17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Havre limanındaki dok işçisi bir anda Tophane rıhtımına gelirse... Durand rakı mı içer, su mu? Mehmet Keskinoğlu onservatuvar sınavını "raeccani leyli" olarak kazandığımda ölümsüzlüğü elde ettiğime kesinlikle inandım. Oyuncu olarak, sayısız insanı içimdeki sevinçle birlikte bir kazana koyacak, bu kazanı tiyatronun ateşıne vurup kaynatacak ve inanılmaz, kokusu bilınmez bir reçel yapacaktım... Ve gerçek geldi... 1967 yılında o eski, AST adını AST yapan AST'a girdim. Katı, acımasız, ama aynı zamanda öğretici bir değirmen taşıydı AST... O küçücük salonda oyun oynarken, bir kez bile seyircilerin arasında, mısır patlağı gibi öksürUklerin yayılıp adına sahne dediğimiz o kalasların üstündeki hevesli insanlann Uzerlerine birer sıkıntı kuşu gibi uçtuklarını görüp işitmedim. lnsanlar, üzerinize afiyet, gUnde candan iki prova yapar, bazen ardından matine ve suarede yine candan iki de değişik oyun oynarlarsa, oyun sırasında artık o salonda kimse sahneye karşı öksüremez... Reçel kaynamış, kıvamını bulmuştur ve de su akar, yolunu bulur. Kaynayan reçel, maazallah, tehlikeli bir şeydir. Bir taşarsa deler geçer, hele gepgenç insanlann umutları o reçelin buram buram tüten buğusu, kokusu ise... Taşmaya yakın biz hep Muanuner Tümen'i bulduk karşımızda... Muammer TUmen mtedürUmüzdU. Avanslara o aracılık ederdi... Kış turneleri akşamlarında, sokaklarında ve yüreklerimizde aynı mahzun rüzgârın estiği, lambaları solgun Anadolu kentlerinde oynardık. Mazotla temizlenmiş fukara bir sinema salonunun bize kulis olarak gösterilen garip bir taş odasında, iki perde arası gazete kâğıdı yakıp ısınmaya çalışırken, 'Muammer K Baba' elinde bir aspirinle, manalı manasız o "kulis" namı altındaki berzaha girer, kurnaz, ama biraz mahcup, "Çocuklar bir şeye ihliyacınız var mı?" diye sorardı... Kesimi Clark Cable'dı... Buna önem verir, saçının lülesine dikkat eder, muhakkak lacivert hem de çizgili elbisesini, uygun kravatını ihmal etmez ve de tzmırlı olmadığı halde, bıyıklarını herhalde ayna karşısında uzun uzun incelerdi... Makul bir rakı dozunu bu tariften sonra artık doğal karşılıyoruz... Evet, bazen mahzunlaşan o kurnaz gözlerinden ve nedense tzmirli olan bıyıklarının altından, kendisine yakıştırdığı hafif bir Adana ağzıyla konuşur, bu da onun 'Muammer Baba'lığına bir babalık daha katardı. Sanırım bir zamanlar sahneye çıkmayı da denemişti. Patronla olan ilişkilerini bilmem, ama bizlere karşı, herhalde biraz da bu oyunculuk deneyiminden ötürü, anlayışlı, hatta şefkatliydi. Sahne denen küçük kutuda bir buçuk, bilemediniz iki saat içinde doğan, yaşayıp ölen, adına "tiyatro" dediğimiz büyülü varlığa, ilk aşklar gibi suçluluk tatları taşıyan gizli bir bağlılık ve sorumluluk duyuyordu. Rivayet odur ki bir oyunun hazırlanışı sırasında, "rönar" tabir edilen tilki kürkü gerekmiş, "rönar" da Muammer Tümen'den istenmiş. Kendisi tüm Adanalı Clark Cable kesimi ve ağzı ile "Allah'ına kilabına nedir rönar, baba?.." ("a"lar, "o" ile "a" arası olacak) diye sorunca "tilki" cevabı verilip aslında "rönar"ın tilkinin kürkü olduğu atlanmış... Ve ertesi sabah yorgun gözlü tiyatrocular provaya geldiklerinde, bir de bakmışlar kapının önünde bir at arabası, arabanın üstünde kümesle sandık arası bir alamet, içinde kendileri gibi yorgun gözlü, dili dışarda yaralı bir tilki, yanında da vazifesini yapmış insanlann rahatlığı yüzüne yansıyan Muammer Baba... Bir insanın romanı nereye kadar anlatılabilir ki... örneğin Roman Polanski nam afacan sinemacı (ve tabii oyuncu) özyaşamöyküsünü yazdığında, adından bilistifade kıtabının kapak başlığını, ılk adını tırnak ıçine alarak, " 'Roman' Polanski" koymuştur. Roman sözcüğü bir anlamda da "Edirne'nin boyacıları..!' ya da "Oooo mastıka mastika..!' çığnşlarını inanılmaz bir yaşama sevinci içinde bizlere duyuran esmer dünya vatandaşlarımızla eş anlamlıdır. Bilen bilir, Osman Ccmal Kaygılı da "Çingeneler" adlı romanında "roman" dünya vatandaşlarımızın yaşamını anlatmıştır. İnsanın üç beş harflik adı, kendi romanı, özeti, Çingenesidir... Umuduyla, sevinciyle, huznüyle, şarkı söylemesini bilmese bile akordu bozuk her konudaki şarkılarıyla... Muammer TUmen'in adı bu anlamda, kendi romanıdır. Ayakkabılan, "laci"lerin altında hep siyah podösüet idi. Ceketinin Ust cebinde her daim, yine siyah mürekkebe bulanmış bir tebeşir taşırdı. Hem tiyatro hem çalışan bireyler olarak eksiksiz borçluyduk... Bakkala, çakkala, terziye... (Evet terziye... Bu kadar kıyametin ortasında kimse fedakârlık etmiyordu kalıbından...). Tiyatro ya da oyunculann bir alacaklısı geldiğinde "Muammer Baba"ya başvurulurdu. "O" da Adana şivesiyle, "Bir dakka, ben şimdi onlara bir senaryo yazanm Allahına kitabına..." der, önce saçlarının lülesini düzeltirdi tarağıyla... Sonra göğüs cebindeki siyah mürekkepli tebeşirini çıkartarak siyah podösüet ayakkabılarının son rötuşlarını yapar ve alacaklı her kimin alacaklısıysa, göğüsler, onu yeniden ve biraz daha alacaklandırarak yollardı... Yıl 1968, Muammer Tümen AST'ın mudurü Ankara Sanat Tıyatrosu'nun (AST) 1968de "Insan Hakları Yılı" ıçın oynadığı "Durand Bulvarı" pıyesınde, Fıkret Makan (solda) Jules Durand'ı, oyunu sahneleyen Guner Sümer de (sajjda) "Bir Adam"ı oynuyor Gün oldu devran geçti, televizyon ufak ufak yayılmaya başladı, mertlik bozuldu... Gelgelelım bizim sahnemizden seyirci eksik olmadı... Adalel Ağaoğlu çevirdi, sevgili Giiner Sümer sahneye koydu, tüm ekip çalıştı, biz de oynadık: DURAND BULVARI... Başrolde Fikret Hakan... Seyirci aniden değişti... Kolları burma bilezikliler... Oyun sırasında çıtır çıtır çekirdek yiyenler gırla... Ben savcıyı* oynuyorum... ö n sırada oturan, burnumun .dibindeki kiloluca bir hatun, Fikret'in tam idamını istediğim, ardından da sessizlik olan bir sahnede, "Keçi sakallı, Allah belanı versin, hep senin yüziinden..." dedi de kaçacak yer bulamadım..!' Demek iyi makyaj yapmışım... Biz, televizyon furyasını atlatıyoruz galiba diye sevinirken sayılı fırtınalardan biri geliverdi... Sayılı fırtınaların saatli duvar takvimlerinde günleri bellidir de tiyatroda hiç belli değildir. lnsana bağlıdır tiyatro ve insanın insanla yan yana, nefes nefese ve karşı karşıya olduğu tek sanat dalıdır. Söz verilmiştir, perde açılır, ne olursa olsun evrensel hesap görülür. Bizim sayılı fırtınamız, mahkeme sahnesindeki tanık arkadaşlardan birinin gerçekten küçük parmağını kımıldatamayacak kadar (?) yorgan dösek yatmasıydı... Arİcadaşımızın rolü, sarhoşlukla karalanmak istenen sendikacı Jules Durand'ın (Fikret Hakan'ın) lehine mahkemede tanıkhk etmekti. Hatırladığım kadanyla söylenmesı gereken söz ve tek cümle şuydu: "Jules Durand, ağzına sudan başka bir şey koymayan son derece namuslu bir işçidir!.." Çalışıldı çabalandı, arkadasımız yataktan kaldırılamadı... Arandı tarandı, yerine adam bulunamadı... Ve bütün gözler Muammer Tümen'e döndü. Ne de olsa bir ara sahnelere çıkmış bir insan... "Yapar mısın baba?.." "Yapanm Allahına kitabına..." "Şoyle şöyle bir ciimlen var..." "Nedir?.." "Jules Durand agzına sudan başka bir şey koymayan son derece namuslu bir işçidir?.." "Laf... Çocuk olsa soyler..." Baba"ya aynı cumleyi tekrarlattı... Sonra akşam oldu, oyun başladı, reçel kaynadı, su yolunu buldu ve o kaçınılmaz an geldi. "Muammer Baba" o dehşetli mahkeme sahnesine ite kaka çıkanldı... Bize sevgisinden mi, tiyatroya o gizli saygısından mı nedir, eli ayağı titriyordu... Sahnedeki mahkemenin ve tiyatrodaki seyircinin en lumluraklı anlarından biriydi... Çıt yok... Tok sesiyle ve hafif Adanalı ağzıyla konuştu Muammer Baba: "Jules Durand ağzına rakıdan başka bir şey koymayan son derece namuslu bir işçidir!.." D Bütün bir gün, bütün bir ekip "Muammer 24
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle