05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C Türkçenin Savaşçıları olaylar ve görüşler EKİM CUMA OKTAY AKBAL Hiddet (Wut): ‘‘Ölmüş kültür ayağa kalkamaz’’ ( ) Z üli Aladağ’ın tartışmalı filminden hareketle geçen hafta bıraktığımız yerden devam edebiliriz. Giderek daha fazla aptallaştırılıyoruz. Önümüze konulan tepki ve nefret haplarını hiç sorgulamadan, ‘‘neden’’ini ‘‘nasıl’’ını ölçüp biçmeden büyük bir iştahla yutuyoruz. Elbette ki bunun da bir nedeni var. Ve üstelik de son derece maddi ve sınıfsal. Ama haplar öylesine başımızı döndürüyor ki, bize kolay gelen ve hiç zahmetsizce ikna olduğumuz ya da, başka bir deyişle, ‘‘ikna olmaya dünden razı olduğumuz’’ çözümlemeleri, sanki büyük bir marifet yapıyormuşçasına kendi görüşümüz, düşüncemiz gibi savunmaktan da geri kalmıyoruz. Tabii tüm bunlara harcanan ve hayatımızdan eksilen zaman parçaları da kaybolup gidiyor. Eğer önümüze konulan bu haplara direnemezsek, sonuçta, boşlukta bir başına salınan zaman baloncukları içerisinde izole birer bitki gibi yaşamımızı tamamlayacağız ve bizlerden geriye çürük yaprak parçacıklarından başka bir şey kalmayacak. Bunun, maddi ve sınıfsal nedeniyse son derece açıktır. Çünkü çürüyüp kaybolan şey aslında bizlerde ideolojik boşluklar, yani sınırsız boş zamanlar yaratan, bizi kendisini yeniden üretmekte kullanan bu üretim ilişkilerinden başka bir şey değil. Tarihin derinliklerine karışmakta olan bu üretim ilişkileriyle birlikte, kendisiyle beraber filizlenip insanoğlunun hayatını karartan kültürü, ideolojisi de yok olup gidecek. Dolayısıyla, emek cephesindeki göreceli ve sınırlı maddi refahın yarattığı ideolojik boşluğu kullanıp kafaları bulandıran milli PENCERE Neler Konuştuğumuzun Farkında mısınız? CELİL DENKTAŞ yetçi alınganlıklar da sahtek?rlıkların, yalanların artık iyice su yüzüne çıkmasıyla birlikte insanlığın yakasından düşecekler. ‘‘Wut’’ filminin beyazperdeye taşıdığı kapitalist metropol sokakları aykırı bir yaşamın yeşerdiği, katıksız basitliğin, yalınlığın yeniden boy verdiği alanlardır. Bu sokakların ‘‘görevi’’ her ne kadar ilkçağ vahşetini simgelemek de olsa, insanoğlunun toplumsal sınıfların saflaşmasından bu yana bir arpa boyu bile yol alamadığının asıl göstergesi, uygar evlerin içerisine sığınarak düzenli yaşam biçimini ve mesleki kariyerleri kendisine maske yapmaya çalışan beyinlerin bir köşesinde gizlenen vahşet değil de nedir? Aladağ’ın filmindeki Felix, bu vahşetin farkındadır ve çareyi gayet insani bir şekilde yakın çevresi olarak algıladığı diğer sokaktakiinsanlarla iletişim kurma arayışında görmektedir. Can’ın, iyi düşünülmemiş, iyi tasarlanmamış ‘‘kardeşlik’’ önerisiyse, süslü evlerin içerisinde bireysel bir ifade kazanan ve fakat gerçekte tüm yaşanılan itişmenin özünde yatan maddi ilişkilerin bir karabasan gibi insana zerk etmeye çalıştığı ideolojiye karşı direnişten başka bir şey değildir. Ve de bu direnişin, karşı koymanın, öyle bazı ‘‘hazırlop fikir müptelaları’’nın zannettikleri gibi, ‘‘uygar Alman sosyal düzenine tahammül edemeyen ve ilkelliğinde ısrar eden göçmen tepkisi’’yle hiçbir alakası yoktur. Züli Aladağ’ın böyle bir mesajı aklından bile geçirmediği, Can’ın film süresince yer yer göze batan saf tepkilerinden ve özellikle de son sahnedeki son derece masum yüz ifadesinden anlaşılıyor. Ayrıca, ‘‘çocuk iyi fakat zaman kötü’’ gibi zamanın kötülüğüne ve çocuğun doğal olarak bundan olumsuz etkilenmiş olmasına doğru teşhisi koyup, zamanın neden kötü olduğunu açıklamayı es geçen bir hamlığa da kapılmamak gerekiyor. İnsanoğlu varlığını tehdit eden doğal vahşete karşı dayanışma ve paylaşma kültürünü geliştirdi. Bu, yüz binlerce yıl sürdü. Arada artıdeğerin paylaşımında ortaya çıkan dengesizlikler belki birkaç bin yıl insanın hayatını kararttı, fakat ilk vahşet çağına karşı oluşan kültür hiçbir zaman unutulmadı. Vahşetin sahtekarlık ve yalan olarak yeniden örgütlenmesinin ömrü ise ancak birkaç bin yıl sürebildi. Çünkü bu, ölü doğmuş bir kültürdü ve insanoğlunun hayatını bir süreliğine karartmış olsa da ayakta durabilmesi mümkün değildi. İnsanoğlunun tarihi bu gerçeği tekrar tekrar sınıflı toplumların yüzüne vuran Can’ların öyküleriyle doludur. Ve bu öyküler, elbette ki doğru tercihleri sorgulayacak olan Felix’lerin, belki de bilinçsizce yaşatmaya çalıştığı vahşi düzenin Can’ın canı pahasına farkına vararak bundan derin pişmanlık duyan Simon’ların sayısını artırmaktadır. İnsanoğlunun düşüşünü durduracak olan da zaten budur. tatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun son yönetim kurulu Eylül 1983’te toplandı. Ben, o günlerde Sağmalcılar Cezaevi’ndeydim. Bu tarihsel toplantıya katılamadım. Kurul üyelerinin gönderdiği “geçmiş olsun” yazısını anı olarak saklıyorum! TDK çok geçmeden kapatıldı. Sayısı beş yüzü bulan kurum üyeleri bir yana itildi. Evren ve arkadaşlarının çıkarttığı yasa ile TDK bir devlet dairesi biçimine sokuldu ki, yöneticileri atama ile oluşturulmuş uydurma bir gerici kuruluş!.. Susup kalacak mıydık, dil devrimini unutacak mıydık, gericilere boyun eğecek miydik, dilimizin özleştirilmesi, güzelleştirilmesi, zenginleştirilmesi amacını unutacak mıydık? Ankara’da bir “Dil Derneği” oluşturuldu. “Çağdaş Türk Dili” dergisi yayına başlatıldı. Atatürk devrimine inançla bağlı Türkçe gönüllüleri bir araya geldi. ??? Bir başka atılım da İstanbul’da kendini gösterdi. Başta emekli edebiyat öğretmeni Ahmet Miskioğlu olmak üzere Türk dili gönüllüleri “Türk Dili Dergisi” çevresinde bir araya geldi. Benim de ilk sayısından bu yana içinde olduğum bir uğraş, bir çalışma... Eski TDK’nin bu adı taşıyan dergisi vardı. Ama kurum, bir devlet dairesi olunca bütün niteliğini yitirmişti... İstanbul’daki “Türk Dili Dergisi” ise kısa sürede, sanatın, yazının, kültürün, Türk dil çalışmalarının en başarılı örneklerinin verildiği, yaşatıldığı bir ocak, bir kaynak niteliği kazandı. Şimdi bu derginin 20. yıldönümünü kutluyoruz. 14 Ekim 2006 günü Kadıköy Halk Eğitim merkezi’nde de dil savaşçıları bir araya geldiler. Tepeden inme buyruklarla devrimin önlenemeyeceğini bir kez daha duyurdular. Yeni kuşaklar bilinçli ulusallaşmanın, Türk diline saygıyla, bağlılıkla gerçekleşeceğini bilmektedirler. Yozlaştırmalar, saptırmalar sonuçsuz kalmıştır. Yine de tek tük şaşkınlar eskinin eskisi sözcükleri kullanarak ustalık gösterdiklerini sansalar da, çabaları boştur! ??? “Türk Dili Dergisi”ni yirmi yıldır büyük çabalarla, özverilerle, nerdeyse cebinden emekli aylığının bir bölümünü harcayarak yaşatan, dostum Ahmet Miskioğlu ne kadar övünse haklıdır. Devletin gerici kafalara, çıkar ardında koşanlara karşı Atatürkçü dirençle yengiye ulaşmıştır. Atatürk’ün en önemli iki devrimci kurumunun bir gün yeniden olanca gücüyle canlanmasını beklememeli miyiz? Bu uyuşukluk, bu onurunu, kimliğini, değerini yitiriş dengesizliğinden er geç uyanılmalıdır. Dil bayramları gerçek niteliğiyle kutlanmaya başlanmalıdır. Yirminci yaşına gelen “Türk Dili Dergisi”nin günden güne etkisini arttırışı bize bu umudu vermelidir. ??? Atatürk’ün uyarısı da unutulmamalıdır: “Bu büyük ulusu hâlâ nerden çıkıp geldiği bilinmeyen, dili yok, kültürü yok, tarihte yeri olmayan bir aşiret sanıyorlar ya da öyle görmek istiyorlar. Türk ulusunu bu kötü sanılardan kurturmak, onu uygarlık dünyasına gerçek kimliğiyle tanıtmak kutsal bir görevdir.” “Gün uyanma ve boşvermişlik, adamsendecilik aymazlığından kurtulma günüdür. Yoksa, Atatürk’ün amaç gösterdiği Türk dilini yabancı diller saldırısından kurtarıp onu bir uygarlık ve bilim dili aşamasına nasıl ulaştırır, nasıl kurar, kurumlaştırabiliriz.” A F OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com Soykırım Dayatması ! Soykırım suçu işleyen ulusların tüm yaptıklarının unutturulmaya çalışıldığı bir dünyada, Türk ulusu için soykırım dayatması yıllardır gündemde!.. Fransız Parlamentosu’nca kabul edilen, hukuksal ve siyasal tabanlı “Ermeni soykırımı savlarına karşı çıkanların cezalandırılmasına ilişkin yasa tasarısı” bunun son örneği!.. Halbuki bilim insanları, Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da yaşananların, hukuksal ve siyasal zeminlerde değil, tarihsel bir zeminde bilimsel yöntemlerle incelenebilecek olaylar olduğunu belirtmekteler... TARİH VE GERÇEKLER Aslında tüm belgeler, Anadolu’da bir Ermeni soykırımının değil Rusya, İngiltere ve Fransa desteğinde Ermenilerce yaratılmış bir Türk soykırımının olduğunu ortaya koymakta!.. Bu üç devlet geçmişte Ermeni eylemcilerinin yanında yer almışlar!.. Bu gün ise neden oldukları Türk soykırımının sorumluluğundan kurtulmak istemekte, başka sorumlu aramaktalar!.. Geçmişte olup bitenler, savaş koşullarında tebaası olan bir grubun ihanetini engellemek durumunda kalan Osmanlı hükümetinin önlem almasından; Ermeni saldırıları karşısında korunma arayışında olan Türklerin meşru müdafaasından ve vatan toprağını savunan Türk askerinin görev ifasından başka bir şey değil!.. Eğer ortaya çıkmış sonuçlardan sorumlu tutulacak olanlar varsa, onlar bu sonuca neden olan Ermeniler ve Ermenileri Türklere karşı eylemlere sürükleyenlerdir!.. (*) Lozan görüşmeleri sırasında soykırım savlarını gündeme getiren İngiliz Başbakanı Lord Curzon’a İnönü tarafından verilen; “Türk milletinin elleri bilhassa temizdir” yanıtı çok anlamlıdır!.. Ne gariptir ki bugün Türk ulusuna soykırım dayatmasında bulunanlar, tarihte en büyük soykırım örneklerini yaratmış olanlardır!.. Ve ellerinden hâlâ kan damlamaktadır!.. TÜRKLER VE ANADOLU Dinsel ve kültürel nedenlerle O.Doğu SİLÂHÇIOĞLU Batı dünyası için vazgeçilmez bir değer olan Anadolu’nun, Türklerin elinden geri alınması, bir kısım Batı toplumları için yüzyıllardır değişmeyen amaç olmuş!.. Aynı amaç bu gün de yaşatılmakta!.. Yaygın bir nefreti içeren Türk karşıtlığı, bazı toplumlarda genetik özellik haline gelmiş!.. Batılı gözüyle Türk resmi, gerçeklerle hiç bağdaşmayan insafsız ölçülerle çizilmiş!.. İngiliz başbakanlarından William Edwart Gladstone, Türklere ilişkin nefret dolu bu genel yargıyı 1882’de şu sözlerle özetlemiş: “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz… Türklerin yaptıkları kötülükler, yalnızca bir suretle ortadan kaldırılabilir; kendileri yok olmakla...” Bu genel yargının temel kaynağı, “Haçlı düşüncesi” ya da “Hıristiyan değerlerine bağlılık”tır… Latin, Roma ve Grek kültürü ile şekillenen Hıristiyanlık, Anadolu’yu kendi kültür değerleri arasında görür. Anadolu’nun bu değerlere göre şekillendirilmesi yüzyıllardır değişmeyen bir hedeftir!.. Atilla, Cengiz Han ve Sultan Süleyman’la simgeleştirilen; Hun Türkleri, Türk Moğollar ve Osmanlı’yla özdeşleştirilen 1500 yıllık zorlu sürecin dürtüsüyle Avrupa bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni karşısına almış, hatta Türkiye’nin ulus tümlüğüne ve ülke bütünlüğüne yönelmiştir!.. Avrupa’da ki yaygın kanıya göre, Türkler Avrupalı değildir. Avrupa’nın tarihine, coğrafyasına ve kültürüne ait değillerdir; Asya’ya ait bir kavimdirler ve de Avrupa’nın ortak ve paylaşılan değerlerinin dışındadırlar!.. Bu düşünceyi İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury 1911’de şöyle dile getirmiş: “Barbar millet!.. Türkler daima Türk kalacaklar, hiçbir zaman Avrupalılaşmayacaklardır.” Yüzyıllardır Anadolu’yu Türklerden arındırmayı düşleyenlerin bu yoldaki adımlarından biri asılsız “soykırım savları”dır. Amaç; Anadolu’nun paylaşılmasını sağlayacak uluslararası bir siyasal ortam yaratmaktır. Türkler ile Batı dünyası arasında bir “doku uyuşmazlığı”nın bulunduğu bilinmeyen bir gerçek değildir. Bu uyuşmazlık makul bir düzeye gelinceye kadar ya da Türkiye kendi varlığına yönelik her türlü saldırıdan etkilenmeyecek ölçüde güçlü hale gelinceye kadar siyasal amaçlı girişimler her zaman var olacaktır. Bugün Fransa’nın yaptığını yarın bir başka ülke yapacaktır. Uzun soluklu bu mücadele devam edecektir… Türkiye bugün bu mücadelede, içinde bulunduğu iç siyasal açmazların güçlüğü nedeniyle sonuç alamamaktadır!... Türkiye’nin karşı girişimleri yetersiz kalmaktadır!.. İçerideki ve dışardaki Türkiye Cumhuriyeti karşıtları