08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 ARALIK 2006 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Osmanlı’da sorun çözmek Erdoğan AYDIN C Tebrikler... 13 P apa Benedikt’in ziyaret edip kıyama durduğu Sultanahmet camisi, İslam mimarisinin en gelişkin ve ince örneği olmak yanında, aynı zamanda Osmanlı egemenliğinin, Celali sorununun tasfiyesi üzerine inşa edilen bir zafer sembolü gibidir. Caminin 1609’da başlayacak olan temel atma töreni, Veziri Azam Kuyucu Murat Paşa’nın, son Celali isyanı Kalenderoğlu’nu 1608’de ezip İstanbul’a geri dönüşü sonrasında gerçekleşecektir. Aynı yıl Kâbe’nin yenilenen örtüleri Mekke’ye yollanacak ve ardından Kuyucu Murat, ertelenen İran seferine çıkacaktır. Gerçekte bölgede bir camiye gereksinim yoktur. Koca Ayasofya ortada durmaktadır. Osmanlı bütçesi de böylesi devasa bir harcamayı kaldıracak durumda değildir. Üstelik Saray ve iyice yozlaşmış olan bürokrasinin devasa boyutlara ulaşan harcamaları, neredeyse yüzyıldır sürmekte olan isyanların temel nedenlerinden biridir. Buna rağmen Saray israflarını azaltacak bir bütçe disiplini kaygısı duymamaktadır. Tam tersine devasa israfı karşılamak üzere iç sömürüyü arttırmakta, artan yoksullukla yükselen Anadolu’nun çığlığını ise kıyımla ezme yoluna gitmektedir. İşte böylesi koşullarda halkına karşı yeni bir zafer kazanmış olan Saray, toplumsal ve dinsel gereksinimden uzak despot keyfiliğiyle Caminin inşasına başlayacaktır. Bölge saray bölgesi olduğundan, Camiye arazi yaratmak için bile bir dizi istimlak, yıkım ve yüklü ödemeler yapmak gerekecektir. Kuşkusuz caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa’nın ortaya çıkaracağı eser olağanüstü bir güzelliği temsil etmektedir. Ancak bu güzelliğin arka planında kuyulara doldurulan yüzbinlerin kanı, yoksulluğu, sürgünü, acısı olduğu gerçeği de özellikle anımsatılmak zorunda. Resmi tarihçilerin 8 Ekim 1609’daki temel atma törenine dair çizdikleri parıltılı sahnenin gizlenen arka planında, Kuyucu Murat Paşa’nın korkunç zulmüyle üzerinden geçtiği Anadolu’nun yıkım ve acıları tütmektedir. cümlesinden pak eylediler. O karanlık ömürlü yıkılmışların, uğursuz vücutları kırılarak, uğursuz başları siyaset kılıcı ile katlolundu” (Solakzade Tarihi, c.II, s.459). Peçevi İbrahim Efendi ise; “İslam gazileri bir çok haini yakaladılar. Bunları serdara getirip değerli ödüller aldılar. Ondan sonra eşsiz vezir kuyular kazdırdı ve getirilen melunları bu kuyuların başına çökerterek birer birer boyunlarını vurdurdu. Böylece her gün biriki kuyu dolardı. Ve yeni bir kuyu daha kazılması gerekirdi. Sonunda Murat Paşa’ya ‘Kuyucu Koca’ lakabı verildi. Bu takma adla dünyaya velvele vererek, yalnız Celali adını taşıyanları değil, belki onları yedirip içirenlere ve komşularına bile korku salmıştı” (Peçevi Tarihi, c.II, s.316). devamla; eşkıyalıkla itham edilenlerin “bir takım zavallılar ve ekserisi masumdur” diye yazar. Halka karşı gerçekleştirilen bu toplu kıyımda ‘masumiyet’ tartışmasının yanlışlığı bir yana, öldürülen insanların büyük çoğunluğunun yakalandıktan sonra katledildiği gerçeği durumun vahametini daha da arttırmaktadır. Eşkıyalığa son vermek kılıfıyla yürütülen bu katliamlar, Pir Sultan’ın, “bir taş oynamasın yerli yerinden / duysun canlar deyu bizi asarlar” saptamasıyla da örtüşür. Peçevi, Kuyucu Murat Paşa’yı, “Bu ol veziri azamdır ki, memaliki Ali Osman’ı eşkıyadan temizlemiştir. Saltanatın namusunu korumakta kesin kararlı idi. Celali diye adı çıkan kimsenin ‘Cuhud, imana gelmez / merdi mülhid tövbekar olmaz!’ dizesinin anlamına uygun olarak, ne imanına, ne Müslümanlığına, ne de tövbesine kesinlikle güvenmezdi. Ölümden gayrı bir araçla onun doğru yola getirilebileceğine inanmazdı!” şeklinde anlatmaktadır (age., s.313). İşte bu korkunç kıyımda, “ kesilen başların ve kuyulara atılan cesetlerin listelerine göre bu ederim!” (Naima Tarihi, s.575) Hammer’in betimlemesiyle Murat Paşa, kan dökücülüğü yanında aynı zamanda Nakşibendi tarikatına mensup olup, haftada bir Kur’an hatmeden, Ramazan dışı özel günlerde de oruç tutan oldukça dindar bir bürokrattır. “Naima, Hoca Ahmet Yesevi’nin ‘içi Musa gerek, dışı Fravun’ vecizesini Murat Paşa’ya tatbik ile, onun fazlaca adam öldürmesine rağmen Nakşibendi tarikatına mensubiyetine işaretle, iç âleminde Allah’a müteveccih bulunduğunu kaydeylemektedir” (M. Cezar) Özetle vahşetin en canlı anlatıcılarından olan Naima, Kuyucu’yu, aynı zamanda şeri mantaliteyle savunur: “..eşkıyaların istisallerinde (kökünün kurutulmasında) mübalağa etmekle bazı kısa görüşlüler cenabı âlilerine (Murat Paşa’ya) ta’ân edip (sövüp) kan dökmeye haris ve merhametsizdir derlerdi. Bu itiraz tamamen garez ehlinin vesvesesinden ibarettir. Aslında şer’an (şeriata göre) ve aklen bir bölük katli vacip mel’unları mehvetmekle şer’i ve Peygamberimizin sünnetini ihya Fasadın kökünü kesmek! I. Ahmet KUYU GEÇİRMEK ANADOLU’NUN BAŞINA I. Ahmet, 1603’te padişah olduğunda henüz 14 yaşındadır. Bu sırada Anadolu, II. Beyazıt döneminden başlayarak gelen, biri bastırıldıkça diğeri başlayan Türkmen ayaklanmalarıyla bir yangın yeri durumundadır. Birinci aşamada Kızılbaş, ikinci aşamada Celali olarak süregelen bu ayaklanmalar zincirinin köklü bir şekilde bastırılması, sadrazamlık görevi ile birlikte Hırvat kökenli devşirme Murat Paşa’ya verilecektir. 1606’da Murat Paşa’ya gönderdiği yazıda, “göreyim seni –diye yazacaktır I. Ahmether işe dikkatle ve var gücünle sarılasın ve padişah uğrunda bütün varlığınla çalışasın!” İşte bu emir ve iltifatlarla göreve başlayan Murat Paşa, 16071609 tarihleri arasında, baştan sona bir vahşet örneği olan Anadolu seferine başlayacaktır. Bu ezme ve imha seferine Murat Paşa olarak başlayacak, Kuyucu Murat Paşa olarak bitirecektir... Karşısına çıkan direnişleri yendiği her seferinde sağ kalanları, ardından da yataklık yaptığını düşündüğü bölge insanlarını kuyulara doldurup, kesilen başlarından tepe yapma yoluna gidecektir. Bu korkunç uygulama Naima Tarihinde şöyle yer alacaktır: “O gün, gün batımına kadar kesilmiş düşman başlarından, defterlerle adetleri zaptedilen, yirmialtı bin kellei büride (kesik baş) pişgâhı serdarı behram (kudretli serdarın önüne) getürülüp otağı zernitak (altın kuşaklı otağ) önünde püştevar (tepe halinde) yığıldı. Yirmi neferden fazla cellatlar, darbı rikabdan (ense vurmaktan) dinlenmeyip güruh güruh getirilen eşkiyaların kellelerini kat’ederlerdi” (Naima Tarihi, c.I, s.548) Solakzade’nin anlatımı ise şöyle: “Parlak kılıcının tantanası ile Osmanlı memleketinin sahifelerini u katliam sırasında yaşanan bir olay, kesilen bu onbinlerce baştan daha dramatiktir. Kapıkulunun bu seçkin temsilcisinin tavrını Naima’dan dinleyelim: “Muvaffak olduktan sonra otağında sandalı üzerinde karar edip kuyular kazdırıp giriftarları kılıçtan geçürüp ol kuyulara doldurdu. Eşkıya çetelerinden ol nice kuyular malamal (dopdolu) etmekle halk lisanında namı ‘Kuyucu Murat Paşa’ demekle şöhret buldu. Hatta birgün pişgahı otakta iskemle üzerine oturup harfolunan (kazılan) bi’re (kuyuya) gelen adamları katlettirip doldurmağla meşgul idi: “O sırada gördü. Halk arasında bir atlı sipahi, bir sabiyi (çocuğu) kenduye redif edip (ardından getirip) göçüp gider. Paşa emreyledi, varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna getirdüler. Oğlancuğa: ‘Sen ne Kuyucu yerdesin. Celali arasına Murat Paşa neden düştün?’ dedikte, sabi doğru söyleyip; ‘Falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğuna yanlarınca gezerdik’ dedi. ‘Baban ne idi?’ diye sordu. ‘Şeştar çalardı (6 telli mızraplı saz) ve onunla doyunuyordu’. “Veziri azam Murad Paşa başını sallayarak acı acı güldü; ‘Hay, celalileri şevke getürürdü’ deyip çocuğun katline işaret etti. İşaret üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat cellatlar; ‘Bu sabii masumu nice öldürelim?’ deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz yumdu. Murat Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğa merhamet edip istinkaf ettiklerini bildirdiklerinde Paşa; ‘Yeniçerilerden birisi öldürsün’ deyu buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine teklif olundukta, onlar dahi, sabiye bakıp, ‘Biz cellat mıyız, cellatlar dahi merhamet etti’ deyu kabul etmediklerinden ifrat derecede hiddetli vezir, kendi içoğlanlarına emretti ki sabiiyi öldüreler. Anlar dahi huzurunda dağılıp kabul etmediklerinden oğlancık meydanda kalıp, onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir, arkasından kürkünü bırakıp ve kalkıp, sabiyi kendi eliyle kuyunun kenarına götürüp, başını burup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya ilkaa etti. “Sonra yerine geçüp hazır olanlara hitap ile refi savt edip (sesini yükseltip); ‘Kalenderoğlu ve Kara Sait gibi eşkiya anasından at ve mızrak ile doğmadı. Hep böyle sabi idiler. … Bin terbiye olsa salah bulmayıp âkibet bu da bir bela olması olması mukarrerdir. Fasadın kökünü kesmek bu makulelerin birine merhamet olunmayıp izale etmek ile müyesser olur’ deyup sözüne nihayet verdi” (Naima Tarihi, c.II, s.576577) Dönemin padişahı I. Ahmet’e gelince, O da “baba” diye seslendiği kendi vezirini diğer paşalara karşı savunurken; “… ol bir gazi ve hacı ihtiyar ve kârgüzar vezirdir. Anadolu vilayetinde alakamız kalmamışken yeniden teshir etti. Bu denli celali askerine galip olup kırdı. Kahr ve tedbir ile bu kadar müfsitlerin hakkından gelip uğrumda can ve baş ile hizmet etti. (…) bir dahi anın hakkında söz söylemeğe rızam yoktur” (age., s. 612) diyecektir. B oel tatilinin yaklaştığı şu günlerde Brüksel’e iyimser bir kutlama havası hâkim. AB’nin elde ettiği şaşırtıcı başarılardan olsa gerek siyasetin üst düzeyinde bir minnetkarlık, teşekkür ve tebrik furyası var ki sormayın. Brüksel’de gelenektendir kameraların karşısına geçen her AB’li konuşmasına başlamadan önce bir kutlama serenadına girer. Komisyon, Konseyi, Konsey parlamentoyu, dönem başkanı bir AB liderini, AB lideri de Avrupa’yı kutlar. AB her dönem tebrik edilecek, başarılı bir oluşumdur?! ??? 1415 Aralık AB Doruğu da böylesi bir kutlamaya sahne oldu. Anımsatalım; AB geçen hafta yapılan AB Dışişleri Bakanları toplantısında Türkiye ile 8 başlıkta müzakereleri askıya almaya, diğer başlıkları kapamamaya, 2009’a kadar Ankara’nın Güney Kıbrıs’a limanlarını açmasına yönelik yükümlülüklerinin izleneceğine ilişkin üstü kapalı bir takvim getirilmesine, kısacası tüm sürecin Rumların iki dudağı arasına bırakılmasına karar verdi. Aynı hafta AB liderleri bundan sonraki genişleme sürecinde birliğin “hazmetme kapasitesinin” dikkate alınması gerektiğini, bundan sonra aday ülkelere yönelik “katı koşulluluk” ilkesinin benimseneceğini, aday ülkenin yanısıra AB’nin de genişlemeye hazır olması gerektiğini tüm Avrupa’ya duyurdular. AB kısaca genişlemeyi yavaşlattı. Bu kararın Türkiye kararıyla aynı haftaya gelmesi de AB’nin genel olarak genişlemeye bakışını kamuoyu gözünde bir güzel pekiştirmiş oldu. ??? AB’deki duruma bir göz atalım. Fransa ve Hollanda’da yapılan anayasa referandumlarıyla darbe yiyen AB projesi kendine çıkış yolu bulabilmek için “düşünme dönemi” yaşıyor. 1 Ocak 2007’de dönem başkanlığı görevini alacak olan Almanya’nın bu konuda somut çalışmaları hedeflemesine karşın AB yeni yılda üye olarak alacağı Bulgaristan ve Romanya ile Nice Antlaşması’nın sınırlarına gelmiş olacak. Bu antlaşmaya göre AB kurumları en fazla 27 üye ile işleyebilir. AB’nin kurumlarını yenileyecek ve yeni N üyeleri alabilecek yeni bir antlaşma ya da anayasaya bu yüzden ihtiyaç duyuluyor. Geçen hafta, anayasa konusuna mucizevi bir çözüm mü bulundu? ??? AB kararında genişlemenin Avrupa için bir “başarı öyküsü” olduğundan söz ediliyor. Küresel bir güç olmaya soyunan AB’nin savunma ve dış politikada bölgede etkin olma çabaları genişlemenin getirdiği refah ve demokrasi unsurlarına bağlanıyor. Yani AB bölge ülkeleri içine alarak demokrasi, temel hak ve özgürlükler ve ekonomik büyümeyi sağlayarak bölgede olası krizleri engelleme çabasında. Genişleme AB’nin en önemli ve büyük projelerinde biri olarak gösteriliyor. Geçen hafta AB bu projenin yararlarını sayıp devamı için güçlü bir mesaj mı verdi? ??? AB Türkiye konusunda kendi varoluşunu sorguluyor. Sınırları Ortadoğu’ya dayanan büyük, fakir, Müslüman ve laik bir ülkenin Avrupa’daki yeri nedir? Türkiye’nin jeostratejik öneminin Irak, Lübnan savaşlarında, AB’nin ihtiyaçı olan güvenli enerji yolları arayışında, İslam ve Batı arasındaki çekişmede tekrar tekrar altı çizildi. Küresel bir aktör olmaya soyunmuş bir AB, Türkiye’nin Avrupa’nın geleceği için önemini kendi kamuoyuna defalarca anlattı. Geçen hafta AB, Türkiye’nin üyeliğinin devamını açıkça istediğini mi söyledi? ??? Yukarıdaki soruların tümünün yanıtı “hayır”. AB kendisi için büyük önem taşıyan anayasa, genişleme ve Türkiye konusunda başarısız ve öngörüsüz davrandı. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, geçen hafta aldıkları kararlarla “Sonuçlar Avrupa’sının” işlediğini ileri sürdü. Komisyon başkanı önce “başarılarından” ötürü Dönem Başkanı Finlandiya’yı, sonra AB Dışişleri Bakanları’nı Türkiye kararından ötürü kutladı. Diğer AB’liler de bu uzun süren karşılıklı kutlama törenine katıldılar. Törenden sonra bir kişi bile çıkıp “Pardon, biz neyi kutluyoruz?” diye sormadı. elcpoy?yahoo.fr AB İÇİNDE ARAŞTIRMA ‘Din, üyelik için engel olmasın’ Dış Haberler Servisi Avrupa Birliği’nde genişlemeye desteğin gittikçe düştüğü, ancak bunda dinin bir etken olmadığı ortaya çıktı. AB Komisyonu’nun kamuoyu yoklaması organı olan Eurobarometre’nin yaptığı araştırmadan çıkan sonuç ise “AB’nin gidişatının iyi bulunmadığı, genişlemeye desteğin azaldığı ve Türk halkının sadece yüzde 54’ünün AB’ye katılmak istediğini” ortaya koydu. İngiliz Financial Times gazetesinde yayımlanan bir başka araştırma ise 5 büyük AB ülkesinde vatandaşların büyük bölümü dinin üyelik önünde engel oluşturmaması gerektiğini düşünüyor. Araştırma kuruluşu Harris Interactive tarafından 30 Kasım ve 15 Aralık tarihlerinde 5 Avrupa ülkesi (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya) ile ABD’de yapılan kamuoyu araştırmasında elde edilen sonuçlara göre bu ülkelerin halkının çoğunluğu, dinin AB üyeliği için engel oluşturmaması gerektiğini düşünürken, Fransız ve Almanların yüzde 35’i AB’yi her şeyden önce bir “Hıristiyan kulübü” olarak kabul ettiklerini belirtti. Araştırma sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 53’ü kadınların kamusal alanda türban takma hakkı bulunduğunu düşünürken, bu oran İngilizlerde yüzde 23, Fransızlarda ise yüzde 13 seviyesinde kaldı. Eurobarometre’nin araştırmasında ise toplumda din unsurunun önemli yer tuttuğunu savunanların oranı yüzde 46 olarak belirlendi. Din unsuruna en fazla ağırlık veren halkların başında ise Kıbrıslı Rumlar (yüzde 81) geliyor. Eurobarometre’nin son kapsamlı araştırmasına göre Türkiye’de AB’ye katılımdan yana olanların oranı yüzde 54 olarak belirlenirken, AB vatandaşlarının sadece yüzde 33’ü, AB’nin iyi yönde ilerlediğini düşünüyor. AB vatandaşlarının yüzde 46’sı AB’nin gelecek yıllarda genişlemesinden yana görüş bildirirken, genişleme karşıtlarının oranının yüzde 42’yi, fikir belirtmeyenlerin oranının ise yüzde 12’yi bulduğu açıklandı. ÜSLÜMANLARA AYRIMCILIK AB Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi’nin yaptığı “Avrupa Birliği’nde MüslümanlarAyrımcılık ve İslamofobi” başlıklı araştırmada, “eldeki verilerin Avrupalı Müslümanların çoğunun genellikle kötü barınma koşullarında yaşadıkları, eğitimdeki başarılarının ortalamanın altında ve işsizlik oranlarının ortalamanın üstünde olduğunu gösterdiği” belirtildi. Merkez Başkanı Beate Winkler, düzenlediği basın toplantısında, Fransa’da tamamen Fransız adlı olan kişilerin iş görüşmelerine çağrılma ihtimalinin, aynı niteliklere sahip, ama adları Müslüman adına benzeyen kişilerden 5 kat daha fazla olduğunu söyledi. Hollanda’da bazı genç Müslümanlar, Hollanda doğumlu olmalarına rağmen “yabancı” olarak sınıflandırıldıkları için, okullarda etnik temele göre ayrılmış sınıflara yerleştirildiklerini söylediler. M NAMUSUNU KORUMAK SALTANAT VE ŞERİATIN Öldürülenlerin büyük bir çoğunluğu Türkmen köylülerdir. Bu gerçek, Osmanlıcı Türkçüleri bile çileden çıkarır. Örneğin İ.H. Danişmend; “Anadolu Türk’ünün ebediyen lanetle anacağı Kuyucu Murat, ihtiyarlığından dolayı ‘Koca’ lakabıyla da tanınan 90’lık bir zalimdi. Kuyucu yalnız asilerle taraftarlarını değil, onlara her nasılsa ekmek ve su vermiş zavallılardan başka civarlarda bulunan komşularını bile kılıçtan geçirtecek derecede kana ve bilhassa Türk kanına susamış bir canavardır” (İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.III, s.256) der ve seferde 100 binden fazla asi telef edilmiştir” diye yazacaktır Hammer. 0Bu katliamın gerekçesi, bizzat Kuyucu Murat Paşa’nın dilinde, “Şeriat namusunu parçalayan müfsitlerin ortadan kaldırılmasıdır.” Murat Paşa tıpkı I. Ahmet gibi sofu bir yöneticidir. Nitekim bu katliam seferlerinin şeriat uğruna olduğu iddiasıyla başarılarının devamı için her seferinde Allah’a yalvarır: “İlahi, bugün düşman katlinde ben kulunu mahçup etme! Pirliğime merhamet eyle! Dini mübin ve Peygamberimizin şeriatı ianeti için niyetimin doğruluğunu ve şeriat namusunu parçalayan müfsitlerin ortadan kaldırılması babında garezsizliğim dergahı ehadiyetinde malumdur. Senden yardım rica ettiği meydandadır” (s.577) Bu korkunç tablo, kraldan kralcı bir Ermeni rahibin, Kemah’lı Grigor’un 15951640 yıllarını kapsayan kronolojisinde de yinelenir: “..Murat Paşa bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün Celalileri, muzır adamları öldürüp bu kuyulara attırır, oraya indirilen birkaç adam da atılanları istif ederdi. Vak’adan dört sene sonra kış mevsiminde oradan geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları görmüştük. Birkaç tanesi çökmüş olduğundan odun ve toprakla kapatılmıştı. İşte böylelikle ortadan kaldırılan melunlar duman gibi yok olarak Allah’ın şan ve şerefinden mahrum kaldılar.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle