02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

[email protected] Resmi TDK’yi kabullenmiş miyim? N e güzel, Cumhuriyet Kitap her zaman olduğu gibi aşkla şevkle okunuyor. “Niçin kısa yazıyorsun, yönetim mi sınırlıyor?” diye soran; “Resmi TDK’yi kabullendin mi, çoktandır anmıyorsun” diye kulağımı çeken iletiler de başım gözüm üstüne… Cumhuriyet Kitap’ta iki haftada bir kısa yazmak benim seçimim. Bu kez azıcık alanımın dışına çıkacağım; çünkü damarıma basıldı. Resmi Türk Dil Kurumu’nun (TDK’nin) bilgisunar sayfasındaki gerçekleri çarpıtan “tarihçe” bu kurumu kabullenmeyeceğimizin belgesi… 12 Eylülcüler hukuk tanımazlıkla Atatürk’ün eliyle yazdığı vasiyetnamesini 1983’te çiğnedi. Atatürk’ün özerk bir dernek olarak kurduğu TDK, 1982 Anayasasının, 134. maddesine dayanılarak Danışma Meclisinden çıkarılan 2876 Sayılı Yasayla kapatıldı. “Atatürk’ün manevi himayelerinde Cumhurbaşkanlarının gözetim ve desteğiyle başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” oluşturuldu; Türk Tarih ve Dil Kurumları da bu kurumun içine tıkıştırıldı. Atatürk’ün kalıtından Türk Tarih ve Dil Kurumlarına bıraktığı gelir, yasa zoruyla devlet kurumlarına aktarıldı. Amaç Türk İslam sentezini öncelikle tarih ve dil alanında örgütleyerek bütün eğitim kurumlarına aşılamaktı. Bu zehirli aşı tuttu mu tutmadı mı; yaşayarak görüyoruz. 19321983 ARASI Resmi TDK’nin açıklamasına göre artık olmayan “Başbakanın” önerisiyle “Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturmakta”ymış. “(…) Bilim Kurulu Çalışma Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik hükümlerine göre de İlmî çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de Bilim Kurulu tarafından seçiliyor”muş. Atatürk’ün eliyle kurduğu ve siya sanın güdümüne girmeden özgürce çalışsın diye kalıtından gelir bıraktığı TDK, 193283 arasındaki 51 yılda “Türkçenin bilim sanat dili olması, bütün teknik terimleri karşılamak” için yüzlerce yeni sözcük ve terim üretmiş, amacı doğrultusundaki etkinlikleri, yüzlerce yayınıyla toplumdan, bilim ve sanat dünyasından kabul görmüştü. Atatürk kurumunun Türkçe Sözlük’ü ile Yazım Kılavuzu, MEB dayatması olmadan bütün Türkiye’de “tek” kaynaktı. Bugün Atatürk kurumunun ürettiği sözcükleri kullanmadan kimse konuşamıyor; konuşamaz da... Resmi TDK toplumdan, bilim ve sanat dünyasından kabul görüyor mu? İktidarların eğitim ve bütün devlet kurumlarına dayattığı sözlüğüyle kılavuzuna güveniliyor mu? 36 yıl önce TDK’nin kapatılmasına çanak tutanlar Atatürk Tarih ve Dil Kurumlarının “akademi” olmasını istiyordu, dediler; TDK’de “alaylı”ların çalıştığını ileri sürdüler. Atatürk niçin bu kurumları vasiyetnamesine aldı, niçin gelir bıraktı? Sorduk; sustular. Atatürk’ün vasiyetnamesinin çiğnenmesi, kabilelerde bile görülmeyecek bir hukuksuzluktu. Bu hukuksuzluk silinemedi. O zaman soralım; resmi TDK sözüne, etkinliklerine, yayınlarına güvenilen bir akademi görüntüsü veriyor mu? Bilim kurullarında “alaylı”lar değil, “Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlar” yani akademisyenler varsa, 1983’ten bu yana geçen 36 yılda niçin Türkiye Türkçesinin tarihsel ve kökenbilgisi (etimoloji) sözlükleri yapılamadı? Niçin ölçünlü dilin toplumsal uzlaşma sağlayabilecek Türkçe Sözlük’ü, Yazım Kılavuzu, her alanı içine alan bir terim havuzu oluşturulamadı? “Akademik” güç ve iktidar desteği de varsa, “akademik” sorumlulukla Türkçe öğretiminin sorunları çözüldü mü; etkisizleşen yabancı dille öğretimle yaygınlaşan yabancı adlandırmanın önünde durulabildi mi? En önemlisi resmi TDK Dil Devrimine inanıyor mu; devrimin adını anıyor, sahiplenip savunuyor mu? Atatürk’ün dernek olarak kurduğu TDK’nin hangi koşullarda, hangi anlayışla ve yasa zoruyla devlet dairesi yapıldığını hiç unutmayacağım; bu hukuksuzluğu onaylayan ve 36 yıldır içinde yer alanları eleştirmeyi sürdüreceğim. Ancak sözkonusu ortak iletişim aracımız Türkçeyse, Türkçeye tek sözcükle bile katkı sağlayan herkesi ve her kurumu alkışlayacağım. n ARZU BAHAR’DAN ‘KAYIP’ Akustik öyküler kitabı Arzu Bahar’ın dikkat çeken en temel özelliklerinden biri, günlük yaşamımızda karşılaştığımız olay ve olguları, son derece duyarlı bir imgelemle anlatabilmesi. ONUR BÜTÜN Bir kitabın bizde kalan izlerini, tadını, yöntemini bir arkadaşımıza anlatırken genellikle o metnin yarattığı imgelem üzerinden konuşuruz. Kitabı yazanla okuyan arasındaki boşluk, başka bir deyişle yazarın okura sunduğu ve aslında kendisinin bile tahmin edemediği olasılıkların yaratımı ile oluşur. Kayıp, altı uzun öyküden oluşan ve kitabın son öyküsünün eşzamanlı iki ayrı öykü gibi yazıldığı ikiz öykü de denebilir güçlü bir metin. İlk öyküde Başar ve Serap, Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi isimli tablosuna bakmaktadırlar. Başar’ın Serap’la ilişkisindeki başarısızlığı evine istediği vakit girip çıkan, ev içi yaşamını düzenleyen annesiyle birlikte düşündüğümüzde öykünün sonunda Başar’ın fiziksel özellikleriyle Kaplumbağa Terbiyecisi’ne dönüş mesi ve delirmesiyle karşımıza çıkar. Bir yanıyla Kafkavari bir dönüşüme tanık oluruz, bir yanıyla da kentli genç erkeklerin kararsızlığının artık bir tipolojiye dönüşmüş olmasına… Çünkü Başar için Serap bir çocukluk arkadaşıdır ve ne zaman başı sıkışsa ona yardıma canı gönülden koşan annesi gibi, Serap da acil olan her durumda Başar’ın yanındadır. Bir farkla… Serap, Başar’a âşıktır ve çok iyi bildiğimiz bir hikâye bu öyküde de işler; erkek çok fazla kadınla birlikte olur, iş işten geçtikten sonra her şeyi fark eder ve kendisiyle yüzleşmekte de çok başarısızdır. Öyküyü canlı ve dinamik kılan yanı kurgusu ve okura özgürlük alanı bırakan imgelem zenginliğinin akustiğidir. Öykünün sesi duvarlara çarpar ve çok rahat geri döner. Herkesin ayrı ayrı duyumsayabilmesine olanaklı bu öykü iklimi, öteki öykülerde de sürer. Kitapla aynı adı taşıyan öykü Kayıp, içinde politik söylem ya da tavrın geçmediği son derece politik bir öykü. Abisine hayran küçük bir erkek çocuğun gözünden duyumsa nan abi kaybı aslında gözaltında kaybedilenlerin yalnızca birinin hikâyesini duyarlılıkla anlatmaktadır. Çocuk büyürken annesini ve babasını kaybeder. Onların ölümlerinin ardından, abisini aramaya karar veren kardeş, kayıplarını arayanları bulmak ve onlardan yardım almak amacıyla köyünden şehre gelir. EŞZAMANLI ÖYKÜLER Kitabın son öyküsü üzerinde bir yöntem tartışması yaparak yazımı bitireyim: “Para Kokusu”, eşzamanlı ilerleyen iki ayrı öykünün finale doğru birleştirilmesiyle oluşan bir yapıya sahip. Yazar, iki öyküyü birbirinden ayırmamızı sağlayan basit bir yöntem de kullanmış. İtalikle yazdığı kısımların ayrı bir öykü olduğunu, aynı zamanda karakterlerin, olay örgüsünün de bambaşkalığıyla öykünün dip akıntısının sarmal halini bize göstermiş. Mafyatik bir karakter olan Kör Raşit’in kirli işlerini parayla yaptırışıyla kurulan öykü iklimi, pavyonda şarkı söyleyen Zeynep’e hastalıklı bir aşk du Arzu Bahar yan Orhan’la –ikinci öykü nöbet devredercesine kıvrılarak ilerler. Karakterler arasında betimlenen olaylar, diyaloglar sürerken aslında iki öykü de birbiriyle konuşmaktadır. Ancak bu konuşmaları okumayız, hayal edebiliriz. Dünyadan yüz çevirip, olguların dışından duyumsayabildiğimiz hakikatle göz göze geliriz. İşte bu karşılaşma öykücülüğümüz açısından kuşkuya düşürmeyecek bir netlikle, okumanın, hayal etmenin zenginliğini sunar. Bu bağlamda bir dilekte bulunayım; İmgelemlerinizin ışığı bol olsun ey okur, Kayıp uzun öykülerle hayal etmenin harika akustiğini size duyurabilir. n Kayıp / Arzu Bahar / Alakarga Yayınları / 104 s. / 2019 16 27 Haziran 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle