Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
26 29 Ekim 2010 Cuma 330 Ankara’nın o bulunmaz seyircisi MACİDE TANIR Devlet Sanatçısı 1 944’ten 1986 yılına kadar, Ankara’da yaşama, sanatsal etkinliklere bakmak istersek Macide ile karşılaşacağız demektir öyleyse, bu Macide kim sorusunu kısaca cevaplamaya çalışalım. Macide ve ailesi Pendik’te otururlardı. O tarihlerde İstanbul’da üç lise vardı. En değerli hocaların olduğu söylenen Erenköy Kız Lisesi’ne gitti ve çok iyi derece ile mezun oldu. O mutlu günlerde, liseden sonra bir tek sınava giriliyor, sınavı geçince istediğiniz fakülteye girebiliyordunuz. Ben felsefeye gitmeyi kafama koymuştum. Çok, çok varlıklı, zengin bir aile de, gelinleri olmam için aileme müracaat etmişlerdi. Babam veteriner bir subaydı, bir gün bana; yüzlerce felsefeci binlerce zevce var, ama bu memleketin mektepli sanatçıya ihtiyacı var, olabiliyor musunuz dedi. O dönemin, sevgi, saygı ve güven duygusu ile “Hay hay efendim, nasıl olunur” dedim. “Radyoyu dinleyiniz” diye cevapladı ve gitti. Radyoyu açtım, ülkemde güzel sanatlara, kültüre çok önem verildiği için çok sık aralar ile Türkiye’de tek olan, Ankara’daki konservatuvarın, İstanbul Galatasaray Lisesi’nde yapılacak sınav günlerini ilan ediyordu ve sınav ertesi gündü. Gittim sınava girdim, operayı, tiyatroyu kazandım. Ve günü gelince, geleceğin sanatçısı olarak Ankara’ya çiçeklerle, çikolatalarla uğurlandım. Ankara Konservatuvarı’nda ilk cumartesi günü bir telaş, bir hareketi fark ettim, sordum, okulumuzun salonunda her cumartesi günleri Batı klasik müziği konseri olduğunu öğrendim ve Ankara ile tanışmaya başladım. İsmet İnönü, Hasan Âli Yücel başta olmak üzere, her hafta müzik dinlemeye, beyinlerimi beslemeye gelirlerdi. Atatürk, Özsoy operasından çıkıyor... Altın seyircinin nefesi Sınıf atlatıldım, tiyatroyu üç yılda (ilk kez bana uygulandı) bitirdim. Son sınıfta Kibarlık Budalası’nda (yaşım 22), kırk yaşların üzerinde Madam Fourdaim rolü ile tiyatro yaşamım başladı. Yıllarım, tecrübelerim arttıkça altın seyircinin nefesini Okadarçokçiçekolurduki... Sevdiği sanatçıyı takdir için gönderdikleri çiçekler bazenokadarçokolurduki...bizimbüyükarabayasığmaz, elektrik şefimiz Sevgili Nuri Özakyol’un arabası da tıklım tıklım dolardı. Sanatçının has olanını severlerdi.Temsil sonrası her gece oda tanımadığım seyirciyledolartaşardı.Oynananhereseriçinpekçokeleştiri yazıları çıkar, Sanat Sevenler Kulübü’nde, meraklıseyircihuzurundabilirkişilersizi,rejisörüeleştirir,verdikleri notları alır, ona göre değerlendirilirdiniz.Yani o günler, Ankara sokaklarında kültürün, bilginin aktığıgünlerdi.Şimdikirlilik,pasaklılık,saçaklılıkyırtıklık moda!..Ozamanlartamaksine,hanımefendiliğe,beyefendiliğe yakışır derli toplu, tertemiz giyinilirdi. Tiyatrolara, en güzel, en mutena giysiler, hele ilkgeceleriuzun,şıkfakatsadetuvaletlerile gelirlerdi. Hangi tiyatroda ne oynuyor, kim oynuyor, yazarı bilinir, ona göre, bilerek, itibar ederek gelirlerdi. okumaya başladım. Bizler de altın seyircinin, altın sanatçıları olduk. O yıllarda Ankara’da beyin tabakası otururdu. Tek konu etrafında dolaşırlardı. Tiyatro, opera, bale, ressamlar, sergiler, işte o kadar!.. Kültürlü, eğitimli, sevgi ve saygılı, Yüce Atam’ın sevgisiyle dolu üstün bir seyirci! Evler, sokaklar, her yer, herkes temiz pırıl pırıldı. Evlerde sofralar açılır, dostlar evlerde, emek verilerek ağırlanır, masa örtüsü, kumaş peçeteler, hafif kola yapılır, ölümüne dostluklar kurulur, düşünen, okuyan, mutlu insanlar topluluğuydu. Hanımlar sabah telefonlarında dolma tarifi değil, bir gece evvel seyrettikleri eseri konuşur, eleştirisini yaparlardı. Yabancı sözcükler ile yazılmış tabela hiç yoktu. radyo dinler, hayallerini genişletirdi. Seyircinin ilgisinin ölçüsünü vermek için kendimden bir örnek vermek isterim. Alejandro Casona’nın Ağaçlar Ayakta Ölür isimli eserini oynuyordum. Eser kapalı gişe gidiyordu. O bulunmaz seyirci, yer bulmak için akşam gişede sıra Türkçe konuş uyarısı Herkes dilini vatanını sever, canıyla sahiplenirdi. Yemek yenen yerlerin adı lokanta idi. Çay, kahve içilen yerler de isimleriyle anılırdı. Birkaç kelime, yabancı dilden konuşulsa, bir diğer vatandaş Türkçe konuş diye yüksek sesle ihtar eder idi... Yerli malı haftaları vardı. Birkaç genç, bir araya gelince, “Yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı” diye sokaklarda bağıra çağıra marş gibi söylerdik. Yabancı isimlerin yazıldığı tabela hiç yoktu. Bu aptal kutusu icat edilmemişti, insanlar ya girer, yer numarası alır. Geceyi karşı çay ocağında iskemle üstünde uyuyarak geçirir, sabah 10.00’da bilet gişesi açılınca gene sıraya girer, bir gece evvel aldığı sıra numarasını göstererek biletini alırdı. Bu durum eser kaldırılıncaya kadar devam etti. Anlatılması güç! Hatırlaması acı, yaşarken çok mutlu olduğum yıllardı. Şimdi her şey bana yabancı, yani sizin anlayacağınız ben gurbetteyim.