ise beraberlik içinde koşmakta, siyasal çözüm çıkışlarıyla Sevr’in öngördüğü haritayı masaya koymaktadırlar… GELİNEN NOKTA Fransız Parlamentosu’nun kabul ettiği yasa tasarısı karşısında Başbakanlık’ın yaptığı açıklama, Türkiye’de ulusal bilinç noksanlığının ne boyutta olduğunu gösteren bir örnek oluşturmuştur. “Bizim böyle bir haksızlığı ne kabul etmemiz ne de buna tahammül göstermemiz asla söz konusu değildir.” ifadesiyle Türkiye, Fransa karşısında haksızlığa uğramış mağdur bir ülke konumuna sokulmuştur!.. Tarihte bir dönem Türklerin himayesiyle varlık sürdürebilen bir ülkeye verilen yanıtta; kararlılık yerine yılgınlık egemen olmuştur!.. Türkiye bugün Batı’yla olan siyasal ilişkilerinde iğreti bir zeminde hareket etmekte, uluslararası ortamda ulusal nitelikli bir duruş sergileyememektedir. Çünkü Türkiye’yi; “Ulusalcılık adına bu ülkede paranoya üretiliyor” diyen ulusalcılık karşıtları yönetmektedir!.. “Atatürk ilke ve devrimleri” karşıdevrimle korumasız bırakılmış; “Kemalizm”in “tam bağımsızlık” ve “sömürgecilik karşıtlığı” ilkelerinden uzaklaşılmıştır!.. Bugün geli nen noktada, Türkiye “Genç Cumhuriyet Dönemi”ndeki güçlü ve saygın konumunu yitirmiştir!.. Türkiye bu noktadan nasıl geri dönebilecektir?.. Uluslararası ortamda giderek yoğunlaşan saldırılar karşısında ulus tümlüğünü, ülke bütünlüğünü nasıl koruyabilecektir?.. Laik, demokratik rejimini nasıl sürdürebilecektir?.. Bulunduğumuz coğrafyadaki sorunlara yakın çevreden değil, uzak çevreden bakmak gerekir!.. Önce dünyayı görmek, küreselleşmeyi algılamak; oradan Ortadoğu’ya uzanmak; bölgede olan biteni kavramak ve nihayet; yeni sınırların gündeme geldiği Ortadoğu’da Türkiye için belirlenen konumu anlamak gerekir!.. AB ve ABD’nin gün yüzüne çıkan amacı, ilk aşamada “İsrailKürdistanErmenistanGürcistan” eksenini oluşturmak ve bu eksen üzerinde yer alan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Kürdistan ve Ermenistan arasında paylaştırmaktır. İkinci aşamada ise Türkiye’nin geri kalanını Sevr’e göre ayrıştırmaktır!.. AB ve ABD bu amaçları doğrultusunda belirlenmiş hedeflere doğru adım adım yaklaşmaktadır!.. Türkiye yakın tehditlerle uğraştırılırken uzak tehditleri algılayamaz hale sokulmaktadır!.. (Türkiye’de bunu görebilenler ise bir kısım çevrelerce, vehim ya da paranoya sahipleri olarak tanımlanmaktadır.) Tüm bunlar sistemli çabalarla sürdürülen belli bir planın parçalarıdır. Amaç; “AB süreci” ile başlayan, “Büyük Ortadoğu” ve “ılımlı İslam” la ivme kazanan, “siyasal İslam” la zemin bulan ve nihayet “bölücü/ayrılıkçı hareket”le tamamlanan bir ortamda dayatma politikalarıyla sonuca ulaşmaktır. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, tüm dayatma politikalarına, ulusal hak ve çıkarlarımızı gözeten devlet politikaları/ulusal politikalarla karşı koymak zorundadır!.. Türkiye’nin karşısındaki devletler, ulusal çıkarlarına uygun olarak hareket etmektedirler!.. Türkiye ise, ulusalcı olmayan bir siyasal iradenin elinde, belli bir sona doğru hızla sürüklenmektedir!.. (*)Doğu Silâhçıoğlu, “Kuşatılmış Türkiye”, Günizi Yayıncılık, 2005 ıkra eskidir, az buçuk değiştirerek yazıyorum, Lord Stanford sağda solda ileri geri konuşup dermiş ki: Parayla satın alınamayacak kadın yoktur. Bastır parayı, Kraliçe’yi bile yatağa atarsın... Söylenti Kraliçe’nin kulağına gitmiş, bir gün rastlaştıklarında adama sormuş: Benim için nasıl böyle bir şey düşünebilirsiniz, hem İngiltere Kraliçesi’ne ne değer biçtiniz?.. Yüz milyon Sterling!.. O kadar parayı nereden bulacaksınız?.. Lord, Kraliçe’nin önünde eğilmiş: Majesteleri, demiş, bakın pazarlık başladı bile... Bir lafın nereden başlayıp nereye gideceğini kestirmek kolay değildir... Avrupa, Fransa, Nobel derken bugün Türkiye’de konuşulup tartışılanlar Batı dünyasının olumsuz mu olumsuz öteki yüzünü belirleyip cılkını çıkarıyor... ? Biz Türkler yaman kişileriz, bir yandan Fransız Meclisi’nin, öteki yandan Nobel’in içine ettik... İyi de ettik... Çünkü böyle etmekle Batılılaşabilirdik, çağdaşlaşabilirdik, özgürleşebilirdik, bilinçlenebilirdik... Orhan Pamuk’un Nobel’i alış biçimi ülkede büyük bir tartışma başlattı... Nasıl?.. ? Hürriyet gazetesinin 13 Ekim günlü sayısından iki örnekle durumu özetleyeyim... Gazetenin Başyazarı Oktay Ekşi diyor ki: “Orhan Pamuk’un aldığı, evet çok önemlidir ama Pamuk’un bu ödülü almak için yaptığı ‘atraksiyon’ların unutulmadığı bir gerçektir. Sayın Pamuk’a Nobel ile birlikte ‘ahlaki zafiyet’ ödülü de verilse iyi olurdu diye düşünüyoruz.” Aynı gazetenin Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök de aynı gün şunları yazıyordu: “Biz Türkler istesek de istemesek de o hain soruyu kafamızdan asla uzaklaştıramayacağız. ‘Bu ödülde, Ermeni soykırımı ve 30 bin Kürt’ü öldürme’ sözlerinin etkili olduğu iddiası. Nobel bir Türk’e mi verildi, yoksa onun ülkesiyle ilgili iddialarına mı?” ? Yukarıdaki alıntılarda Ekşi ile Özkök, Orhan Pamuk’u mu yargılıyorlar?.. Yok canım... Orhan Pamuk’a ne?.. Hedef doğrudan Nobel’in ta kendisidir... Demek ki bu kurum, armağanı verirken belirli bir amaçla davranıyor, üçkâğıt açıyor, Ermeni’den yana Türk’e karşıt bir mantığa hizmet ediyor... Nobel Kurumu bunu yapar mı?.. ? Nobel’in geçmişine bakınca insan diyor ki: Yapar mı yapar!.. Fransız Meclisi de aynı gün çağdaş insanın aklına, mantığına, hukukuna sığmayacak bir karar vermedi mi?.. Peki, ne demeli?.. Fransız Meclisi de bu işi yapar mı yapar!.. Al Fransız’ı vur Nobel’e, Avrupa’nın çirkin öteki yüzü tarihe nakşedilir... Batı uygarlığının geçmişinde nice buna benzer olaylar var; çünkü insanlık daha ‘Sömürüsüz Uygarlık’tan çok uzakta yaşıyor... Batı tam bir ‘Sömürü Uygarlığı’ düzeninde dünyaya egemen... ? Yalakalığı her şeye karşın elden bırakmayan da var; ama, medyamız hem Fransız Meclisi’nin hem Nobel’in içine ediyor... İyi de ediyor... Batılılık eleştiriyle başlar.. Eleştiriyle sürer... Hem neler konuştuğumuzun farkında mısınız? Dokunulmaz sayılanlara dokunuluyor... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle