07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

LÜTFÜ ÖZGÜNAYDIN’DAN EĞİN ÜÇLEMESİ 2: ‘SEVDA ZAMANI’ ‘Göç’ün ve değişimin öyküsü Lütfi Özgünaydın doğa insan öykülerini, yerin gerçeğinin ruhunu anlatmada yerdeşlik duygusuna bağlı bir yazar. FERIDUN ANDAÇ Göçün öyküsü yaşanan tarihsel toplumsal zamanın da öyküsüdür. Özellikle de Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır yaşanan göçlerin çeşitlilik içermesi bakımından irdelenmeye değer boyutları vardır. Öyle ki, bu coğrafya göç verdiği kadar göç de alan bir yurt. Bugünkü sosyolojik ve kültürel dokusunu bölgeler bağlamında ele alıp irdelediğimizde, özellikle antropolojik açıdan da bu renkliliği/yoğunluğu gözleriz. Coğrafi yapısına göre bölgeselleştirilen Anadolu’nun tarih yazımını “uygarlıklar beşiği” tanımlarıyla karşılasak da; tarihsel boyutlarıyla yazılan Anadolu ile şiire/düzyazıya yansıyan Anadolu’nun yurtinsan gerçeği bambaşka özellikler gösterir. Bir yanda Homeros’un destanları, ötede Gılgamış Destanı sanırım söze işlenen ya şamsal tarihsel öğeleri görebilmemiz için yeterli verileri getirir bize. Tüm bu tarihsel toplumsal oluşumlar bir biçimde Cumhuriyet dönemi romancılarımızın öykücülerimizin anlatı odaklarında yer almıştır. Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’nden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ına; Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un neredeyse bütün anlatılarına yansıyan bu gerçeklik nihayetinde “göç”, “sürükleniş”, yerinden yurdundan edilme öyküleri dönem edebiyatımızda belirgince yer etmiştir. SÜREKLİ GÖÇ Anadolu’nun bu göç dinamiği her dönemde kendini yoğunca göstermiştir. 1950 ve 60’larda başlayan iç göç bir adım sonar dışgöçü hayatımıza yansıtır. Köyden kente göç, Almanya göçünün de önünü açar. Bugün bu göç olgusu gene sürmektedir. İnsanlar nereye/nasıl/neden sürükleniyorlar? İşte bu ve buna benzer soruların yanıtını yazdığı öykülerde arayan Lütfi Özgünaydın, bu kez “Eğin Üçlemesi” adını verdiği bir roman dizisinde anlatmaya yöneldi. Dizinin ilk romanı Dönüş Zamanı’nında tersine göçün öyküsünü anlatıyordu. Yüzyılın başıdır. İstanbul’a göçle gelen Ahmet, babasına verdiği sözü yerine getirmek için Eğin’deki babaocağına dönerek burada hayata tutunmak ister. Eşi Hatice’nin karşı duruşuna rağmen, oğulları Cemil’i de yanlarına alarak Eğin’e, köyleri Bağıştaş’a varırlar. Babaevini elden geçirip yüzlerini toprağa dönerek hayvancılık yapmaya karar verirler. Kavuşulamayan bir sevdanın kahramanı olarak karşımıza çıkan Sultan, ona tutkun Cemil’in de ölümüne neden olur. Ardından çözülen ailenin dramı, üçlemenin ikinci romanı Sevda Zamanı’nda farklı hayatların tanıklığına kapı aralar. Bu kez Sultan ile ağabeyi Şükrü köyden Eğin’e göçmüşlerdir. Şükrü Demirci Kadir’in yanında bu işi öğrenip çalışmaya, Sultan da halı dokumacılığına başlamıştır. Cemil’i unutamayan Sultan’ın karşısına bu kez kasabadan Mehmet ile Mahmut çıkmıştır. Sultan’ın gönlü Mehmet’ten ya nadır. Araya giren zorluklara rağmen onlar da gönül seslerini dinleyerek “göç”e ve “kaçış”a karar verirler. Yönleri ise İstanbul’a doğrudur. Özgünaydın bu kez Anadolu insanının yaşama koşullarının zorluğundan söz ederek onları göçe/gurbetçiliğe yönelten nedenleri getirir okurun karşısına. Yüzyıllardır süregelen yoksunluklarına insanların doğa karşısındaki açmazı da eklenince, göç kaçınılmaz. Ama bu kez, doğayı yöre insanının geleneksel yaşama biçimini, birlikte varolma/dayanışma bilincini yalın bir dille anlatır Özgünaydın. Naif bir anlatıcıdır. Süslemelere, abartıya yönelmez. Göç olgusunu tamamen romanlarına ana mesele olarak almasa da, bunu hazırlayan neden/niçinleri saydam biçimde dillendirir. Daha önce yazdığı Taş Yolu (2004) öykülerindeki Eğin gerçeği bu kez çarşısıyla, esnafıyla, geleneksel dokusuyla bir kez daha karşımıza çıkar. Lütfi Özgünaydın doğainsan öykülerini, yerin gerçeğinin ruhunu anlatmada yerdeşlik duygusuna bağlı bir yazar. Görselliği önemsiyor. Kısa kısa anlatılarda Anadolu’nun ruhunu yansıtmaya dönük bakışı ise önemli. Eminim ki bu kez, “Eğin Üçlemesi”nin üçüncü romanında sürüklenen insanın öyküsünü bu kez bambaşka bir bakışla getirip okuruna sunacak. Bir bakıma da anlattığı insanların yerinden yurdundan edilmelerinin neden/niçinlerini daha da sorgulayarak yansıtacaktır. n Sevda Zamanı / Lütfi Özgünaydın / Özgünaydın Yayınları / 222 s. / 2019. ALİ ÖZGÜR ÖZKARCI’DAN ‘DÖRT KÖŞELİ KAMBUR’ Bir coğrafyanın kamburu Çukurova’yı mekân kılan gerçekliği ve hâlâ kabuk bağlamayan yaraları cesur anlatımıyla sunan Dört Köşeli Kambur, okuma listenize not etmeniz gereken bir kitap. ŞERIF MEHMET UĞURLU Ali Özgür Özkarcı’nın ilk öykü denemesi olan Dört Köşeli Kambur bir üçlemenin ikinci halkası. Daha önce Bitik Ülke Son Atı adlı şiir kitabıyla giriş yaptığı bu üçlemenin adı ise “Türkiye Üçlemesi”. Politik bir sesin yankısının en başından beri şiirlerinde hissedildiği şairin ilk öykü kitabı içinde okurlar, dört kısa hikâyeyle aynı politik sesin gürlek bir narasını duyabilirler. Kitapta yer alan kısa öykülerin isimleri ise şöyle: “Siryanuş da Kim oluyor Lan!”, “Amcam Yok Ülkede”, “Benim Dedem Katil Değil!” ve “Kendime Vedamın Uzun Mektubu”. Söz ettiğimiz bu üçleme ile Türkiye’nin politik bir röntgenini çekmeye çalışan yazarın, ilk kitaptan alıntılamayı tercih ettiği dizelerle öykülere giriş yaptığını görüyoruz: “Duman yükseliyor, bir yerde kendimi kundaklamış olmalıyım.” Hem bu öykülerin yazılış motivasyonunu vermesi hem de üçlemenin halkaları arasında kinetik bir bağ kurması bakımından dikkat çekici dizeler. Şair kimliği ve eleştiri çalışmalarıyla şiir meraklılarının tanıdığı bir isim olan Ali Özgür Özkarcı’nın bu ilk öykü kitabında iyi bir iş çıkardığı kanısındayım. İçten bir anlatım ve merak öğesi bütün öykülerde yer etmiş. Şiirsel bir anlatımın kendini yoğunluklu olarak hissettirdiği “Siryanuş da Kim oluyor Lan!” ile okurlar, kitabın ana eksenini tanıyor. Türkiye’de farklı etnik gruplar arasında belki de en çok acı çekenler olan Ermenilerin aidiyet ve ötekileştirme arasında seyreden duygu durumuna yer yer mi zahi dokundurmalarla kapı aralayan kitabın bu ilk öyküsünde, Talat isimli haşarı bir gencin, babasından intikam almak için bir mezar taşının adını değiştirme macerasına tanıklık ediyoruz. Dört Köşeli Kambur’un içindeki mizah dozu en yüksek olan bu öykünün anlatıcısını ve aile bireylerini değişik bağlamlar içinde öteki öykülerde de görüyoruz. Yazar; karakterleri farklı durumlar içine farklı zamanlarda koyarak bu dört öykü içinde bir bütünlük tesis etmeye çalışmış. Değişmeyen tek öğe ise bütün öykülerin geçtiği mekân olarak Adana merkezinin seçilmiş olması. KABUK BAĞLAMAYAN YARALAR Yazarın kurgusal düzlemde oluşturduğu karakterler farklı bir etnisiteye ait olmanın ağırlığını yükleniyorlar. Yaşadığımız coğrafyanın bir gerçeği olan ötekileştirme so runu Özkarcı’nın odağındaki mesele olarak karşımızda beliriyor. Taşrada adeta saklanması gereken bir sır, bir ayıp(!) gibi kendi gerçeklerine kapanan bu karakterler; değişik öyküleme biçimleriyle kitaptaki yerlerini alıyorlar. Bu biçimi yansıtan ‘Amcam Yok Ülkede’ ve ‘Benim Dedem Katil Değil!’ içinde, dipnotlarla eşgüdümlü olarak ilerleyen bir serim tercih edilmiş. Bu iki öykünün içinde yer yer okura bilgi vermek maksadıyla kullanılan yer yer de öykünün doğal bir uzantısı olarak vazife gören dipnotlar, keşke biraz daha az olsaydı diye düşünmeden edemiyorum. Zira öykülerin temposunu kesintiye uğrattıkları kanısındayım. ‘KENDİME VEDAMIN MEKTUBU’ Kitapta yer alan son öykü olan “Kendime Vedamın Mektubu” ise okurların en çok beğeneceklerini tahmin ettiğim buruk, insanı ürperten bir eser. İntihar etmiş bir dayı ve Serçe Nene isimli karakter motifleriyle, onların belleklerine kapı aralayan bir aşk ve arayış öyküsü… Gerek yoğun atmosferi ve konuyu geçmiş günümüz izleğinde ele alması, gerekse de öykülemede iş gören mektup türünün kullanılışı, ortaya harika bir öykünün çıkmasını sağlamış. n Dört Köşeli Kambur / Ali Özgür Özkarcı / Everest Yay. / 86 s. / 2019 8 Ağustos 2019 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle