Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
EKİM P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Kendini tanıtmanın övmenin ölçüsü lpay’lı Köln lige galibiyetle başlamış; milli futbolcumuz, ilk golün asistini yapmış. Yıldıray’lı Hertha Berlin, buna karşılık, 11 berabere ayrılmış sahadan, Yıldıray ilk onbirdeymiş, 81. dakikada oyundan alınmış. Mustafa Denizli, bir aksilik olmazsa, bugün yarın Persepolis’le kontrat imzalıyormuş; televizyon kanallarımızdan biri İran liginden naklen yayına başlar artık. Bıraksanız, uzar gider bu liste. Gurbetteki gurur tablomuz. Hakan Yakın’ın bileği burkulsa, haber. Tugay üşütmüşse, öğreniyoruz. Bizi temsil ediyorlar. Çılgın Türk’ün yapabileceklerini cümle âleme göstermek için oradalar. Nihat’la övünmemek için enikonu ulusal bilinçten yoksun olmak gerekiyor. Bir başka yakada, uluslararası başarılarıyla gündemin ilk sırasına oturan, yaban elde el üstünde tutulan hekimlerimiz var. Sık sık kansere, AIDS’e, en onulmaz hastalıklara çare buldukları bildiriliyor. Bu haberlerden varsın Evrensel Tıp Dünyası’nın haberi olmasın. Sanatçılarımızın uluslararası düzlemde durmadan parlayıp sönmeleri bir başka kalem. Yapıtlarıyla, katıldıkları festivallerde, programlarında yer aldıkları bienallerde ortalığı kasıp kavurduklarını gazetelerimizden takip ediyor, ülkemizi böyle tanıttıkları için mutlu oluyoruz. Bunlara, bir süredir yazarlarımız eklendi: Gün geçmiyor ki bir başarı öyküsü bize ulaşmasın. Göğsümüzü kabartıyor yurtdışında, onca engele ve komplo girişimine karşın, bir bir utkular kazanmaları. Bütün bunlar iyi güzel de, kantarın topuzunu biraz kaçırdığımızı düşünüyorum ben. Gerçi bu türden düşünceleri yüksek sesle dile getirmenin sonuçları olabileceğini bilmiyor sayılmam: Dünyaca ünlü bir sanatçımızın dünyanın hiçbir yerinde kaydına rastlamadığımı söylediğimde, vatan hainine ne türden bir bakış fırlatıldığını gözlerimle görmüştüm sözgelimi. Ne var ki, "aramızda kalsın" üslubundan gına geldiğini de itiraf etmek isterim. Dünya karşısında oldukça ezik bir duruşumuz var aslında. Bunu örtmek için ikidebir horozlanıyor, komşu ülkelerin husumet dolu yaklaşımlarından başlayıp Avrupa’nın külliyen bize tavır alışına geniş bir yelpazede düşmanlık ve önyargı tabloları oluşturuyoruz. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok; oysa, örneğin Patagonya’nın her kıtada yakın dostları bulunuyor. Böyle olunca, ister istemez, kişisel başarılarıyla "onlar"a haddini bildiren temsil yeteneği yüksek bireylerimiz ve olağanüstü performansları büyüteç altında tutuluyor. Köln küme düşmekten zor kurtuluyor, Alpay ikidebir kırmızı kart alıyor, Türk gurbetçileri stada çeksin diye takımda tutuluyor, burada kazanamayacağı bir düzenli gelir ve her an eşine sövülmeyecek bir ortam yüzünden orada işte bunları anımsatmak, Türklüğümüze hiç yakışmıyor. Gurbetteki sporcularımız arasında Basın’la ilişkilerini sıkı tutarak, burada da gündemde kalmanın yolunu arayanlara rastlanıyor şüphesiz. Gene de, buradan oraya yönelen yoğun ve sahici bir ilgi olduğu tartışılmaz. Süper sanatçılarımız için de geçerli aynı durum: Yurtdışı turnelerine basın görevlileri eşlik ediyor, yerli "fan"ları yaban elden haber akışıyla besliyorlar. Peki ya yazarlarımız, onların yurtdışı performansları kimin ne ölçüde tasası acababiraz buna bakmalı, diyorum. Yirmibeş yıl önce, bir Türk edebiyatçısının herhangi bir yapıtının herhangi bir yabancı dile çevrilmesi, uluslararası bir ödüle aday göshıçkırık tuttuğunun, The Guardian’da uykusuz geceler geçirdiğinin haberi yer almış. Bu haberlerin ezici çoğunluğunun kaynağı yazarların kendisi. Bülten hazırlayarak, telefonda dikte ederek tanıdıkları gazetecileri başarılarından haberdar ediyorlar. Bir ara Nedim Gürsel’e takılırlardı, doktora yaptığını bile basın yoluyla izledikleri için. Onu sarakaya alanların, yabancı bir ülkede kitapları çıktığında her yayın organını taciz ettiklerine tanık olduk; işin kötüsü, söz konusu kitaba o ülkenin hiçbir kitapçısında rastlamak kimseye nasip olmamıştı. Bana asıl çirkin görünen, pek çok okuru da incittiğini gördüğüm bir yazar tavrı: Yabancı icazeti üzerinden kendi ülkesinde üstünlük taslama eğilimi son yıllarda iyice öne geçti. Amerika’da kitabı çıkabilir, çıkacak, çıkıyor, çıktı, hem de nasıl çıktı haberleriyle peş peşe karşılaşınca, yaptığım işten utanıyorum. Koskoca yazarlarımızın, yurtdışındaki günlük gazetelerde sıradan adamların haklarında yazdıkları basmakalıp paragrafları Türkiye’de çıkan kitaplarının arkasına sıralamalarını onlara yakıştıramıyorum. Her şeyin ölçüsü var. Elbette, nesnel olarak haber niteliği taşıyan gelişmeler bize yansıtılmalı. Ama bu düzlemde ifratın, olsa olsa aşağılık kompleksiyle orantılı olduğu da anlaşılmalı. EKİN Radikal’de iyi hazırlanmış bir haber: Kitapçıları talan etmişler, Necip Mahfuz’un bir iki kitabını güç belâ bulabilmişler. Yazarın ölüm haberini duyunca (duydulardı mı, bir de bunu soruşturmak gerekirdi), herhangi bir kitabevi vitrin ya da raf düzenlemesi yapmış mıdır, sanmıyorum; ilerlemiş ülkelerde yapılır bu, biz geriliyoruz. Haber gerçekten de iyi hazırlanmış ve iyi ki yapılmış gene de gülümseme yayıldı yüzüme: Kitapçılarda Orhan Duru’nun, Muzaffer Buyrukçu’nun, Leylâ Erbil’in, Oktay Rifat’ın kitapları bulunuyor mu acaba? Bir kitaplarına rastlanabiliyorsa ne mutlu. Durumu saydığım isimlerle sınırlı sanmayın, pek çok yazarımızın pek çok kitabevinde varlığı yapıtının gölgesi oranında bile değil. Şairleri hiç sormayın. Mikrofon uzatıldığında, "ne satılıyorsa onu bulunduruyoruz" diyeceklerdir. Öyle mi gerçekten de? Benim gözlemim ters yönde: Ne bulunduruluyorsa, o satılıyor. Nitelikli kitabın raf payı iyiden iyiye azaldı son yıllarda. Bir avuç özen gösteren kitapçı kaldı. Ötekiler okurun yerini tüketicinin almasına yol açan bir politikayı yeğliyorlar. Bu gidiş yalnızca okuru biçimlendirmiyor, yazarı da dönüştürüyor. Hep birlikte irtifa kaybediyoruz. Ektiğimizi biçeceğiz. KULE CANBAZI SUNAY AKIN C ‘HAWKINGS GÜLÜŞÜ’ 15 Nobel’e filan boş verin Ü A lkemizdeki edebiyat ödüllerini haber bile yapmayan gazete sayfalarında, televizyon haberlerinde Orhan Pamuk’un Nobel edebiyat ödülünü kazanması ilk sırada yer aldı!.. Efendim… Biri oradan, “Ama Sunay Akın, bu dünyanın en büyük ödülü mü?” dedi!?.. Niye?.. Adı ecnebi olduğu için mi?.. Duymamış olayım! Orhan Pamuk’un Türklüğe hakaret ettiğini düşünenlere soruyorum: Bir Türk şairin ya da yazarın adına verilen kaç edebiyat ödülü televizyon kanallarında ve gazete sayfalarında birinci, hadi vazgeçtim ondan, 5. haber olarak duyuruldu, bu güne kadar?.. Bir Ceyhun Atuf Kansu Ödülü ya da Orhan Kemal Ödülü’nün varlığından kaç “Türk”ün haberi var!?.. Kansu ve Kemal ödüllerini kimlerin kazandığı, adına ödül konulanların ve kazananların “Türk” oldukları için mi haberden sayılmıyor? Sahi, Türk kültürüne hakaret konusunda hangisi daha derin, daha yaralayıcı bir tablodur; Orhan Pamuk’un sözleri mi, yoksa ortaya koyduğum bu çelişki mi? ‘ÜN DEĞİL EFSANE YOLUNDA YÜRÜNMELİ’ Ben, Orhan Pamuk’un kitaplarını okuyamadığını söyleyenlerden değilim! Yazarın her kitabını bir solukta okudum ve çok sevdim. Pamuk’un doğru bulmadığım, yadırgadığım sözü ise kitap sayfalarının çok, hem de çok uzağında sarfettiği şu meşhur sözüdür: ‘’Bir milyon Ermeni, otuz bin Kürt öldürüldü”… Bu çıkışa “düşünce” diyemeyeceğim. Bu sloganist söylem, olsa olsa bir iddia ya da dikkat çekmedir. Belki Batı, Orhan Pamuk’u bu konulara kendini adamış, araştırmacı, Hrant Dink gibi, düşünceleri tartışmaya açık olsa da, tarihin bu acılı sayfalarının uzmanı bir yazar olarak değerlendirmiş olabilir… (Kaldı ki Dink, kendi tezlerini tartışmaya hazır olduğunu, eğer kendisi yanılıyorsa bunu kabulleneceğini bir aydın tavrıyla her yerde dile getirmiştir)… Ama, Türkiye’de durumun hiç de böyle olmadığını, Pamuk’un yakın hedefe atılan bir oka benzeyen sivri sözünün dışında, yazın serüveninde söz konusu olayın yakınından dahi geçmediğini okur çok iyi bilmektedir. Bu yüzdendir ki, bir Türk yazarın Nobel kazanmış olması, kitabı popüler kültürün dışında algılayan okur kesiminde buruk bir sevinç yaratmıştır. Şairler ve yazarlar ün değil, efsane yolunda yürümelidirler. Bu düşüncemi aydınlatmak üzere, yazının tam da bu yerinde Cemal Süreya’dan bir pencere açmak istiyorum. Diyor ki Cemal Süreya: ‘’Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de ‘kaybettikten sonra da’ koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi… Vurulduktan sonra da bir süre uçan kuş... Halk onu alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgılarında.” Orhan Pamuk’un ünlü sözü kitaplarına olan sevgimi azaltmadığı gibi, Nobel alması da çoğaltmamıştır. Beni üzen, Nobel’e aday olan tüm yazarlar için at yarışlarında olduğu gibi bahis oynanmasıdır. Orhan Pamuk’un kazanacağına dair 3 bin Avroluk bahis oynayan bir Fransız, 24 bin Avro kazanmış! 1972 yılında “Baba” filmiyle en iyi erkek oyuncu Oscar’ını kazanan Marlon Brando’yu, ödül gecesi sahneye bekleyenler, ulusal kıyafetleri içinde bir Kızılderili kadını görünce çok şaşırmışlardı. Kadın, Marlon Brando’nun, tarihte Kızılderililere yapılan soykırımı ve halen devam eden ırkçı politikaları protesto amacıyla sinema dünyasının bu en büyük ödülünü reddettiğini açıklamıştı! Brando’nun, tarihte Oscar’ı reddeden tek oyuncu olması onu efsaneleştirmiştir. Leyla Erbil M. Buyrukçu Oktay Rifat Orhan Duru terilmesi, önemli bir etkinliğe katılması sahiden de bir kültür haberiydi: Tıpkı, ülkemizin büyükçe bir kasabasında ilk kaloriferli binanın inşa edilmesinin haber niteliği taşımasındaki gibi. Şu var ki, "ikinci" kaloriferli bina artık haberciyi de, okuru da pek sarmaz. Bugün, onlarca dilde onlarca yazarımızın kitabı yayımlanıyor, pek çok ödül hanemize yazılmış durumda, herkes yurtdışından çağrılar alıyor; evrensel arenada on dakikalığına ünlü olmayan kaç kişi kalmıştır? Oysa, her gün kültürsanat sayfalarında bu türden haberler yeralıyor hâlâ: A.’nın romanı Norveç’te, B.’nin şiir kitabı Bolivya’da yayımlanmış; C.’ye bir ödül verilmiş Tacikistan’da; D.’ye gelince, Varna Şiir Festivali’nden döner dönmez Tanca’daki Şiir Günleri’ne hareket etmiş; E.’den hiç sözetmiyorum, Die Zeit’ta Türkiye’nin Askersiz İşgali: Gümrük Birliği/ Erol Manisalı/ Truva Yay./ 226 s. Bu kitap, Erol Manisalı’nın kaleme aldığı Hayatım Avrupa dizisinin üçüncü kitabı. Kitap, Gümrük Birliği aracılığı ile TürkiyeAvrupa ilişkilerinin götürülmekte olduğu noktayı araştırıyor: Gümrük Birliği Anlaşması nedir; iktisadi, siyasi ve askeri sonuçları nelerdir? Türkiye içinde “Gümrük Birliği lobisi” kimlerden oluşmaktadır? Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Murat Karayalçın nasıl bir misyon üstlendiler? Abdullah Gül’ün Gümrük Birliği lobisi içindeki farklı misyonlarının sebepleri nelerdir? İnancın Ölümü/ Donna Leon/ Çeviren: Sezen Boyacıoğlu/ Ayrıntı Yayınları/ 208 s. Komiser Brunetti bir gün, tam da Venedik’te suç oranının azaldığını düşünürken, ansızın annesinin kaldığı bakımevinden tanıdığı rahibeyi karşısında bulur. Artık “eski” rahibe olan bu kadının beklenmeyen ziyareti sırasında anlattıkları Brunetti’yi ciddi bir sınava sokacak olaylar zincirini tetikleyecektir. Bu genç kadına rahibeliği bıraktıran şüpheler yersiz midir? Yoksa kilisedeki kemikleşmiş, uğursuz bir çürüme ve yozlaşmaya mı işaret etmektedir? Günah çıkarma odalarında yaşananlar, gizli tarikatlar, okullardaki din eğitiminin vardığı son nokta, Brunetti ile eşini zaten önyargıyla yaklaştıkları din konusunu daha da sorgulamaya itecektir. Donna Leon’un bu romanında, ölen sadece birkaç yaşlı bakımevi sakini değil, aynı zamanda bir süredir ölüm kalım savaşı vermekte olan inançtır. Bireyler arasındaki güven ve inanç sorunu, gücü ve faaliyet sınırları bilinemeyen gizli örgütlerin varlığıyla toplumun her kesimine ve yaşamın her alanına yayılmıştır. Hemen her semtinde kiliselerin olduğu Venedik’te adaleti sağlamaya çabalayan Brunetti gibi insanların karşısına bir de “kutsal” engeller dikilir. ‘İnancın Ölümü’nde, sadece dini kurumların ve bu kurumların yöneticisi konumunda bulunan fanilerin yozlaşma sürecine değil, aynı zamanda bireylerin bu tekinsiz ortamda karşılaştıkları “kara ayrıntılar”a da yer veriliyor. Kayıp Yalnızlık Ormanı/ Özlem N. Yılmaz/ Everest Yay./ 142 s. “Annesi kapıdan başını uzatıp gelmesi için işaret etti. Yatak odasına götürüp Hicran’ın düğünlerde ve dışarıya çıkarken giydiği tek elbisesini, yanaklarından süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle silerek giydirmeye başladı. Annesinin sessizce ağladığını fark edince, boğazına acı bir düğüm oturdu.” ‘Kayıp Yalnızlık Ormanı’, Özlem N. Yılmaz’ın ilk öykü kitabı. Kitapta, Yılmaz’ın kısa öyküleri yer alıyor. Amerikan Cinneti/ Zeynep Atikkan/ YKY/ 494 s. Beş yıl süresince ABD’nin ve ona bağlı olarak dünyanın geçirdiği değişimi ve geldiği noktayı çok yönlü olarak tartışan ‘Amerikan Cinneti’, ABD narsisizminin 11 Eylül sonrasında medyanın da yardımıyla nasıl bir toplumsal cinnete dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Kitap; her şeyin birbirine karıştığı, hızla değiştiği bir süreci (Soğuk Savaş – Küreselleşme süreci) toparlıyor. Metnin bütünü siyasi tarihi takip ediyor; tespitleriyle olaylar arasında bağlantılar kuruyor; çelişkileri yakalıyor; dünya siyasetinde 17 yılda olup bitenlerin bir sentezini sunuyor. Önemi Olmayan Küçük Yanlış Anlamalar/ Antonio Tabucchi/ Çeviren: Hünir H. Göle/ Can Yayınları/ 176 s. Önemi Olmayan Küçük Yanlış Anlamalar, Antonio Tabucchi’nin öykülerini içeriyor. Yazar, öteki kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da bir dizi yeni kişi çıkarıyor okur karşısına. Bu kişilerde yine bir hüzün, bir yitirilmişlik duygusu, bir pişmanlık acısı var. Yazgılarının tutsağı gibi görünüyorlar ve adım adım kaçınılmayana varıyorlar. Yaşamdan öç almaya kalksalar da, boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Tabucchi’nin “yanlış anlama” diye geçiştirdiğinin, tüm bir yaşam olduğu algısı kalıyor geriye. “Günün birinde oynadığımız rol gerçek olur...” Tabucchi’nin kahramanları çok önemli ya da ön plana çıkan kişiler değil; ama hemen hepsinde insancıl nitelikler ağır basıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında doğup büyümüş Avrupalı bir aydın olan Tabucchinin bütün yapıtlarında, özellikle İtalya ve Portekiz’deki faşizm mirasına ve toplumsal adaletsizliğe karşı duyduğu öfke, etkin bir biçimde dile geliyor. Kara Bahar/ Unica Zürn/ Çeviren: Osman Çakmakçı/ Salyangoz Yayınları/ 80 s. Evdeki mutsuzluktan dolayı sinirli ve ümitsiz olan kız, bir bıçak alıp oyuncak bebeğin gözlerini oyuyor. Bebeğin karnını yarıp açıyor ve pahalı elbiselerini paramparça ediyor. Kızın bu davranışı karşısında, büyüklerin ağzından tek kelime çıkmıyor. Kız dikkatli gözlerle babasını inceliyor, güzel kadına bakarken kendisini nasıl kaybettiğini ve küçük kızın varlığını nasıl unuttuğunu görüyor. Kızın içi korkunç bir yalnızlık duygusuyla doluyor. Büyüklerin dünyasından nefret etmeye başlıyor... İster misiniz, aralık ayında Stockholm’de yapılacak Nobel edebiyat ödülü töreninde, soykırımı dile getiren Pamuk yerine, ulusal kıyafetleriyle bir Ermeni kadın çıksın ve… Hayır! Bunu beklemiyorum. Orhan Pamuk “Hawkings gülüşü”yle ödülünü alacaktır. Asıl önemli olan, o gün yapacağı konuşmadır. Nobel’i kazandığının açıklandığı 12 Ekim günü Fransa meclisinden geçen “Ermeni tasarısı”nın düşünce özgürlüğünde açtığı derin yara hakkındaki tasasını bir aydın olarak dile getirirse, kitaplarını yazdığı dille konuşan, düşünen okurlarında açtığı “kara delik”leri kapatacağı umudunu taşıyorum. Kütüphanemde bir rafı boşalttım ve oraya Nobel kazanan yazarların kitaplarını dizdim: Hemingway, Neruda, Montale ve diğerleri… Bu güzel insanların arasına bir de Orhan Pamuk’un kitabını koydum… Ve çok mutlu oldum. Karşımda dünyanın en güzel manzarası vardı… Evet, bu özlemini duyduğumuz, kütüphanelerimizde görmek istediğimiz bir görüntüydü… Nobel ödülünün adının geçtiği edebiyatımızdaki tek şiir geldi aklıma sonra!.. Ataol Behramoğlu’nun şiiriydi; burada, şiir kitaplarına ayırdığım duvarda olmalıydı… Buluyorum!.. Şiirin adı uzun, neredeyse kendi kadar: ‘‘Bir Hastalığın Ertesinde Şili’nin Paris Büyükelçiliği’nde Karşılaştığım Neruda’ya İlişkin İzlenim”. Hititoloji anıt adamını yitirdi ANKARA Türkiye’nin “ilk” Hititoloğu ve “son” Ordinaryüs Profesörü Sedat Alp (93) yaşamını yitirdi. Dr. Alp, gerek “çivi” ve gerek “hiyeroglif” yazılı Hitit metinlerinde pek çok sözcüğün anlamını çözerek Anadolu tarihinin aydınlanmasına hizmet etmiş değerli bir bilim adamı ve çelebi bir insandı. Atatürk döneminde Avrupa’ya öğrenime ilk gönderilen, sınav kazanmış gençlerden biriydi. Almanya’ya “tarih” okumak amacıyla gönderilmiş, ancak dinlediği bir konferans üzerine “Anadolu uygarlığına” ve özellikle “Hitit dili bilimine” yönelmek istemişti. Berlin öğrenci müfettişliği Alp’in isteğini Türkiye’ye iletmiş, Ankara’dan “bir hafta içinde olumlu yanıt” gelmişti. Leipzig’e geçerek 1934’te üniversitede Hititoloji eğitimi gören ilk Türk öğrencisi oldu. Ancak, Hititler yazıyı Sümerlerden aldıkları için Asuroloji dilindeki çivi yazılı tabletler üzerinde çalışmak için önce bu eski dili öğrendi. 1940’ta doktorasını Almanya’da tamamladıktan sonra döndüğü Ankara DTCF’de bir yıl içinde doçentlik sınavını kazandığında Hitit metinlerinde geçen “tanrı duaları” adlı bir bildiri sundu. 1948’de profesör oldu ve daha sonra ordinaryüs unvanı verildi. Bazı mühürlerde çivi ve hiyeroglif yazıların birlikte kullanılmışlığıyla hiyeroglif sözcükler çözülür olmuştu. Ancak Alp, bu konuyu bir aşama daha ileri götürerek yalnızca hiyeroglifle yazılmış Hitit kral mühürlerini okumayı başardı. Alp’in önemli başarılarından biri de bazı Hitit kentlerinin adlarını ve yerlerini saptaması, Maşathöyük’te bulunan bazı tabletlerdeki kral mektuplarını çözümlemesidir. Çeşitli uluslararası bilimsel toplantılara bildiriler sundu, yüz kadar bilimsel makale yayımladı ve 10 kitap yazdı. Türk Tarih Kurumu ve yabancı bilim akademi üyeliklerine seçildi, 195658 yılları arasında DTCF Dekanlığı yaptı. Bu arada 1953’te Konya’da Karahöyük’te arkeolojik kazıları yönetti. Alp’e, Aydın Doğan Vakfı Arkeoloji Ödülü’nden başka çeşitli ülkelerden değişik unvanlar, madalyalar ve nişanlar verildi. 1913’te Selanik yakınında Karaferye’de doğan Alp, bugün DTCF’deki törenin ardından Kocatepe Camii’nde kılınacak namazdan sonra Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilecek.