02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 C S TRATEJİ C S Varsıllaşmaya evet, egemenlik devrine hayır… TRATEJİ 13 İrlanda AB’yi veto etti Erhan AKDEMİR Ankara Üniversitesi ATAUM AB Uzmanı vrupa Birliği (AB) başlangıcından bu yana sürekli evrilen bir proje olarak durmadan kılık değiştiriyor. Bu bağlamda da Birliğin kurumsal kimliği ciddi bir biçimde farklılaşıyor. Yaşanan bu her değişimin öncesi ise oldukça sancılı geçiyor. AB bunun en son örneğini ise 2005 yılında Fransa ve Hollanda’nın Avrupa Anayasası’na ret cevabı vermesinden sonra İrlanda’nın Lizbon Anlaşmasına verdiği hayır cevabıyla yaşıyor. Her şeyden önce son gelişmelerin ne AB’nin ne de İrlanda’nın AB’ye yaşattığı, ilk büyük kriz olmadığını unutmamak gerekir. A S Avrupa Birliğinin kurucuları ve yönlendiricilerinin, yapının kurumsal niteliğini derinleştirmek amacıyla çalışmasına karşın son yıllarda işler istenildiği doğrultuda yürümüyor. AB’ye katılmasının ardından ekonomik durumu iyileşen, üretimi artan İrlanda’nın, Lizbon Anlaşması’nı veto etmesi yeni belirsiz bir süreci başlattı. götürülseydi benzer sonuçlar ortaya çıkar mıydı? Bu sorunun cevabına AB çekinerek ve istemeyerek de olsa "evet" demek zorunda kalıyor. Hatta İrlanda’nın olumsuz cevabının ardından AB kamuoyu, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Avusturya, İsveç, İtalya, İspanya, Belçika gibi ülkelerin de İrlanda benzeri sonuçlar verebileceğini tartışıyor. Zaten bu nedenle de AB temsilcileri Lizbon Anlaşması’nı halkoyuna değil üye ülkelerin parlamentolarına sunma kararı almışlardı. AB’nin referanduma gitmeye sıcak bakmamasının altında yatan en temel sebep ise AB’nin AB üyesi birçok ülkenin sokaklarındaki vatandaşlardan uzak ve onların sorunlarını ya da kaygılarından habersiz görünüyor olmasıdır. AB karar alıcılarının da sokaktaki insanları bilgilendirmedikçe, onların endişelerini gidermedikçe yani AB daha demokratik bir hale gelmedikçe de AB’nin referandumlarda sorunlar yaşayacağı görülüyor. "Hayır" cevabı veren İrlanda’nın nedenleri arasında da yukarıda dile getirilen sıkıntıların etkisi görülüyor. "Hayır" da İrlanda halkının önemli bir kesiminin halkoyuna sunulan Antlaşmanın içeriği hakkında tam bir bilgiye sahip olmamaları ön plana çıkıyor. Bunun yanında vergi, savunma ve kürtaj gibi konularda da İrlanda halkı kendi kurallarından vazgeçilmesine pek sıcak bakmamaları ön plana çıkan diğer bir konu. Ancak çok daha ön plana çıkan nokta ise, İrlanda halkının Brüksel’e egemenlik devri konusundaki endişeleridir. Her ne kadar İrlanda AB üyeliği ile birlikte yüksek istihdam oranını yakalamış, üretkenlikte hızlı bir artış kaydetmiş genel olarak ekonomik refaha kavuşmuşsa da İrlandalılar aslında daha çok kendi ulusal egemenliklerinin zayıflayacağından duyduğu endişeler açısından Lizbon Anlaşmasına "hayır" cevabını verdiler. Bu bağlamda yapılan bir çok araştırma da güvensizlik hissinin "hayır" yanıtında önemli rol oynadığını ortaya koyuyor. Gelinen noktada AB'nin siyasi geleceği açısından büyük önem taşıyan Lizbon Anlaşması’nın, planlandığı gibi 1 Ocak 2009'da yürürlüğe girmesi oldukça zor görünüyor. 19–20 Haziran 2008’de gerçekleştirilen AB zirvesi sonuç kararlarında da bunu destekler ifadelere yer verilirken, AB’nin karar alıcı mercileri ve liderleri referandum sonucunu analiz etmesi için İrlanda’nın daha fazla zamana ihtiyaç duyduğunu kabullendiler. Ancak diğer yandan AB’nin farklı kesimleri 2009 Haziranında gerçekleştirilecek olan Avrupa Parlamentosu seçimlerine dikkat çekerek, İrlanda’nın bu seçimler öncesinde tekrardan referanduma gitmesi yönünde görüş belirtiyorlar. Lizbon Anlaşması’nın Türkiye’yi ilgilen en önemli yanı ise bu durumun genelde AB’nin genişleme politikasına olan etkisi özelde de Türkiye–AB ilişkilerine olan etkisidir. AB bu konuda ikiye ayrılmış gibi görünüyor. Taraflardan biri oylamada reddetmesi 29 Mayıs ve 1 Haziran 2005 tarihinde Fransa ve Hollanda’nın Avrupa Anayasası’nı veto etmeleri gibi birçok defa siyasi ve mali konularda çok ciddi krizler yaşayan AB, her defasında, bu krizlere bir çözüm yolu bulmuştur. Lizbon Anlaşmasına İrlanda’nın hayır cevabına da muhtemelen "bir tür çözüm" bulacaktır. Burada temel İYASİ BİRLİK YOK konu ise ekonomik bütünleşme sürecinde başarılı sayılabilecek bir süreç yaşamış olan AB’nin siyasi 30 Ağustos 1954 tarihinde Fransa’nın, Avrupa bütünleşme konusunda aynı derecede başarı Savunma Topluluğu oluşturulmasına ilişkin kaydedemediğidir. Bu da bize ülkelerin tarihsel ve antlaşmayı veto etmesi, 14 ocak 1963’de dönemin kültürel açıdan belirgin farklı kimlikler taşıdığı Fransa Cumhurbaşkanı de Gaulle’ün 1961’de tam Avrupa’da bir "Avrupa Birleşik Devletleri" üyelik başvurusu yapan İngiltere’yi veto etmesi, 1 yaratmanın o kadar da kolay olmadığını Temmuz 1965’de yine de Gaulle’ün karar alma göstermektedir. Bu uzak bir gelecekte bir şekilde mekanizmalarında oybirliğinden çoğunluk sistemine gerçekleşecek olsa bile, bu sürecin oldukça inişgeçilmesini engellemesi ve altı ay boyunca çıkışlı, sancılı olacağı söylenebilir. toplantılara katılmayarak "boş sandalye" krizi Dünyada başka bir örneği bulunmayan AB, dünya yaşatması, 2 Haziran 1992’de Danimarka’nın Avrupa tarihinde devletleri biraraya getiren en başarılı örgüt Ekonomik Topluluğu’nu AB’ye dönüştüren olma özelliğini taşıyor ve üyeleri arasında savaşlar Maastricht Antlaşması’nı ilk referandumda yaşanmadan iktisadi büyüme başarıları sağlanıyor reddetmesi, 8 Haziran 2001 tarihinde İrlanda’nın olsa da Birlik üyesi devletlerin halen topluluğa AB’yi genişlemeye hazırlayan Nice Antlaşması’nı ilk yetkilerini devretmeye hazır olmadıkları da ortadadır. Referandum sonucundan memnun olan İrlandalılar... Bugün halen Avrupalıların çoğu, AB’nin başkenti Brüksel ve orada işleyen karar alma süreçlerini kendi dünyalarına çok uzak görüyorlar. Sürekli olarak ulusal kimliklerin kaybedilmesi ve tek bir Avrupa kimliği oluşturulması yönündeki çabalardan endişeyle söz ediyorlar. Bu da yine bize AB içinde halk düzeyinde henüz "Avrupalılık" anlayışı veya "Avrupa kimliği" duygusunun yeterince gelişmediğini gösteriyor. Bu sonuçta ulusal çıkarların daha da geri plana atıldığı bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin şu aşamada oluşumunun zorluğunu ortaya koyuyor. AB’nin, İrlanda’nın hayır cevabına rağmen genişleme politikasını sürdüreceğini ve Lizbon Anlaşması’nın getirdiği zorluklara rağmen AB Batı Balkanlar ve Türkiye’yi kapsayan genişleme planına bağlı kalacağı görüşünü savunuyor. Diğer taraf ise ortaya çıkan sonuçtan TürkiyeAB ilişkilerinin de etkileneceğine vurgu yaparak genişlemenin ve aday ülkeler ile süren müzakere süreçlerinin "gerekirse" askıya alınabileceği görüşünü savunuyor. Bu noktada tartışılan konu ise Lizbon Anlaşması’na hayır demenin genişlemeye hayır demek anlamına gelip gelmeyeceğidir. Bu konuyu Türkiye özelinde inceleyecek olursak, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’nın "hayır"larından sonra Türkiye–AB ilişkileri oldukça sorunlu bir dönemden geçmişti. "Hayır"ların nedenleri Türkiye üzerinde aranmış ve birçok sağcı politikacı bu aşamada Türkiye’yi "suçlu" olarak göstermişti. Aynı durumun bugün de yaşanması ihtimali maalesef bulunmakta. Anlaşmanın reddinden bugüne kadar Türkiye karşıtları bu sonucu kılıf olarak kullanıp Türkiye–AB tam üyelik müzakere sürecini dondurmak için türlü çabalar içerisine girme hevesinde görülüyorlar. İrlanda referandumu... AB’NİN ENERJİSİ TÜKENİYOR AB daha bütünleşmiş bir yapıya kavuşmak için kurumsal derinleşmesini tamamlamak arzusundayken, diğer yandan kendi üyeleri arasında yaşanan fikir ayrılıkları ve çıkar farklılıkları da devam etmektedir. Genel olarak AB’ye üye ülkeler arasında AB’nin gideceği yol konusunda derin bir tedirginlik olduğu dikkat çekiyor. Özellikle AB’nin önde gelen ülkeleri arasındaki tutum farklılıkları AB’nin ufak sarsıntıları bile çok şiddetli biçimde hissetmesine neden oluyor. Fransa’da Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı ile birlikte geleneksel Fransa–Almanya ekseninde yaşanan kırılma, İngilizlerin desteklediği farklı yapıdaki AB ve bu ülkeler arasında yaşanan güç mücadeleleri AB’nin enerjisini büyük oranda tüketmektedir. Bilindiği gibi İngilizlerin desteklediği sav AB’nin güçlü bir siyasi bütünleşme olmadan geniş bir serbest ticaret bölgesi olarak gelişmesidir. Bu çerçevede İngiltere, AB’nin daha Anglosakson, daha neoliberal bir yapıya dönüşmesini destekleyerek, AB bütünleşme modelini daha gevşek olan ama daha geniş alanda varlık gösterecek bir ekonomik birlik haline dönüştürmek istiyor. İngiltere ayrıca, Avrupa bütünleşmesinin dışında kalmak istemiyor. Diğer yandan da her alanda egemenliğin devrini öngören bir yapıya da sıkı sıkıya bağlı kalmayı düşünmüyor. Bu bağlamda AB’nin son yaşadığı İrlanda krizi sonrası daha sık tartışılır olan "iki vitesli" yapısı İngiltere’ye daha cazip geliyor. Fransa açısından ise durum daha değişiktir. Birçok AB üyesi ülke, benzer sonuçların çıkacağını bildiği için anlaşmaları parlamentosunda onaylamakla yetiniyor. Birliğin motor ülkeleri olarak nitelenen İngiltere, Fransa ve Almanya’nın bakış açıları farklılık gösteriyor. AB, bu bakış açılarının yanında daha çok ‘yedek unsur’ olarak duruyor. Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin düşünce ve yaklaşımları AB genelinde oldukça kaygı verici nitelikte. Sarkozy'nin AB anlaşmaları ve kuralları dışında kendi kafasına göre hareket etme hevesi AB içinde ciddi sıkıntılara neden oluyor. Bu bağlamda Sarkozy’nin Akdeniz Birliği gibi fikirleri Avrupa çapında çok ciddiye alınmıyor. Fransa’nın kendi içinde yaşadığı çalkantılar da Fransa’nın AB politikaları üzerinde oldukça etkili görünüyor. AB içerisindeki gücünü Almanya’ya kaptırmak istemeyen Fransa, siyasi sorunlarını günlük gündemlerle aşma telaşı içerisinde görünüyor. Geleneksel Fransız dış politikasının temellerinin sarsıldığı Sarkozy Fransa’sı AB içerisinde hızla güç ve itibar kaybına da uğruyor Sarkozy'nin özellikle Türkiye politikası da AB içerisinde gittikçe sert tepkiler doğuruyor. Fransa Cumhurbaşkanının daha da ileri gitmesi durumunda birlik içinde çok daha farklı tepkilerin ortaya çıkabileceği tartışmaları yaşanıyor. FransaAlmanya ilişkileri de rayında gitmiyor. endüstriyel anlamda Almanların büyük önem verdikleri Silezya bölgesi bugün bir başka AB üyesi ülke olan Çek Cumhuriyeti’nin topraklarında bulunuyor. O dönemde Almanya, ismi geçen bölgede "istila yoluyla güvenlik" arayışındayken, bugün kendisi ve Avrupa için güvenliği AB sistemi içerinde yakalamaya çalışıyor. Yine AB sistemi içerisinde ve onun sağladığı meşruiyetle Almanya, bu bölgede güvenlik ve istikrar çabası peşinde. Almanya kendisine yönelik kuşkulara ve önyargılara karşı koymayı ancak Avrupa bütünleşmesi içinde yer alarak ulaşabileceğine inanıyor. Bu çerçevede AB, gerek kurumsal yapısı gerek denetleyici işleviyle Almanya’yı bu manada hem frenleyici hem de onun eylemlerine meşruluk kazandıran bir araç olarak öne çıkıyor. Ayrıca Almanya, ulusal çıkarları ile bağlantılı olan sorunları de, Avrupa çıkarları ve bütünleşmesi bağlamında gündeme getirmeyi tercih ediyor. Bunda temel neden ise, diğer aktörlerle çatışan ulusal çıkarların uluslarüstü bir sistemde karşılıklı çıkarlara dönüştürülmesidir. AB içindeki çıkarların çatışma potansiyeli ve AB vatandaşlarının önemli bir kesiminin bazı alanlarda ulusal egemenliğin Brüksel’e devri konusunda yaşadığı endişeler, AB’nin bütünleşme yönünde hangi yöne doğru gideceğini de önemli ölçüde etkilemektedir. Kaldı ki, AB'nin işlerliğini koruyabilmesi ve genişleme sürecini devam ettirebilmesi ise kurumsal gelişimini başarıyla tamamlayabilmesine bağlıdır. Sonuç olarak, AB bundan sonra yoluna siyasi bir canlı olarak mı devam edecek yoksa bir fosil olarak mı kalacak? AB’nin siyasi bir canlı olarak kalabilmesi onun evrimleşmesini devam ettirebilmesine bağlıdır. Bunu da tabii ki ancak birliğin daha iyi işlemesini sağlayacak somut adımlar atarak yapabilir. Bu adımların sağlıklı bir biçimde atılabilmesi ise, AB'nin önümüzdeki dönemde kendini dünya ölçeğinde bir oyuncu olarak tanımlayıp tanımlamayacağında yatıyor. PARLAMENTO ONAYI İrlanda’nın Lizbon Antlaşmasına verdiği yanıtta bu aşamada oldukça etkili bir örnektir. Aslında şu soruların cevapları da bizi İrlanda’nın "hayır" cevaplarının nedenine götürebilir. Lizbon Antlaşması bakımından ortaya çıkan sonuç sadece İrlanda’ya mı özgüdür? Yani Lizbon Anlaşması başka ülkelerde de referanduma ALMANLARIN AVROLARI Almanya siyasi gücü çok yüksek bir AB’yi savunurken ekonomik gücün üstünlüğüne önem veren bir ülke olarak da, ekonomik istikrar ve serbest ticaretin mümkün olduğu kadar geniş bir alana yayıldığı Avrupa bütünleşmesine önem atfediyor. Bunu da Almanya’nın AB’ye her yıl onlarca milyar avro aktarmasından net bir şekilde anlaşılabiliyor. Bunun yanında, 17. ve 18. yüzyıllarda siyasal ve
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle