Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 MART 2010 / SAYI 1252 7 Bu albüm bizim miladımız ZUHAL AYTOLUN ripin, üç yıl aradan sonra “M.S 05.03.2010” adlı albümünü çıkardı. Üstelik de henüz askerden gelmiş olmanın etkisiyle çıktı bu albüm. O yüzden biraz içe dönük, biraz hüzünlü. Geçmişleriyle yüzleşme yaşadıklarını, asker dönüşü farklı kararlar da aldıklarını söyleyen grup, o yüzden bu albümü bir milat olarak tanımlıyor. Onlara göre bu bir olgunlaşma. Yeni bir döneme sayfa açıyorlar. “Bu albümle kendimize dönebildik. Aşk olduğu kadar yalnızlık da var. Umut olduğu kadar korku da var” diyorlar. Üç yıl aradan sonra bir albüm çıkardınız. Hatta askerden de döndünüz. Şimdi nasıl bir Gripin var karşımızda? İlker Baliç: Bize göre biraz daha olgun bir Gripin ile dinleyenlerin karşısındayız. Üç yılda çok fazla şey oldu. Çok fazla konser verdik. Ayrıca araya askerlik de girdi. Hepimiz kendi hayatımıza dair çok şey düşündük ve askerden bol materyalle geri döndük. Bu albümde yer alan şarkıların çoğunu Birol askerden yazıp geldi. Artık dört kişi yolumuza devam ediyoruz. Evren işi dolayısıyla ayrılmak zorunda kaldı. Bu zamana kadar uğraşmadığımız müzik işinin idari kısmıyla da uğraştık. Sonrasında şirketimiz de Gripin’i değişti. Tüm bunlar bizi biraz n yeni a lbümü daha olgunlaştırdı. “M.S 05 . 03.201 Peki nasıl bir 0”, olgunlaşma bu? albümü n çıkış Birol Namoğlu: Askerlik tarihi. Ancak kaç yaşında giderseniz aynı za gidin kendiyle baş başa manda g rubun k kalma fırsatı veriyor. Üç endi yıl içinde yaşadığımız y a şamları aşklar, ayrılıklar, ndaki m iladını kavgalar, hatalar, tekrar da tanım özüne dönmeler, lıyor. B u kez tekrar yolundan karşımı z d a daha çıkmalar… Bunların olgun bir Grip hepsini ve aldığımız i n var ve y bu 3 yaşı bir şekilde eni k a r arlarıyla öğütmeye çalıştık. açtıklar Yaşlarımız da bu ı s a y f a yı anlat albümle beraber ıyorlar. ciddileşti. G 30’landık hepimiz. Ama en büyük etki askerlik ve yaşadığımız tecrübeler oldu. Ayrıca bir delilik yaptık ve artık sadece müzik yapıyoruz. Zaten bu ülkede grup müziği yapmak bile çok akıl kârı değilken, bunu denemeye karar verdik. Bu da albüme yansıdı. Bu albümde zaman, yaşam, ölüm, aşk, umut, umutsuzluk hepsi var. Biraz da hüzün yoğun. Bir yüzleşme gibi mi bu albüm? B. Namoğlu: Evet, bir yüzleşme. Eski terk ediliş, terk edişlerle, hatalarla, yanlışlarla, düşülen kuyularla beraber bir yüzleşme albümü. O yüzleşme de birazcık olgunluk getirmiştir herhalde. Albümün adı M.S 05.03.2010. B. Namoğlu: Bu da anlattıklarımızın özeti. Yani bir milat. Kendi içimizdeki değişiklikler ve aldığımız kararlarla bir milat. Bir dönemi sonlandırıp, yeni bir defter açtığımızın tarihini koymak istedik. Bu bizim miladımız. Albümde 10 şarkı var, bir tanesi de cover. Neden “Yolcu Yolunda Gerek”i seçtiniz? İ. Baliç: Albümlere koyduğumuz bütün cover şarkılara bir şey mutlaka vesile oluyor. Burada da Beyaz Show’da Nilüfer konuktu. Zamanında bir demeç vermiş ve “Türkiye’de rock müzik tutmaz” demişti. Ardından Beyaz bir sürpriz yapmak istemiş. Bize teklif etti. “Bir Nilüfer parçası cover’layın, sürpriz yapalım” dedi. Yolcu Yolunda Gerek’i yaptık, Nilüfer de katıldı yayına, çok beğendi. Çok olumlu ve güzel tepkiler de aldık. Bu albüme de koyduk o parçayı. Önceki albümlerde Üç ve Dört adlı parçalar var. Bu albümde de Beş. Nedir bu seri şarkıların hikâyesi? B. Namoğlu: Bu furya ilk albümde Üç’le başlamıştı. Gece 03.00’te yazılan bir şarkıydı aslında. Sonra bunu Dört takip etti, Beş de seri sonu olarak düşünüldü. “Uyandım” diyerek başlayan şarkı ile ilk iki şarkıda adamın uyuduğunu ve rüya gördüğünü söylüyoruz bir anlamda. Bu üçleme bir yalnızlık serisi aslında. İlk şarkı kalabalık içindeki yalnızlığı, ikincisi gidenin arkasından yaşanan yalnızlığı anlatıyordu. Beş’te ise tamamen yalnızlıkla yüzleşme hali var. Bu şarkıda “Kalan umutlarımdan birini seçip, hepsini hepsini kaybettim” diyorsunuz. B. Namoğlu: Bizim için seçim yapmak çok kolay değil. Müziği seçmek için meslek, tecrübe ve diplomalarımızı cebimize koymamızdan bellidir bu. Gerçi o Haluk’un sözü ama hepimizi kapsıyor. Zaman ve yaş ilerledikçe hem seçim sayısı, hem seçenek sayısı azalıyor ve bir yola girip gidiyorsunuz. Kararları vere vere daralıyor yol. Bir başka şarkıda “Her birimizin içinde biraz aşk var, en az yalnızlık olduğu kadar. Her birimizin içinde umudu var, en az korkuları olduğu kadar” da diyorsunuz gerçi. İ. Baliç: Bence hepimiz kalabalık içindeyiz ama yine de her birimiz yalnızız. Kalabalıklarımızın ve yalnızlıklarımızın oranı zamana ve döneme göre değişebilir. Ama hep içimizdedir, biliriz. B. Namoğlu: Birinden birini de seçmek zorunda değilsinizdir. Âşıkken de yalnız kalmak istiyor olabilirsiniz. Birini birinin içinde de yaşayabilirsiniz. Murat Başdoğan: Yalnızlık benim için çok önemli mesela. Hayat aşksız da olmuyor tabii. Ancak aşk içinde yalnızlığı da yaşayabilmeli insan. İlişkilerde kendi yolundan sapabiliyor ya da karşısındakine dönüşebiliyor. Yalnızlık bir sorgulama imkânı da veriyor. Biz de yalnızken üretiyoruz. Bu albüm o yüzden bir yüzleşme. Peki yarın ne hissettiriyor size? B. Namoğlu: Bu sözlerimizden çok karamsar olduğumuz ortaya çıkmasın. Biz sadece o tür bir duygu içinde üretim yapabiliyoruz. O yüzden böyle. Ama yarın aslında dün kadar umut bize. Yaşamayı çok seviyoruz. Yarın da iyi ya da kötü yaşamak güzel olacak. İ. Baliç: Yaşamı sevdiğimiz için kaygı duyuyoruz zaten. İnsan ömrü belli, verimli geçireceğimiz zamana neleri sığdırabileceğiz kaygısı taşıyoruz. G zuhalay@yahoo.com ZÜLAL KALKANDELEN Gazeteler ve iktidar azılı basının son yıllarda yaşadığı travma, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada tartışılıyor. Dijital devrimin etkisiyle sarsılan ve sürekli okuyucu kaybeden gazeteler, art arda iflas bayrağını çekiyor. Öyle ki; dünyanın en büyük gazeteleri bile, krizi bir şekilde atlatmak için eleman çıkarıp masrafları kısma yolunu deniyor. Ama bunun da yeterli olmayacağı; çünkü geleceğin artık elektronik ortamda kurulduğu, yaygın olarak savunuluyor. Ben, daha önce de yazdığım gibi, yerleşen alışkanlıklar ve gazete markasına duyulan güven nedeniyle, yazılı basının bir süre daha varlığını koruyacağını düşünüyorum. Ama aynı zamanda, elektronik ortama yatırım yapılmasını da zorunlu görüyorum. Ben de gazeteyi elime alıp okumanın verdiği hissi tercih edenlerdenim. Ancak itiraf etmeliyim ki, ufkumu genişletip farklı görüşler sunan yazıların çoğunu da internet üzerinden yayın yapan bağımsız sitelerde buluyorum. Bunlardan birisini geçenlerde TruthDig’de okudum. TruthDig, “Drilling beneath the headlines” şeklinde bir sloganı benimsemiş, bağımsız ve ilerici bir internet dergisi. Manşetlerin yarattığı sansasyonun gözleri kör ettiği bir ortamda gerçekleri ortaya koyma adına önemli bir işlev görüyor. *** Gelelim TruthDig sayesinde okuduğum yazıya... Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges’in kaleme aldığı makale, medya üzerine yazılan bir kitap hakkında. “The Death and Life of American Journalism: The Media Revolution that Will Begin the World Again” (Amerikan Gazeteciliğinin Ölümü ve Yaşamı: Dünyayı Yeniden Kuracak Medya Devrimi) adlı bu eserin yazarları, Illinois Üniversitesi’nden Prof. Robert W. McChesney ve The Nation dergisinden John Nichols. Oldukça kapsamlı bir içeriği olan kitapta, temel olarak söylenen şu: Son 125 yıldır şirket gibi Y C M Y B C MY B yönetilerek, reklama bağlı bir şekilde varlığını devam ettiren gazete modeli artık sona erdi. Gazeteciliği koruyacaksak, bunu ancak sansürsüz, kâr amacı gütmeyen, reklama bağlı olmayan bağımsız habercilikle yapabiliriz. Bu nedenle gazetecilik bir kamu hizmeti olarak değerlendirilmeli ve hükümet, kurtarma amaçlı olarak finansal katkıda bulunmalıdır. Böyle bir görüş, Türkiye’de ancak kahkahalarla karşılanabilir. Beğenmediği gazetelerin okunmamasını öneren, köşe yazarlarını dükkândaki tezgahtar yerine koyup hedef alan, görülmemiş vergi cezalarıyla medya sahiplerini yıldırmaya çalışan bir iktidarın, gazeteciliği korumak adına herhangi bir katkı yapması beklenemez elbette... Ayrıca, hükümet böyle bir katkı sağlarsa, editoryal tercihlere doğrudan müdahale edeceği için, zaten bağımsız habercilik hayal olur. Fakat Amerika ve Avrupa’da durum farklı. Oralarda yaşam savaşı veren gazetelere bir tekme de hükümetlerden gelmiyor. Tam tersine, hükümetler, demokrasinin olmazsa olmazı olarak görülen gazeteleri kurtarmak için çaba harcıyor. Fransa’da Sarkozy‘nin basına sağladığı kaynaktan sonra, aynı yönde çalışmalar, İngiltere ve Amerika’da da ciddi şekilde gündemde. Kanımca böyle bir yardım, ancak medyanın bağımsızlığının garanti altına alındığı çok gelişmiş bir demokraside sonuç verebilir. Çünkü aksi halde, devlet yardımı alan bir kuruluşta bağımsız gazetecilik yapmak, ancak bir oksimoron olabilir. Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta şu: Hep demokrasi kültürümüzün gelişmediği söylenir ya; 21. yüzyılda gazetecilik ve iktidar ilişkisi, bence bunu kanıtlayan en çarpıcı örnek. Avrupa ve Amerika, nasıl gazeteleri kurtarırız diye kafa yorarken, bizde hâlâ “beni sevmeyen ve eleştiren ölsün” mantığı işliyor... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com