyen ucuz siyasilerin, geriye doğru “çağ atlama”larla ödün verenlerin, Atatürk hayranlarını rahatsız ettiği şüphesizdir. Ama bizce maya çoktan tutmuş ve Türk toplumu “Padişahımız Efendimiz” çağının tozundan, pasından silkinmiştir. Ülkeyi yönetenlerin Atatürk’ü ve onun getirdiği uygarlık cumhuriyetini sevmedikleri kuşkusuzdur, ama yoluna başkoyduğumuz demokrasinin, özgürlük denen “nâzenin”in cilveleridir bunlar. Kaldı ki “Atarlar sengi dırahtı meyvadar üzre” (Tariz taşını meyveli ağaca atarlar) sözü doğrudur. Atatürk, meyve yüklü dalları yere değen bir “ağaç”tı. 10 Kasım’larda, Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nu kendi sesinden dinlerim. Her dinleyişte “medeni milletler yarışı”nda bir yerlere varabilmek için onu anlamaya mecbur ve mahkum olduğumuzu teslim etmekten kendimi alamam. O, köhnemiş bir imparatorluğun enkazı üzerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve mazlum milletlere de özgürlük bayrağını açtırandı. Halkıyla ağlayan, halkıyla gülendi. Ya tahta başına geçip, ona cehaletten kurtulmanın anahtarını veren öğretmendi. Ama bir put değildi Atatürk. Put yerine konmayı da hiçbir zaman istemedi. Oysa kendi çağı bir putlar çağıydı. Mussolini, Hitler, Stalin ve diğerleri...Bu putların hepsi belleklerde kan ve gözyaşı bırakarak devrildiler. Yetmiş yıl dünyayı sarsan Lenin yedi günde devrilip gitti. Atatürk kaldı. Devrilmeyen bir fenomen... Konuşarak, yazarak, tartışarak bitiremeyeceğimiz bir konudur Atatürk. Bunu yeterince yapmadığımız içindir ki, Cumhuriyet, sapmalar ve tökezlemelerle seksen yılda çokça zaman kaybetti. Buna rağmen, bugün ayakta durabiliyorsak, geçirdiğimiz sorunlara karşın ileriye umutla bakabiliyorsak, bu Atatürk’ün attığı temelin sağlamlığındandır. Gazetenin notu: Bu yazıyı bir aylık gecikmeyle sunuyoruz. Ama bu gecikme, zamanın sonsuzluğu içinde nedir ki? Ata’mız yüreklerimizde var oldukça... Böyle Demokrasi Olmaz emokrasi sözcüğünü ağzımızdan düşürmüyoruz. Ancak hemen soralım: Türkiye’de demokrasi var mı? Yanıtı açık: “Yok”. Zaten var olduğu sanılanı da İlhan Selçuk “cici demokrasi” olarak tanımlıyor. Yani yönetenlerin istediği türden, istediği kadar sulandırılmış, göstermelik, sözümona demokrasi. Aşağıda sıraladığım dört engel giderilmedikçe bir ülkede demokrasiden söz edilemeyeceği açıktır. 1. Halkın oylarının Meclis’e eksiksiz yansımasını sağlayacak bir seçim yasası yoksa, 2. Siyasi partiler yasasının kendisi demokratik değilse, 3. Partilerin hesaplarında, gelir ve giderlerinde kayıt dışılık varsa, 4. Milletvekili dokunulmazlıklarına dokunulamıyorsa ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Yukarıdaki maddelerin Türkiye’deki durumunu sırasıyla irdeleyelim: Halkın oylarının TBMM’ye yansımadığı açık. 3 Kasım 2002 milletvekili seçimlerinde kullanılan oyların üçte birini alan AKP, Meclis’teki koltukların üçte ikisine sahip oldu. Barajın yüzde 10 olması nedeniyle, kullanılmış olan oyların yaklaşık yarısı (yüzde 47) Meclis aritmetiğine yansımadı ve çöpe gitti. Kısacası, bugün TBMM halkın oylarını temsil etmiyor. Aynı tutarsız durum, yerel yönetimlerde yaşanıyor. Tek dereceli seçim sistemi nedeniyle çok düşük oy oranıyla belediye başkanları seçilebiliyor. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’a belediye başkanı seçilirken aldığı oy oranı yalnızca yüzde 25’ti; oyların yüzde 75’i çöpe gitmişti. Durum başka şehirlerde de farklı olmadı. Genelde, bir tek kişinin seçileceği durumlarda iki turlu seçim ve yüz D Doğan HASOL de ellinin üzerinde oy esastır. Bugün bizde yürürlükte olan ve halkın iradesini yansıtmayan böyle bir seçim sisteminin demokrasiye uygun olduğunu kim söyleyebilir? ca, ekonomideki kayıt dışılığa da niçin göz yumulduğu daha kolay anlaşılabilir. Gelelim dokunulmazlığa… Aslında, siyasal görüşlerini rahatça açıklayabilmeleri için getirilmiş olan milletvekili dokunulmazlığı bugün çok anlamsızdır; ancak milletvekillerini, neredeyse bütün suçlardan koruyacak bir zırha dönüştürülmüştür: Zimmet, sahtecilik, hakaret, yasalara muhalefet vb… AKP iktidarı seçimler öncesinde, dokunulmazlıkların kaldırılacağı yolunda verdiği sözleri unutmuş görünüyor; geçen dört yılda bu çarpıklığı düzeltme konusunda hiçbir girişimi olmadı. Gazetelerin yazdığına göre 218 milletvekili hakkında dokunulmazlık dosyası bulunuyor. Birçok bakan ve milletvekilinin umulandan daha çok sayıda suç dosyasının bulunması, AKP’nin bu konuda adım atmasını ve verdiği sözü tutmasını engellemiş olmalı. Sonuç:Türkiye’de bunlar düzeltilmeden demokrasi olamaz. Bir an önce, Seçim Yasası’nın ve Siyasal Partiler Yasası’nın demokrasi şablonuna uygun hale getirilmesi, partilerin gelirgider hesaplarının saydamlaştırılması ve milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması gerekiyor. Bütün bu konular demokrasi standartlarına getirilmedikçe bu ülkede demokrasi vardır denilemez. Bir de sormak gerekiyor: Avrupa Birliği’nin bu kamburların düzeltilmesini istediğini duydunuz mu hiç? Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarını sözümona Batı standartları düzenine getirmek üzere her türlü baskıyı uygulayan, hatta bu amaçla Ceza Yasası’nın bir maddesiyle bile uğraşan AB, yukarıda sıraladığım demokrasinin vazgeçilmezleri konusunu niçin aklına getirip hükümete anımsatmıyor dersiniz? KURALLARI BAŞKAN KOYUYOR Siyasi Partiler Yasası’na gelince… Başkan sultası getiren bu yasanın kendisi demokratik değil. Uygulanan sistemde, bir kez seçilen başkan hiç gitmiyor, çünkü mevkileri kendisi dağıtıyor, milletvekili adaylarını kendisi belirliyor. Kuralları koyan da başkan, oyunu oynayan da… Bu yalnızca, en sık tartışılan CHP’de değil, bütün partilerde böyle. Bir kez seçilen başkan ömür boyu seçilmiş gibi oluyor. Partilerde liderbaşkan diktatörlüğü var. 1980 askeri darbesi sonrasında Meclis’i ve hükümeti 5 generalin belirlediğinden yakınırdık; bugün Meclis’i de, hükümeti de, hatta gücü yeterse cumhurbaşkanını bile bir tek kişi, iktidara gelmiş partinin başkanı belirliyor. İşte, bu da demokrasi… Yıllar önce bir görüşmemizde ünlü siyasetçi Kemal Satır şunları söylemişti: “Siyasal partilerin kurtuluşu, başlarındaki kişilerin lider değil de başkan konumuna getirilmesine bağlıdır. ” Partilerin gelir ve giderleri belli değildir. Hazine’den sağlanan desteğin dışındaki gelirler genelde kayıt dışıdır. Bu nedenle partilerin hangi kaynaklardan, ne karşılığı olarak gelir sağladıkları; sağladıkları paraları nerelere hangi amaçlarla harcadıkları bilinmiyor. Batı demokrasilerinde parti hesapları saydamdır; bizde gizlidir ve denetim dışıdır. Siyasal partilerdeki durum bu olun CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle