28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİM CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Ekim günü TürkiyeAB ilişki12 lerinde “başka” bir tarih yazıldı. Ermenilere yönelik soykırım iddialarını reddenlere ceza getiren yasa tasarısı Fransa Ulusal Meclisi’nde o gün kabul edildi. 577 üyeli meclisin yalnızca dörte birinin geldiği bu oturuma üyelerin çoğu “Ermeni seçmen korkusundan” katılmadı. Fransa meclisi 12 Ekim’de bir azınlık kararıyla tarihi siyasete esir etti. Demokratikleşme sancıları yaşayan Türkiye aynı gün, bugüne kadar kendine örnek almış olduğu büyük bir ülkenin düşüşünü izledi. AB’nin ifade özgürlüğü konusunda eleştirdiği Türkiye, Avrupa değerlerindeki erozyonun canlı şahidi oldu. Ne AB’nin Türkiye destekçisi kanadından gelen Fransa’ya yönelik uyarılar ne de tehlike çanlarını son anda duyan Türk diplomasisi bunu engelleyebildi. Ankara hükümetinin yasa tasarısı görüşülmeden önce savurduğu ekonomik ve siyasi tehditler ise AB’ye kafasını çevirmiş Fransa için sinek vızıltısından öteye gidemedi. Türkiye AB yolunda Kıbrıs yüzünden uzaklaştırmaya çalıştığı darbeyi başka bir yerden aldı. Bu kararın zamanlamasına baktığımızda AB içinde anayasa kriziyle başlayan “duraklama döneminin” böylesi bir gelişmeye katkısı olduğu gözlenebilir. Fransa’da anayasa referandumunda Türkiye karşıtlığının kullanıldığını hatırlamak gerekli. AB’nin yaşadığı genişleme yorgunluğunun lokomotif ülkesi haline gelen Fransa’da kamuoyu yaygın bir biçimde genişlemeye karşı. AB’nin ülkede ekonomik ve siyasi sorunlara çözüm getiremediğini düşünen halktan oy koparmaya çalışan siyasetçi ise Avrupa politikalarından çok iç meselelere odaklanıyor. Arada sırada kendi işine gelen Ermeni meselesini Türkiye karşıtlığına yem yapmak dışında. AB siyasetinde büyük önem taşıyan kurucu ülke Fransa’nın böylesi bir siyasi krize girmesi doğal olarak AB’nin işleyişini engelliyor. Anayasa krizini “düşünme dönemi” alarak çözüme ta Papa Manuel II’nin nesi olur? Papa’nın, “İslamın silahlı ve akılsız, Hıristiyanlığın ise barışçıl ve akıllı” olduğu mesajı veren konuşması, 2006 yılına tevarüs eden bir Haçlı ruhu olarak ciddi bir sorun örneği oluşturmuştur. Salt tarih alanından bile ona dair söylenmesi gereken daha epeyi şey var. Papa’nın, söz konusu fikrini Manuel II. Paleologos üzerinden gerekçelendirmesinin meşruiyeti bile ciddi bir tartışma konusu. “Papa, Manuel II’nin nesi olur?” şeklindeki ironik başlığıyla (23 Eylül 2006, Radikal) soruna bu bağlamda değinen Haluk Şahin, “Papa’nın Bizans İmparatoki bir ifadesini paravan olarak kullanması nedeniyle. İkincisi böylesi alıntı istismarı yapan Papa’nın, tarih boyunca Ortodoks inancını tasfiye etmeye çalışmış, üstelik bu yolda katliam silahını da kullanmaktan çekinmemiş bir geleneğin yetkilisi olduğunu unutturmaya çalışması nedeniyle. Görüldüğü gibi, kendi düşüncesini, Hıristiyanlık içi tarihsel muarızına söyletmek gibi ciddi bir ahlaki sorunla karşı karşıyayız. Tarihteki en büyük yağma ve kırımların, en büyük sekterlik ve iç baskıların, yani kılıçlı bir siyasetin mirasçısı olduğunu unutan Papa’nın, İslamiyete dair yaptığı tek yanlı suçlama, ne denli kaba bir çifte standart ve ne tipik bir Haçlı zihniyetinin temsilcisi olduğunu gösteriyor. Bu da AB üyeliğimize karşı çıkarken nasıl bir zihniyet arka planıyla davrandığını gösteriyor. Kuşkusuz “kılıçlı siyaset” tüm dinlerin ve imparatorlukların doğasında var. Kendi doğal yerleşim alanındaki halkın haklarını kutsamak yerine, başka halkların toprakları ve inanç özgürlükleri üzerinde hak iddia edebilen her ideolojinin ortak bir özelliği ile karşı karşıyayız. Böylelerinin tarih boyunca temel sorun çözme yöntemi kılıç olmuştur. İşin içine Tanrı’yı karıştırdıklarında ise sorunun ahlaki boyutu daha da büyümüştür. Bu noktada kılıcın fiilen kullanılması da gerekmiyor. Onun varlığıyla halkları ve inançları boyun eğdirmek, değişmeye zorlamak veya haraca bağlamak da aynı anlama geliyor çünkü. Oysa insanların, hiçbir dışsal müdahale olmadan yaşama ve inanma hakkından daha kutsal bir şey yok. Ancak bazı kurum ve zihniyetlerin kendi silahlı siyasetlerini ‘meşru bir hak’, ötekinin yaptığını ise ‘hak ihlali’ görmek gibi bir çiftestandardı var; ne yazık ki bu ruh, 2006 yılında bile aramızda dolaşmaya devam ediyor. Siyaset ile kılıç arasındaki bu ilişki sadece farklı dinler arasında değil, aynı dinden farklı mezhepler ve otoriteler arasında da korkunç katliamlar şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Kendilerini ‘Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi’ gören otoriteler, bu ideolojik önkabulün verdiği uzlaşmazlıkla kendilerine direnen her türden seçeneği ezme veya yargılama yoluna gidebiliyorlar. Bunu ‘Tanrının isteğini yapmak’ olarak meşrulaştırıyorlar ve bu durumdan kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için faydalanıyorlar. Bu nedenle ‘kutsal savaşın’ sonunda ekonomik birikimlerin talanı gerçekleşiyor. Papa II. Urban’ın 1095 tarihli Clermont’taki çağrısıyla başlayan Haçlı Seferleri, Hıristiyanlığı silahlı siyaset haline getirirken talan ve kırımın da en barbar uygulamalarından birini gerçekleştirecekti. ÖLÜM ÇANLARI Clermont Konsili sonucunda Haçlı Seferini başlatan II. Urban’un gerekçesi Türk yayılmasına karşı Doğu Hıristiyanlarının yardımına koşmaktı. Oysa “Bizans adına Anadolu’yu kurtarmak” (BarreauBigot) bahanesiyle başlayan bu savaşlar, belli bir zaman sonra Ortodoksluğun asimilasyonu ve Bizans’ın fethi amacına dönüşecektir. İşin Müslüman ve Yahudilerle ilgili korkunç barbarlık boyutu bir yana, Bizans’la ilgili kısmı bile, bu “kutsal savaş” eyleminin ne denli korkunç bir bağnazlık olduğunu göstermeye yeter. Kiliseler arasında süren görüşme, yazışma ve tartışmalar da bu hakimiyet savaşının diplomatik kılıfı olarak şekilleniyordu. Bu koşullarda Bizans’ın, İslam yayılması karşısındaki sıkışıklığı ve yardım talebi, Papalığın bu hakimiyet amacını gerçekleştirmesi için bir fırsat olacaktı. “Kâfir Türklere karşı doğudaki kardeşlere yardım”, gerçekte Doğunun ideolojik aygıtını ortadan kaldırmak ve kardeşlerin asimile edilmesini hedefliyordu. Kendi yardım talepleri sonucunda başlamış olsa da, Bizans imparatoru ve halkı, Haçlı seferlerinin kendi egemenlik alanlarına yönelik tecavüzlerinden hoşnutsuzdu. Yol güzergahının boğazdan geçmesi de, onları olası bir işgale karşı korkutuyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulma kaygısına düşmüşlerdi. Buna karşılık Latinler açık bir diyet beklentisi içindeydi. Bu süreçte iyice yükselen dinsel bağnazlık nedeniyle, Bizans’ın bu mesafeli duruşu ve Papalıkla birleşmemesi düşmanlık olarak görülüyordu. Nitekim Alman İmparatoru VI. Heinrich 1195’te Konstantinopolis’ten geçme iznini kopardığında “aslında Bizans İmparatorluğunu fethetmeyi ve başkentini ele geçirmeyi düşlüyordu”. Bizans İmparatoru III. Aleksios’u aşağılayan ve ek vergi talebinde bulunan mektubunu da bunun ortamını hazırlamak için kaleme alıyordu. (Robert Matran). Bizans için adeta ölüm çanları çalıyordu, ama henüz Müslümanlardan değil, atalarının yardım istediği Katolik Hıristiyanlardan! 4. HAÇLI SEFERİ 1204 öncesinde taraflar arasındaki farklılık azalacağına iyice billurlaşmış, Katoliklerin Ortodokslara karşı olduğu kadar Ortodoksların da Katoliklere karşı kuşku ve nefreti klişelere dönüşmüştü: Rahiplerin 4. Haçlı seferi ordularına seslenişlerine tanık olan Khoniates, farkına vardığı gerçeği, “lanet olası Latinler (...) bizim mallarımıza göz dikmişler ve ırkımızı yok etmek istiyorlar (...)” diye dillendirecekti. Gerçekten de söz konusu rahipler, “sapkın Yunanlılara saldırmanın caiz olduğunu” ileri sürüyorlardı (M Balard). Bizans içi taht kavgaları da bu fetih amacının bahane olarak kullanılacaktı. Bu kapsamda II. İsaakios’un çocuklarından tahta çıkamayanın talebi Haçlılarca Temmuz 2003’te şehre saldırma gerekçesi olacaktı. Bu saldırıyla III. Aleksios’u devirip kardeşi IV. Aleksios’u imparator yapacaklardı. Ama bu bir yardım olmaktan öte işbirlikçi bir kral edinerek kente yerleşme, zenginlikleriyle gözlerini kamaştıran kenti yağmalama ve Ortodoksluğun Katolikleşmesini sağlama operasyonundan başka bir şey değildi. Daha bu işgal öncesinde başlayacak olan vahşet, 5 Temmuz 2003’te yerleştikleri Yahudi gettosunu ateşe vererek bütün Yahudileri yakarak öldürmeleriyle (D. Jakoby) kendini gösterecekti. Ancak IV. Aleksios, Haçlılara verdiği 200 bin Mark ve 10 bin asker sözünü yerine getiremeyeceği gibi Patrikliği de Papalığa katılmaya ikna edemeyecekti. Bu temelde başlayan baskılar karşısında Halk, Latinlere ve işbirlikçi İmparatora karşı ayaklandılar. Arap tarihçi İbn elEsir, bu döneme ilişkin; “Frenkler halka çok ağır vergiler koydular ve ödeme olanaksız hale geldiğinde, bütün altınları ve mücevherleri, hatta haçların ve mesih ikonalarının üzerinde olanlarını da aldılar. Rumlar bunun üzerine ayaklandılar, genç hükümdarı öldürdüler, sonra Frenkleri şehirden atıp kapılara barikat kurdular. Mevcutları çok az olduğundan Kılıçaslan’ın oğlu Konya Sultanı Süleyman’a yardıma gelmesi için haber yolladılar. Ama o bunu yapamadı” diye yazacaktı. C Şapka 13 ru Manuel II Paleologos’un sözlerinden yararlanmaya hakkı olup olmadığını soranlara rastlanıyor. Öyle ya, Bizans İmparatoru ‘günahkâr’ bir Ortodoks idi. O dönemin en büyük teolojik kavgaları Katoliklerle Ortodokslar arasındaydı. Manuel II acaba imparatorluğunu perişan etmiş olan Katolikliğin şiddet kullanmayan barışçıl bir inanç olduğuna mı inanıyordu?” diye soruyor. Soru oldukça anlamlı. II. Manuel’in, Katoliklik hakkında İslam’dan farklı düşündüğünü sanacak kadar saf bir Papa ile karşı karşıya olmadığımız kesin. Ama bu kadar rahat alıntıladığına göre, en azından dinleyicilerinin öyle düşünmesini istediği, hatta yekpare bir Hıristiyanlık algısı yaratmaya çalıştığı da kesin. AHLAKİ SORUN Oysa tarih bambaşka bir gerçeğe işaret ediyor. Ortodoks inançlı halk için bugün bile unutulmaz vahşetteki Konstantinopolis işgal ve yağmasının anıları, (1204), II.Manuel (13501425) için henüz çok tazeydi. Üstelik Hıristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezhepleri arasındaki çelişki öylesine “uzlaşmaz”dı ki, bazı tarihçiler, Haçlıların bu saldırısını bunun “mantıki sonucu” (M. Balard) görürler. 1453’te II.Mehmet’in kuşattığı zaman bile Ortodoks halkın ciddi bir kesiminin duyguları, “Bizans’ta Papanın serpuşunu görmektense Osmanlının sarığını görmek yeğdir” şeklindeydi. Nitekim bu duyguyla, Osmanlıya karşı son ana kadar çarpışacak, ama Katolik Kilisesiyle birleşmeyi kabul etmeyeceklerdi. Bu bağlamda dindar ve entelektüel kişiliği de dikkate alınacak olursa, II. Manuel’in Katolikliğe karşı epeyi sorunlu bir bakış açısına sahip olduğu kesin. Dolayısıyla mezarından kalkabilmesi halinde Papa Benedik’in yakasına sarılacağı kesin. Birincisi, İslamiyet hakkındaki düşüncelerini doğrudan ifade etmek yerine, 600 yıl önce şıyacağını savunan AB, aslında Fransa’da gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini bekliyor. AB Fransa’daki seçimlerin ardından daha sağlam bir siyasi iradeyle anayasa konusunda vites değiştirme hayalleri kuruyor. Anayasa krizine bulunacak çözümle Avrupa içinde başgösteren genişleme kuşkuculuğunun giderek azalma rüyası da cabası. Oysa Fransa’daki gelecek seçimlerde güçlü adaylar olarak görülen içişleri bakanı Nicolas Sarkozy ve sosyalist milletvekili Segolene Royal gibi siyasetçiler Türkiye’nin AB’ye üyeliğine mesafeli bakıyor. Üstüne seçimlere yakın bir zamanda Ermeni meselesinin senatoda gündeme getirilmesi olasılığını eklediğinizde Fransa siyasetinin orta vadede Türkiye yanlısı bir tutum alacağını düşünmek neredeyse imkansız. Öte yandan Türkiye’nin Fransa’da çıkarılan yasa tasarısına tepkisiz kalması siyasi bir boyun eğme anlamına gelecek. Türk hükümeti zedelenen onurunu onarmak adına Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın Başbakan Tayyip Erdoğan’ı aradığını basına övünerek duyurdu. Ancak bundan sonra Fransa’ya karşı atılacak somut siyasi adımların çizelgesi ise henüz çıkarılmış değil. İkili ilişkilerde çıkarlar kapalı kapılar arkasında konuşulup oldu bittiye gelebilir. Ancak Fransa’nın bu tutumu kısa vadede diğer Avrupa ülkelerinde örnek alınmaya başlarsa Türkiye’nin AB sürecinde karşılaşacağı siyasi sıkışmayı ne tehdit ne de boykotlarla aşmak mümkün olacaktır. Avrupa kamuoyunun Ermeni meselesinde Türkiye’yi suçlu gösteren siyasete destek vermeye başlaması ise bu sürecin bir çıkmaza saplanmasının diğer ismidir. Türkiye’de demokratikleşme sürecine destek veren kesimlerin “böylesi bir Avrupa’nın örnek alınacak bir tarafı” olmadığını haklı olarak düşünmeleriyse bu projenin ölümü demektir. İşte tüm bu nedenler yüzünden Türkiye 12 Ekim sonrası şapkasını önüne koyup iyi düşünmelidir. Evcil kedinin atası bir mezarda kedi iskeleti bulduklarına dikkat çeken Caneva, ‘‘AraştırMERSİN İtalyan arkeolog Prof. malarda o dönemde Yumuktepe’de Dr. İsabella Caneva, Mersin merkezen çok görülen hayvanın fare oldude bulunan Yumuktepe höyüğünde ğunu tespit ettik. Hem sokaklarda 9 bin yıldır kesintisiz yerleşim olduhem de evlerde yüzlerce fare vardı. ğunu belirterek höyüğün açık hava Yumuktepeliler bu nedenle kediyi müzesi yapılması için çalışma başevcilleştirmeyi öğrendiler’’ dedi. Bulatacaklarını söyledi. Son kazılarda güne kadar en eski kedi iskeletinin 6 bin yıllık bir ev kedisi mezarı bulKıbrıs’ta bulunduğunu anlatan Caduklarını açıklayan Caneva, kedinin neva, ‘‘Ama orada bulunan kedinin ilk kez Yumuktepe’de evcilleştirilmiş atası yerel değildi yani adaya başka olabileceği üzerinde durduklarını yerden getirilmişti. Yumuksöyledi. tepe’de geç neolitik 9 Caneva, son kazı döneçağ tabakasında bulminde, yangınla yok olduğumuz kedinin bin yıldır muş bir kerpiç ev kalınatasının ise Anakesintisiz yerleşim tısı bulduklarını, MÖ dolu’da olduğuolduğu ortaya çıkan 6500 yılına tarihlenen nu düşünüyoevin, dönemin tarım ruz’’ diye konuşYumuktepe’nin açık düzeyi hakkında tu. hava müzesine önemli ipuçları verdiProf. Dr. Cadönüştürülmesi için ğini anlattı. Bu döneva, Mersin nemde Yumuktepe’de kent merkezinin çalışma tarımın ileri düzeyde olortasında yer alan başlatıldı. duğunu belirten Caneva, Yumuktepe höyüğü‘‘Buğday, zeytin ve incir bunün, açık hava müzesi lundu. Aynı tabakada bulunan kurulması için gereken özelhayvanların hepsi evcil. Daha sonra likleri taşıdığını da belirterek şunları Hititler ve Bizans dönemine denk söyledi: ‘‘Mersin Valiliği projemize gelen tabakalarda hayvan avcılığına destek verdi. Bugün park olarak kuldair izler bulduk. Yumuktepe’nin bir lanılan höyüğün ortasından geçen buluşma noktası olduğunu düşünümerdiveni korumayı ve her bir basayoruz’’ dedi. makta bir çağın eserlerini sergilemeKazılarda geç neolitik döneme ait yi düşünüyoruz.’’ ABİDİN YAĞMUR İşgal ve yağma Halk işbirlikçi kral IV. Aleksios’u ve babası II. İsaakios’u boğup Haçlıları şehirden kovmayı başaracaklardı. Ancak ardından gelen büyük saldırıyı göğüsleyemeyerek Nisan 2004’te yenileceklerdi. Haçlıların bundan sonra gerçekleştireceği yağma, tecavüz ve tahribat korkunçtu. Öyle ki kutsal mekanlar dahil, pek çok yer yakılacaktı. Kadınlara tecavüz edilirken kitlesel katliamlar yaşanacaktı. Paraya çevrilebilecek herşey yağmalanıyordu. Kiliseler bu yağmadan en küçük anlamda kurtulamıyor, mezhep farklılığı temelinde Ortodoks kutsal yerlerin yağması dinen meşrulaştırılıyordu. Sökülebilenler sökülüyor, sökülemeyenler tahrip ediliyordu. Ölmüş imparatorların mezarları bile açılıp yağmalanıyordu. Altın ve gümüşler dışında tunç levhalar bile paraya çevrilmek üzere eritiliyordu. Şehrin estetik birikimleri, heykeller, tablolar Roma’ya, Venedik’e, Paris’e ve diğer Avrupa şehirlerine taşınıyordu. Her alanda korkunç bir kırım gerçekleştirilecek Ortodoks direncin ve Haçlı seferlerinin başarısızlığının acısı Konstantinopolis’in halkından çıkarılacaktı. Latin komutan Flandre kontu Baudouin, Latin İmparatorluğu adıyla yeni kurulan devletin, İmparatoru seçilirken, Venedikliler de kentin sekizde üçünü, en iyi limanlarını, Ege adalarını Batıdan gelen yolların denetim hakkını ve Latin patriğini atama yetkisini alacaklardı. Latinlerin girdikleri şehir dünyanın o dönemdeki en gelişkin merkeziydi . Robert de Clarri; “Dünya yaratıldığından beri, ne İskender’in ne Şarlman’ın zamanında, ne onlardan önce ne de sonra bu kadar soylu, bu kadar zengin bir mülk ne görüldü ne de fethedildi” diye kaydedecekti. (Tania Velmans) FELAKET Latin Krallığı, Bulgarların ve İznik’e kaçan Bizanslılar’ın yinelenen hücumları sonucunda1261 yılında yıkılacak, Bizans İmparatoru Aleksi Paleolog İstanbul’a gelerek imparator olacaktı. Bizanslılar 25 Temmuz 1261’de Konstantinopolis’i geri aldıklarında bir harabeyle karşılaşacaklardı. 1204’teki tahribat sonrasında Latinler şehri onarmamıştı. Kiliselerin bazısı ahır olarak kullanılmış, saraylar içerde yakılan kömür nedeniyle simsiyahtı. Hipodrom harap olmuştu. Şehrin nüfusu 50 bine düşmüştü. Öyle ki Konstantinopolis 1204 felaketinin izlerini birdaha asla silemeyecekti. (R.Matran) Bu sürecin sonucunda taraflar birbirlerini aforoz edecekti. Öyle ki bu aforozlar 1964 yılına kadar sürecek ve iki kilisenin, iki mezhebin ilişkisini de belirleyecekti. Muazzez İlmiye Çığ’a ödül atandaşlık Tepkilerim’ adlı kitabında başörtüsünün ilk ‘V olarak Sümerlerde nasıl kullanıldığını anlattığı için hakkında dava açılan Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), Atatürk’ün 125. yaşı anısına “Çağdaş Yaşam Ödülü” verdi. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maçka Sosyal Tesisleri’nde yapılan ödül törenine ÇYDD Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Türkel Minibaş, tarihçiyazar Necdet Sakaoğlu’nun yanı sıra çok sayıda kişi katıldı. Ödülünü Prof. Dr. Minibaş’ın elinden alan Çığ, kendisi hakkında açılan dava ile ilgili olarak, “Ben fikir suçlusu değil, bilim suçlusuyum. Sümer tabletleri, başörtüsünün ilk olarak kendilerinde kullanıldığını söylüyor. Ben bilimsel gerçekleri söylediğim için ceza alacaksam kimseden bunun için yardım istemiyorum” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle