06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TOLGA GÜMÜŞAY’DAN “KARELİ ÖYKÜLER” Fotoğrafın hikâyesi hikâyenin fotoğrafı... Fotoğrafın gerçekliğiyle edebiyatın olasılıklarını iç içe geçirerek modern zamanda insan olmanın türlü hallerini ortaya koyuyor Tolga Gümüşay “Kareli Öyküler” ile. Sıradan bir yaşam karesini bile mutlaka duyguları harekete geçirecek ve gündelik yaşamın harikalığını hatırlatacak bir öyküye dönüştürüyor Tolga Gümüşay elİf aktan S anatların birbiriyle harmanından doğan verimler kıymetli olur her zaman. Geçmişin önemli geleneklerinden sanatçı sofralarını hatırlayalım; farklı sanat dallarında ürünlerini veren sanatçıların kurduğu masalardı bunlar ve güzel yemekler yiyip içki içmek değildi maksat sadece. Hepsinden önemlisi etkileşimdi bu sofralardan doğan. Ressamın yazarı, mimarın müzisyeni etkilediği, bu etkileşimden de kendi eserlerinde farklılaşmaların yaşandığı, özgünlüğe uzandı ğı bir anlamda yaratıcılık kaynaklarıydı bu sofralar. Tam da bu nedenle kıymetle anıyoruz hâlâ... Şimdilerde bu gelenek yavaştan kaybolmaya başladıysa da aynı anlayıştan doğmuş verimler gelmiyor değil. Fakat biraz farlı şekillerde... Özellikle fotoğraf ve öykü, bu anlamda birbirini tamamlayan bir dal olarak âdeta yeni bir anlatım dili meydana getirdi. Önemli edebiyat dergilerinde dahi “fotoğrafın öyküsü” tadında köşeler oluşturularak bu yeni anlatımın gelişmesine ön açıldı. Bu da fotoğraf öykülerinin yaygınlaşmasına, fotoğrafın ve öykünün tek elden çıktığı verimlerin ortaya çıkmasına yaradı. Bunun en son ve başarılı bir örneği olarak Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler’i çıktı okur karşısına. Kitabın sunuş yazısında “Fotoğraftan öykü filizlenebilir mi? Yazı, ruhunu bir resme borçlu olabilir mi? Arka sokaklarda gizlenmiş bir duygu, önce bir kareye sıkıştırılıp sonra sözcüklerle deşifre edilebilir mi? Tek başlarına da dimdik ayakta durabilen iki birey olarak fotoğraf ve öykü, birbirlerini kısıtlamadan, aksine tamamlayıp büyüterek mutlu bir birlikteliğe imza atabilirler mi? Fotoğraf ve öykülerin aynı öznel bakışa ait olması bu birlikteliği daha öznel ve uyumlu hâle getirir mi? Resim, dağılmaya meyillilerin dikkati toplayacak bir merkez rolü üstlenebilir mi? Edebiyata yabancılaşan modern insan, görsel destekle yazı dünyasına yakınlaştırılabilir mi?” diye birtakım sorular yöneltiyor Gümüşay. Kitap, tam da bu soruların ateşlemesiyle doğup soruların yanıtlarını fotoğraflar ve öyküleriyle veriyor. Gümüşay’ın amacı, sadece fotoğraf ve öyküyü buluşturmak değil; hayatla da fotoğrafı yan yana getirmeye çalışıyor yaptıklarında ve buradan yola çıkarak ara sokaklara, kıyı köşe kasabalara, göz önünde olan ama görünmeyen dükkânlara dalıyor. Buralarda karelerine hapsettiği hikâyeleri farklı bir yaratıcılığın ışığında insan hikâyelerine eviriyor. İyi ki eviriyor çünkü ortaya fotoğraf şenliğinden doğmuş bir insanlık halleri sergisi çıkıyor. Gümüşay bu çalışmasına 2012’de internet üzerinde başladı. Bir atölye çalışması olarak doğan Kareli Öyküler, her hafta bir fotoğraf ve bu fotoğrafın altına döşenen hikâyeyle internetteki yerini aldı. Burada da epey bir takipçiye ulaştı. Takipçileriyle sıkı bir bağ kurdu. Şimdi bu projenin önemli ve öne çıkan örnekleri internet sayfalarından kendine daha çok yakışan kâğıda taşındı. Gümüşay’ın kitabı, içerdiği görsellik ve bu görselliğin ışığında doğan yaratıcı hikâyelerle dönüp dönüp bakılabilecek bir kitap. n Kareli Öyküler / Tolga Gümüşay / Altın Kitaplar / 214 s. HASAN EKEN’DEN “YILKI” Mukaddes’in kaderi Hasan Eken, toplumsal duyarlığa kendi naifliğiyle bakan bir yazar. Geniş bir perspektifte yazıyor. “Kardelen ve Mum”, “Mezopotamya Hikâyeleri”, “Defne Yaprakları”nın ardından “Yılkı” ile yine okurun karşısında. KORKUT AKIN İ nanılmaz çelişkiler içinde yaşıyoruz. Bir türlü çıkış yolu bulamamanın sıkıntısıyla kaderciliğe sarılmaktan başka da bir şey gelmiyor elimizden. Bu, gerek toplumsal cahilliğin gerek geleneksel öne çıkmama korkusundan kaynaklanıyor. Korkmayıp üzerine gittiğinizde onlar çekiniyor, azıcık tedirgin gözleri dönüyor... Özellikle de şehvetten. Yılkı, sıradan bir küçük kızın uzun, upuzun süren öyküsü. Tıpkı yabana salınmış atlar gibi küçük kızın, kentlerin beton yığınlarının arasına atılmasını anlatıyor. “Neler çekmiş halkım” (İlhan Berk) dizesinde olduğu gibi akla gelen, gelmeyen tüm acıları yaşamış. “Bu kadar da olmaz” dediğiniz her şey, başından geçmiş Mukaddes’in. Hepimiz aynı şeyi düşünürüz, yeni doğan çocuğa ad verirken: Bahtı güzel olsun, rahat ve huzur içinde, keyfince yaşasın. Aileden aileye değişen beklentiler doğrultusunda da ismini okuruz kulağına. Babası aynı duygularla Mukaddes koymuşsa da küçük kızının adını, yine kendi keyfi uğruna adının tam tersi bir yaşam sürmesini okuyoruz. Hasan Eken, toplumsal duyarlığa kendi naifliğiyle bakan bir yazar. Geniş bir perspektifte yazıyor. Kardelen ve Mum, Mezopotamya Hikâyeleri, Defne Yaprakları’nın ardından Yılkı ile yine okurun karşısında. Her romanında farklı kesimlerin farklı dünyalarını, farklı duyarlılıkla ele alan Eken, bu kez, hemen hepimizin uzaktan yakından bilenler de vardır muhakkak duyup üzerine bir şeyler gevelediği önemli bir toplumsal soruna eğiliyor. KADER Mİ? Erkeklerin önce meraktan, sonra açlıktan ziyaret ettiği genelevlerde “sermaye”lerin öyküsünü, Mukaddes’ten Neriman’a, Seher’den Anjelik’e dönüşümünü Türkiye’nin dönüşümüyle buluşturan Hasan Eken, siyasi değişimi de atlamıyor. “Demirkırat” ilk duyduğu ve bilmeden umut bağladığı, tanımadan güvendiği “insandır” Mukaddes’in. Ama beklediği gibi olmamıştır, hem zaten insan da değildir “Demirkırat”. Burada, yazar, önemli bir noktaya değiniyor ayrıntıda. Gizli, küçük ama okurun yakaladığında bırakmayacağı denli önemli. Yılkı’da anlatılan, ülkede yaşanan üç darbe ve darbeler arasında sıradan insanların değişimi. Değişmeyen ise ne acı ki cinsiyet ayırımcılığı, sadece nesneleştirilmiş kadınların çaresizliği. 12 Mart ile 12 Eylül arasındaki top lumsal uyanışın egemenler tarafından silaha yönlendirilmesiyle engellenmesinin kaybı, toplumsal değişimin sekteye uğramasından başka bir şey değil aslında. NATO Donanması askerlerinin görkemli törenlerle karşılanması, her zaman Türkçe şarkıların çalındığı sokaklarda, sözlerini kimsenin anlamadığı İngilizce şarkılar arasına katılan “ay lav yu” cümlecikleri, o zamandan başlayarak değişimin ayak seslerini duyuruyordu. O sesler de eridi kulakların içinde. “İnsanoğlu diğer canlılardan farklı olarak akıl ve vicdanla da donatılmıştır. İşte sahip olduğu akıl ve vicdanla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırma yeteneğine sahiptir,” diyor Mukaddes, yılkı olduktan sonra... Kendi kendisiyle hesaplaşıyor, anılarını deşiyor, yaşadıklarını anımsıyor. Anımsamak istemese de hepsi bir film şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden. Öyle olmasaydı, bunu yaşamasaydım, ya şu olsaydı, ya bunu bulsaydım hesabı yapıyor çözümsüz olduğunu bile bile. Kadercilikten, o yaşamı kendisine zehreden kaderci bakıştan sıyrılamıyor, hep bir kurtarıcı arıyor. Bu arayışı gerçekten akıcı bir dille biz okurlara aktaran Hasan Eken, merak ve heyecan da katmış romanına. Sahi, ne olacak, seksenini aşmış, sokakta kalakalmış Mukaddes, bulabilecek mi aradığını? Küçük bir not: İyi bir film senaryosuna dönüştürülebilir Yılkı, Hasan Eken’in önceki romanları gibi... n Yılkı / Hasan Eken / Derin Yayınları / 180 s. 28 20 Nisan 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle