17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

savunma hakkının kullanılmasıdır. 51nci madde, Anlaşmanın "Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Yapılacak Hareket" başlıklı VII nci Bölümde yer almaktadır. Bu bölümde barışın tehdit edilmesi ya da saldırı olması durumunda BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı tedbirler düzenlenmektedir. Bölümün son maddesi olan 51nci madde ise şöyledir: "Bu anlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslar arası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez." Silahlı saldırının hukuken bağlayıcı bir uluslar arası tanımı yapılmamıştır. Saldırı suçu Uluslar arası Ceza Mahkemesinin görev alanına sokulmuş, ancak hukuki bir tanım yapılıncaya kadar Mahkemenin bu yetkisi askıya alınmıştır. Saldırının bir tanımını BM Genel Kurulu 1974 yılında yapmıştır. Buna göre "Bir başka devletin egemenliğine, ülke bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı ya da BM Anlaşmasına aykırı herhangi bir biçimde silahlı kuvvet kullanılması" saldırıdır. "Bir devletçe başka bir devlet ülkesine gönderilen silahlı çetelerin harekatı" da saldırı tanımına girmektedir. Bu husus, Uluslar arası Adalet Divanının 1986 tarihli "Nikaragua’da Askeri ve Yarı Askeri Faaliyetler Davası" ile ilgili kararında teyit edilmiştir. BM Genel Kurul kararları tavsiye niteliğinde olduğundan ve Adalet Divanı kararları sadece o davanın taraflarını bağladığından saldırının hukuken bağlayıcı bir tanımı henüz yoktur. Ancak bu durum devletlerin meşru savunma haklarını kullanmalarına engel değildir. Yukarıdaki tanıma göre Türkiye Irak’tan yönelen bir saldırı altındadır ve meşru savunma hakkını kullanmalıdır. Bunun için sıcak takipte olduğu gibi Irak devletinin iznini almaya gerek yoktur. Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir harekat aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi’nin terörle ilgili kararlarına da uygun olacaktır. Bu kararların başlıcaları 1368 (2001), 1373 (2001), 1546 (2004), 1566 (2004) ve 1624 (2005) sayılı kararlardır. Söz konusu kararlarda üye ülkeler terörizme karşı ortak mücadeleye çağrılmakta, kendi topraklarını terörist faaliyetler için kullandırmamaları istenmektedir. Özellikle 1546 sayılı kararda Irak’taki tüm terörist faaliyetler kınanmakta Irak’tan kaynaklanan terörist eylemlere karşı üye ülkelerin işbirliği zorunluluğu hatırlatılmaktadır. BM üyesi olan Irak hükümeti de bu kararlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde Türkiye’nin meşru savunma hakkı doğmaktadır. C S TRATEJİ 15 varlığını sona erdirmek istiyorsa bunun için Iraklıların veya ABD’nin iznini almasına gerek yoktur. Bu iki ülkenin de Türkiye’ye "sıcak takip" hakkını vermeyecekleri anlaşılmıştır. O halde yapılacak bir harekat sıcak takip hakkına değil, meşru savunma hakkına dayandırılmalıdır. "Terörizme karşı küresel savaş" diye bir şey yoktur ve olamaz. Terörizmin güttüğü siyasi amacı destekleyen ülkelerden terörizme karşı ortak tavır beklemek boşunadır. Her ülke kendisine yönelik terörizme karşı kendisi savaşmaktadır. Türkiye için asıl tehdit Kuzey Irak’taki oluşumdur. Silahlı Kuvvetlerimizin fedakar mücadelesi terörün kaynağına karşı siyasi irade tarafından gösterilecek tepki olmaksızın tek başına sonuç getirmez. Bu satırların yazıldığı dakikalarda Şırnak’tan 13 şehidimizin haberi geldi. Başbakan bu olay üzerine yaptığı açıklamada "Devletimiz ve milletimiz, teröre karşı her türlü fedakarlıkla büyük bir mücadele yürüten güvenlik kuvvetlerimize bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da tüm varlığıyla destek olmaya devam edecektir." Dedi. Bu açıklama bile Başbakan’ın terörle mücadeleyi sadece Silahlı Kuvvetlere havale ettiğini açıkça gösteriyor. Sadece Silahlı Kuvvetlere destek olmak yetmez. Hükümetin terörün kaynağına ve onu koruyan ABD’ye karşı siyasi ve ekonomik tedbirleri kararlılıkla alması, Sayın Kara Kuvvetleri Komutanı’nın vurguladığı "engelleme ve maliyeti artırma gücünü" kullanması gerekir. Bunun için daha kaç şehit vermemiz bekleniyor? SONUÇ Irak’la yapılan "Terörizme Karşı İşbirliği Anlaşması" uygulanma olanağı olmayan bir anlaşmadır. Böyle bir anlaşma ancak kamuoyunu tatmin etmeye yöneliktir ve Türkiye’yi oyalamaktan başka bir anlamı yoktur. Hükümet gerçekten PKK’nın Kuzey Irak’taki Gözde İYİDOĞAN TUSAM Araştırmacı Gümrük birliği ne getirdi… "Strateji başarılı olanı taklit etmek değil, Farklı olanı yaratmaktır." osyoekonomik gelişme sürecinde, 18. yy.’ın sonunda, yeni buluşların üretime uygulanması ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurmasıyla sanayi devrimi gerçekleşmişti. Yeni teknoloji ve işbölümü artışıyla hızlı bir verimlilik artışı yaşanmıştı ve sanayi toplumunun temeli atılmıştı. 19. yüzyılın sonuna doğru temel hammadde ve enerji kaynaklarında değişiklikler ortaya çıkmıştı. Bu değişikliklerin sonucunda elektrik enerjisi ve petrol, enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanmış ve kitle üretim yöntemleri gelişmiş; 20.yy’ın başında elektromanyetik dalgalar ile telsiz haberleşmesinin de sağlanmasıyla enerji ve enformasyon birbirlerini tamamlayıcı biçimde yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu gelişmelere taşımacılık alanındaki gelişmeler de eklenince, iki savaş arası döneme dek, uluslararası ticarette büyük artış gözlenmiştir. Günümüzde içinde bulunduğumuz bilgi toplumu ise 1960’lı yıllardan başlayarak ABD, Japonya ve Batı Almanya gibi gelişmiş ülkelerde bilgi teknolojilerinin artan bir şekilde kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır. 1974 petrol krizinin de etkisiyle, dünyada birçok gelişmiş ülke, daha çok enerji kullanımı öngören ve kitle üretimine dayanan sanayileri terk etmeye başlamıştır. Tarım toplumunda toprak sahipleri, sanayi toplumunda sermaye sahipleri, sanayi toplumundan sonra ortaya çıkan bilgi toplumunda ise bilgi sahibi sınıf gücü elinde bulunduracaktır. Dolayısıyla bu yeni dönemde şirketleri ve toplumları başarılı kılacak olan önemli etmenlerden biri, eğitim ve araştırma geliştirme harcamalarına yapılacak olan yatırımlardır. Bilgi ve iletişim teknolojilerinde gelişme ile ekonomik faaliyet de küreselleşmiştir. Bunun sonucunda sanayinin iktisadi anlamda gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine doğru kayması, S Küreselleşen dünyada Türkiye uygulamaktadır. Küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerin teknoloji ithalini kolaylaştırır fakat bu ülkeleri teknoloji üretir hale getirip getirmeyeceği şüphelidir. Dolayısıyla, yüksek arge yoğunluklu teknoloji içeren sektörlerin gelişmiş ülkeler açısından katma değerinin de yüksek olduğu şüphesizken; gelişmekte olan ülkelerde bu sektörlerin ne derece katma değer yaratacağı daha şüpheli bir yaklaşım gerektirir. GÜMRÜK BİRLİĞİ VE TÜRKİYE Küreselleşme, küresel rekabet sonucunda bölgeselleşmeyi de beraberinde getirirken, devletler rakip devletlerin kendi iç ekonomisindeki nüfuzunu hızla sınırlandırmaya çalışıyor. Bu anlamda birbiriyle rekabet halinde olan üç blok AsyaPasifik, AB ve Kuzey Amerika olarak sıralanıyor. dünya ürünlerinin ortaya çıkması (bir arabanın üretilmesinde yirmi sekiz ayrı ülke ürünü parçanın kullanılması) gibi süreçler görülmüştür. Bu durum, gelişmiş ülkelerin şirketlerinin emek ve hammadde gibi üretim faktörlerinin ucuz olduğu ülkelerde üretim yapma olanağını arttırmıştır. Bu süreçte araştırma geliştirme faaliyetleri ise başta ABD olmak üzere, çoğunlukla gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmıştır. Daha genel bir ifadeyle, üretimin küreselleşmesi ile gelişmiş ülkelerde ‘endüstri toplumu’ yerini ‘bilgi toplumuna’ bırakırken; gelişmekte olan ülkelerde ise endüstrileşme artmıştır. Dolayısıyla, gelişmiş ülkeler bilgi ve teknoloji üretirken, gelişmekte olan ülkeler bu bilgi ve teknolojiyi üretim sürecinde Küreselleşme, küresel rekabet sonucunda bölgeselleşmeyi de beraberinde getirdi. Devletler, rakip devletlerin kendi iç ekonomisine nüfuzunu sınırlandırmaya çalışırken, diğer taraftan da rakip ülkelerde Pazar olanakları yaratmayı amaçlamaktadır. Bu anlamda birbiriyle rekabet halinde üç blok vardır: AsyaPasifik Bölgesi, AB ve Kuzey Amerika. Türkiye’nin dış ticaretinde AB ülkelerinin % 50 civarında önemli bir payı var ve Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin ihracat kompozisyonunda önemli etkisi oldu. Bilindiği üzere, 1963’te AB ve Türkiye arasında imzalanan Ankara Anlaşması ile başlayan sürecin sonucunda 1996’da Gümrük Birliği’ne girildi. Türkiye’de 1980’den sonra ihracata yönelik kalkınma stratejisi benimsendi ve bununla birlikte Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda bir miktar değişiklik görüldü, değişim Gümrük Birliği’nden sonra ivme kazandı. Örneğin, 1980’lerin başında önemli ihraç ürünlerinin başında gelen gıda ve tarım ürünleri, 1995 sonrası azalma trendine girdi. Bunun yanında bazı sermaye yoğun ihraç ürünleri ise yükselme trendine girdi. Türkiye’nin AB ile ticaretinin mal gruplarına göre dağılımı incelendiğinde, Gümrük Birliği’nden sonra yatırım mallarının ihracatımızda payının arttığını, buna karşın ithalatımızdaki payının çok büyük bir değişim göstermediğini görürüz. 1996 yılında Türkiye’nin AB’ye ihracatında yatırım mallarının payı yüzde 3,4 iken, 2006 yılında yüzde 11,6 olarak gerçekleşti. Ara malı ihracatının ve ithalatının payında ise önemli bir değişim olmadı. Dolayısıyla, AB’den bugün üretim için, 1996 yılında ithal ettiğimiz oranda girdi ithal ediyoruz. Bunun yanında
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle