29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

u "5 İ 03 Küçük bir oda, minnacık bir soba. Pufla yatak. Yumuşak yorgan. tçinde de Ahmet Rasitn. Dışarda ise lapa lapa kar. Hadi hop başlar mı ya türküsüne sokaktak) sesler. Şımdı olsa otomobıl, kamyon, TIR voahvoahları dalkılıç dalar odaya, Ne ki, 80 yıl oncesındeyız. Dünyada ayak scslerınden, araba tıkırmıkırından, öksürükten, bekçı sopasının takıağından vc de Halley Kuyruklııyıldızı'nın homurtusundan başka bir şey yoktur Ahmet RaMm, sokaktan damlayan seslerın bırıncı ıklımindedır. Ona göre, yapça yapça bir yürüyüş, kendını sezdirmek istenııyen bir tutkuncu, bir monbeydır. Pat, pat! Vaktın gecıkmesinden telaşa duşmüş bir koca, bir ev ekmeği. Dengesi bozuk bir topuk havası: Yarın ne yapacağım bilemiyen bir lelevan, zavallı bir tırıl. Zıkzak yürüyüş ıse ahını boynuna asmış bır,mastor, bir bilim büyüğü: Âşıkım vallahi yahu al kanlar aglıyor Halidc Edip de sokaktan gelen scslerc, pavkırmalara, kuğurdamalara pek yakın durur. En çok sevdiği de cuma akşamları evlerinin önünden geçen bir dilencinin dinsel ağırhklı sesidır. Yataktan kalkıp bakmasa da bir eli şakağında, uyumlu bir iniltiyle "Ya Resulallah" çeken adamcağızın kendi evlerinin önüne dcmir bıraktığını sezer. Dilcnci, hep saba makamından ötUyordur. Allah sözcüğü de, boğazındaki soluk tükeninceye değin, uzun uzun sürüyordur. Sinekli Bakkal yazarı, sonradan anılarını yazarken şöyle diyecektir: ltiraf ederim ki, bUtUn hayatımda, hiçbir musıki sanatçısıyla bu kadar doğaüstü bir ruh birliği duymuş değilim. Gece horatalan arasında bozacıların feryatları da başı çeker. Boza deyince benim gözümün önüne, kışta kıyamette, elinde güğümüyle, çamura bata çıka yürüyen bir korkuluk gelir. Kendisini ta uzaklardaki sesi ele verir: Hani ya bo..za, mıy..mı..nk booc.zaa. Bu ses şimdi yukarı mahallede ise, şimdi yan sokaktadır. Vitvit kapı önünde, vitvit aşağı mahallededir. Çocukluğumda, Karşıyaka'da, benim gecenin karanlığını yırtmasını beklediğim seslerden biri de gazetecilerinkinden başkası değildir. Çokluk yatsıdan sonra ortaya çıkarlardı. ÇünkU lstanbul'dan Bandırma'ya vapurla getirilen gazeteler, ordan da trenle aynı günde lzmir'e taşınırdı. Trenin Karşıyaka'ya gelmesi sekizi ya da dokuzu bulduğu için de gazeteciler, okurlanna günlük Istanbul gazetesi yetiştirebilmek için, 0 saatten sonra sokaklara düşerlerdi. Bizim Soğukkuyu'da da onda, pek pek on buçukta görünürlerdi. Ben gazeteden çok, Jules Verne'nin haftada bir, forma forma yayınlanan Araba ile Devrifllem'ini kovalardım. Onun yerini, daha sonraki yıllarda Akşam gazetesinin Sclami îzzet Sedes çevirisiyle yine haftada bir verdiği Arsen Liipen formaları aldı. Tefeyyüz Kütüphanesi'nin yayınladığı Jules Verne'in Kaptan Grant'ın Çocuklan romanıyla Dumas Baba'nın Üç Silahşörler'ini de forma forma aldım.'Yalnız onları kapıdan mı, yoksa, Konak'ta, Kemeraltı Caddesindeki Mektepli, ya da yan sokaktakı (lkinci Beyler Sokağı) Yavuz Kütüphanesi'nden mi edindim, pek çıkaramıyorum. Imdi, ey okur, dünya kurgubilimsel bir görüntüye girdi. Sokak satıcılarının çoğu, birer, ikişer başka gezegenlere göç etti. Sokaklarda artık akarı, kokarı olmayan şeyler, patates ya da kuru soğan satılıyor. Bir de plastik mutfak eşyası, ya da taksitlc ayakkabı satanlar görülüyor. Bunlara karşılık, hiç mi hiç eksilmeyecek olan bir ses de var ki onu herkes tanır: Eskiler alayım, eski pantollar, cekctler, sobalar, karyolalar, eski gazeteler, eski dergiler alayım. Es...ki...ciiiii. Diyeceğim, sokak satıcıları eski günlerin birer şişmanırak kültür elçisidir. Dondurmacılar, macuncular, elmaşekerciler, tuzlu Gada .... yif. Börekçiler: Sıcak börek, taze börek. Ketenhelvacılar: Ne beyaz, ne çiçeeec.k, keten hel...vaaam. Elçilerin giysilerı de kendilerine göredır. Kinıılerı şalvar üstüne kuşak, sırta da kolsuz kısa aba cekct alarlardı. Sımıt, salep, yada boza satan Arnavutlar ıse sıyah >,erıtle beyaz çuhadan potur, uzun gumuş kosteklı kuşak ve de özel yeleklerc bürunurlcrdı. Manavlar ayaklarına siyah ya da kahverengi potur, sırtlanna, yakası düz kesim, önü çapraz, kol kesimj bedene fırdolayı sarılmış aynı renktc cepkcn geçirırlerdı. Cepkenin içınde kırmızı, sarı, ya da mavi cubuklu Trabzon bezinden bir gömlek. Ayaklarında kısa kenarlı siyah sahtiyandan bir yemeni. Başlarında da dal külah. Ahmet Rasım bir dcmırhındıcının mostrasını şöyle saptamıştır: Başında keçe külah, sırtında salta (yakası bol yenli cepken), bacağında potur, ayağında yemeni, arkasında semaverimsi sarı bir güğüm. Belınde de ıçi bardak dolu bakırdan bir bardaklık. Sol elde de bir ibrik. lsteklısi peydahlandı mı bardaklıktan bir bardak çekiyor, müşterinin gözü önünde ibrikteki suyla çalkalıyor ve yana doğru eğilerek, şır, şır, şır şerbeti bardağa boca ediyordur. XVIII. yüzyılda (1770 yıllan) Rus donanmasına karşı Boğaz'ın vuruşkırışını artırmak üzere Istanbul'a getirtilen Baron de Tott da anılarında ciğercilerden açacaktır. Ciğerciler uzun bir sopa üzerine astıkları ciğerleri omuzlarında taşıyarak sokak sokak dolaşıyorlardır.. Barona ınanmak gerekirse, o vakitler Osmanlılar ciğere pek yüz vermiyorlardır. Sürekli alıcısı tatlısu frenkleri ile kendilerine ciğer yetiştirmeye düşkün harap ve yebap kadınlardır. Geçmiş günlerde, Musevilerin sokakları dolaşıp limon ve ringa balığı, Ermenilerin de midye dolması ve söğüş sattıkları da bilinir. lranlı mezatmalcılar da dıkkati çeker. Başlarında fes bıçimınde ve de siyah kalpağı andıran bir serpuş, ustlerinde siyah kumaştan, yukarısı dar, belden aşağısı kırmalı geniş giysiler, bellerinde şal kuşak vardır. Mallarını bir sedye üstüne yerleştirdıkten sonra bir ucundan biri, öbür ucundan da bir başkası yakalar. Ondan sonra da, hadi yallah, tutabilirsen tut. Sedye üzerinde neler yoktur neler! Tuva<let eşyasından, boyalı lavantalardan tutun da çocuk oyuncaklarına, dikış gereçlerine değin her şey. öndeki sesinın yettiği kadar mostrasını: "Aynalarım, taraklarım, sabunlarım, biri birer kuruşa" diye tezgahlarsa arkadaki de şöyle bağırır: Seç seç al. Mezat malı bunlar. Biri birer kuruşa, biri birer kuruşa. Halide Edip anılarında Ihlamur seyiryerinde rasladığı satıcıları da anar. Oyuncakçılar sırtlarında Eyüp oyuncağı küfesiyle dolaşıyor, sucular bardaklarını şıkırdatıyor, macuncular ve horozşekerciler ise mâni çekiyordur. MUftüoğlu Ahmet Hikmet de bir gün Topkapı Sarayı'nın orda, kolundaki sepete yerleştirdıği sümbülleri, fulyaları, zerrinleri, menekşe ve şebboyları, "Bahar kokuları, bahar kokuları" diye satan bir çiçekçiyle karşılaşmıştır. 1940'lı yıllarda, tstanbul'da bir de, sırtlarında küfeleri: "lyi muz... lyi" diye sokakları tüketen muzcular belirir. Atillâ tlhan onların şiirini de yazmıştır: iklndlyn jlşll'deylk ya cyi muz eyi! ya blttlk ya biürdlk ya eyi muz cyi! Idlora ttç kitıttan ttç Idlo cekdk madama aha gohulu bnnnart allah yapuı bunnar! daoaıı yiyecnhmoş eyledi dttrdtt bolcme ezanlar döknlttfttr kandiller oynar! unkapanı'nda kenno'nun hani eyi muz eyi! eh silahfor ahmet anayın dini eyi muz eyi! T. Allom'un bir gravürü: Şehzadebaşı'nda seyyar satıcılar. Biri birer kuruşa fındıkçılar, ketenhelvacılar, kozhelvacılar, şamaliciler, naneruhçular ve daha niceleri sokakları şenlendirmek, insanlan sarsarak onlara yaşadıklarını duyurmak, dünya nimetlerini bir bir daha, bir bir daha anımsatmak için ellerinden geleni yaparlardı. Oktay Rifat "Uludağ Sokak Satıcıları" adlı şıirinde onlardan kımılerine şöyle aleyk çeker: Girin satıcılar, evimin bülbülleri Girin girin aydınlık bahçemden içeri Üziim satın armul satın nar salın bize Daglar gorunurken kapıda ardınızdan İndirin tuy gibi kufeyi sırtınızdan Bir elmada bir mevsim dolsun evimize Kültür elçilerinin sokakları keşkeklemesi ayrı saatlere raslar. Sabahlan ya da kuşlukta geçenler arasında meyvecilerle manavlar sayılabilir. Bunlar silme pazarlıkçıdırlar. Uzun uzun çekişmeden, bir şey almanın olanağı yoktur. Topu da öyle diller döker ki sonunda ucuza aldığınızı sandığınız bir malı size çok pahalıya satmış olurlar. Bizim Soğukkuyu'da üzümcüler ikındide geçerdi. Bağından yarım saat önce koparılmış buğulu ve kütür kutür çekirdeksizier herkesin ağzını sulandırırdı. Göz açıp kapayıncaya değin de kapışıhrdı. Bunun bir nedeni de üç kilo üzümün beş kuruşa satılmasıydı. Yani bir ekmeğe. Evimizin önunde, haftada ikı gun de, sarı arabasıyla bir çerçi, tören yüzü gösterirdi. Iplikler, ibrişimler, makaralar, hasseler, Amerikan bezleri, yandımalamadım basmaları, pazenler, tülbentler, çoraplar ... her ne ararsanız bulurdunuz. Adamcağız kısa zamanda yükünü tutunca, arabayı bırakmış, çarşı içinde bir dukkân açmıştı. Adını "Sarı Araba" koymayı da unutmamıştı. Oünkü Istanbul'da, bu karakuş gibı süzülen satıcılar arasında ünü birkaç mahalleyi tutmuş olanlar da vardı. Bunlardan biri de Hüseyin adında bir manavdı. tki yanına ikı küfe yerleştirdıği eşeğiyle sokak sokak dolaşırdı. Sattığı her şeyi ille de herkese tattırmak istediğinden adı Tat Hüseyin'e çıkmıştı. Pencerelerden sarkan, ya da evlerin önüne çıkan kadınları kışkırtmakta UstUne kimse sayılmamıştır. Domates getirdim, teyze. Sınk domatesi. Alsana. Tat, yaz başlarında reçellik vişne, kayısı da taşırdı mahalleye. GUze doğru da salçalık domatesle turşuluk biber getirirdi. Kışın da turşuluk lahana. Teyze, reçel kaynatmayacak mısın? Kaynatacağım ama sen çok pahalı veriyorsun. Vallahi gel, ucuz vereceğim. Yalnız, bu hodusu, şodusu çokça satıcıların kimilerini mahalleli aforoz ederdi. Bunlar kızlardan para alırken ellerini tutmaktan çekinmeyen tortmortçulardı. Kimileri de aynı işi domates, ya da dolmalık biber seçen kızlara uygulardı. Bir çarşafçı da vardı ki onun yaptıklarını anlatmaya kenar çizilemez. Çünkü kızlara ya da kadınlara, taraklı Bağdat çarşafı gösterirken arasından kendi vardakostalarını da sergilemeyi savsaklamazdı. Bereket, nursuzluğu hemencecik vıklamış, kadın oburu da kuyruğunu topladığı gibi ortalardan silinmişti. Dondurmacılar da ekrana öğleden sonraları girerdi. Daha uzaklardayken de: "Don...dur...mam ..kay..mak" çığlıkları gökyüzüne fırlardı. Arkasından da raconu sökün ederdi: Koşebaşı beklerim Vay benim emeklerim Dondurmayı yaparken Kırıldı bUeklerim Mahalledeki bastıbacaklar da onu ellerınde birer kuruşla beklerdi. Aralıkta da, hep bir ağızdan, dondurmacının başka bir raconunu varıldarlardı: "Dondurmacı top attı Şalı şalvarı saUı GUnduz yorganı sattı Gece ayazda yattı Kuruş alınır, külah doldurulurdu. Yirmi parası olanlar da geri çevrilmezdi. Ne ki, külahın tepesi biraz basık olurdu. Oaha eski zamanlarda ise, dondurmalar 5 santim çapında kâğıtlar helvalar arasına bunun için küçük bir el kalıbı kullanılırdı konduğundan, bu kez de kalıp biraz ince tutulurdu. Ah, o ayışıklı dondurmalar. Kavun, limon, kayısı, vişne, kaymak, fındık, çikolata ... her türlüsü vardı. Şimdilerdeki gibi de elektrikli makinelerde değil el emeği harcanarak yapılırdı. Bunun için sutler dibi konik (mahruti) bir güğüme boca edilir, o da kendinden büyük, silindir bir kabın içine oturtulurdu. İkı kabın arası da buz ve kaya tuzuyla doldurulduktan sonra guğüm, iki elle birden tutulup çcvrilir, ıçindeki süt dondurmaya dönUştürulürdü. İşi yapan kan tere batardı ama ne Amerikan dondurması, ne Roma dondurması yüzüne duramazdı. Sokak elçilerinin kendilerine göre açmazları da vardır. Hani ya demirhindi şerbetim. Yaylalardan buz getirdim. Hadi beş, hadi beş. Bıçak, makas bileten ... BL.leey.. cii. İki tuzlu bir yumurta beş kuruşa. Ahmet Rasim geçen yüzyılın satıcıları arasında kuşlokumcuları, billurbardakçılan, rıoşafkâsecileri, sepetçileri, muhallebicileri de sayar. Ona göre muhallebiciler şöyle hava atar: Bici ... bici ... muhallebici. Kadayıfçılar:
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle