24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> “NEFES ALACAK ALANLARIMIZ GİDEREK AZALIYOR” n Romanın alt başlığı “İki Uzun Öfke”. Bu öfkenin de bahsettiğiniz değişimle bir ilgisi var mı, yoksa meselenin sadece bir cephesi mi? Biraz kurcalayalım diyorum öfke meselesini... Neden, neye, kime, nasıl bir öfke bu romanda anlatma derdine düştüğünüz? n Bu soruya, hem romanın adındaki “Arabesk” sözcüğüne hem de her ikisi de hayli donanımlı olan roman kahramanlarının yani Refik Çelebizade’nin ve Hüseyin’in öfkesine açıklık getirmek için şöyle bir yanıt vermem doğru olacak: Sevgili Eray, günlerimiz, saatlerimiz boşluk kabul etmeyecek şekilde, olur olmaz şeylerle dolduruldukça dolduruluyor. Kitsch dizilerle, televizyon programlarıyla, siyasi konuşmalarla, mesajını yeterince iyi veremeyen kamu spotlarıyla ile yalan yanlış tahkim ediliyoruz. Örneğin geçenlerde televizyonun açık olduğu bir mekânda az ötemde oturan yaşlıca bir kadın, Sağlık Bakanlığı’nın spotunu izledikten sonra yanındakine dönüp antibiyotik de yasaklanmış dedi. Kısacası her alanda bence boşluk kabul etmeyen arabesk bir desen gibi tezyin edilmeye çalışılıyoruz. Daha kötüsü elbirliğiyle televizyon dizilerini manşetlere taşıyarak bu girift tezyinata katkıda bulunuyoruz. Örneğin Payitaht dizisi, kravat ve diğer konularla boşluk bırakmamacasına tartışılırken Vatanım Sensin’de, Yunan generalin düzenlediği baloda Abdülaziz’in Valse Daveti’yle ve Jean Babtiste Lully’nın Türk Marşı (Marce pour la ceremonie Turcs) ile dans edilmesine parmak ısırıp böylece hem görsel hem müzikal anlamda dolduruşa geliyoruz. Kısacası nefes alacak alanlarımız giderek azalıyor. n Dildeki “değişim” üzerine de epey söyledikleriniz, söyleyecekleriniz var... n Ben yaşananlara ve gelişmeleri aklıma getirdiğimde, dil ya da lisan sorunumuzun giderek karışık bir hâl alacağı düşüncesindeyim. Meseleye TDK bağlamından bakarsak olay daha iyi anlaşılabilir: Bu kurum, 1950’den itibaren muhalif yapı olarak değerlendirilmiş, 1960’ta yeniden eski hâline dönüştürülmeyle çalışılmış, 1980’den sonra ise ‘Yaşayan Türkçe’ üst başlığı ile yapılandırılmıştır. Yani siyasi otorite dil üzerinde daima etkili olmuştur. Bu arada, bizler dille lisanla böylesine itişip kakışırken; tıp dilinde Latince, hukuk dilinde Arapça, bilimsel dilde ise İngilizce ağırlığını sürdürmüş, bu konuda gerekli atılımlar yapılmamıştır. Bugün ise eskisi kadar dil tartışmaları, dil polisliği yapılmıyor ama bazı gazetelerin köşe yazarlarını okuduğumda bırakın kullanmayı, aklımıza bile gelmeyecek sözcüklerin yaşayan Türkçeye eklenmeye çalışıldığını düşünüyor, bu hisse kapılıyor ve çoğu kez sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum. İşte Hüznengiz Bir Arabesk’in her iki roman kişisi de kendi deyişleriyle “lisan faşoluğu” yapmadan bu curcunadan nasiplerini alıyor. Günümüzde yalnızca kişiler değil, semtler de ayrı dili konuşmaya başladı. Kimse, anlaşabilseler bile bana Taksim ve civarında yaşayanlarla, Aksaray’dakilerin aynı dili konuştuklarını söyleyemez. n Hazır dil meselesine girmişken romanın dili üzerine de konuşalım biraz. Bir meddahın romanı âdeta Hüznengiz Bir Arabesk ve diğerleri. Meddahlık veya eski anlatı geleneğinin bu üç romanın dilini oluşturmanızda nasıl bir etkisi oldu ya da oldu mu? n Evet, meddahların, kıssahanların ve halk hikâyecilerinin anlatı geleneği Hüznengiz Bir Arabesk’in yapısını oluşturdu. Nişantaşı Suare’yle yola çıkan, Dokuzuncu Haşmet’le süren bir eğilim bu. Hoşsohbet ve tabii ki malumatfuruş anlatıcılar, daldan dala konarak dertlerini söylüyor, acılarını bile neşeli bir dille aktarmaya çalışıyor... “KAHRAMANLARIMIN BİRBİRİNE SIĞINMAKTAN BAŞKA ÇARESİ YOK” n Hüznengiz Bir Arabesk, tümüyle kahramanlarınız Refik Çelebizade ve Hüseyin’in başından geçenlerin ya da başına gelenlerin hikâyesi aslında. Refik ve Hüseyin’in hikâyesini dost olmaları dışında aynı çatı altında bir araya getiren kurgusal anlamda önemli detaylar tabii ki var ancak benim merak ettiğim şu: Bu iki hikâyeyi tek kitap içine sığmasını sağlayan, o elle tutulmayan unsur ne? n Her ikisi de yalnız, kendilerinden başka kimseleri olmayan; tepkili ve çeşitli nedenlerden her ikisi de müesses nizamın dışında kalmış ya da düzen dışına atılmış kişiler. Aslında iki ayrı dünyada, iki ayrı kültürde yaşıyor, olan bitenden kendi meşreplerince, kendi lisanlarıyla, kimi zamandan birbirlerinden ödünç aldıkları sözcüklerle yakınıyorlar. Birbirlerine öfkelenseler de, teyellenerek de olsa birbirlerine sığınmaktan başka çareleri yok, tıpkı bizler ve diğerleri gibi. İşte, iki ayrı öfkeyi ya da iki ayrı uzun öyküyü birbirine bağlayan en önemli unsur bu... n Hiç öyle görünmüyor gibi dursa da oldukça siyasi bir zemine oturduğunu düşünüyorum Hüznengiz Bir Arabesk’in... Katılır mısınız? Sizce bu siyasi altyapıyı besleyen, bunun romana sızmasını sağlayan karakterleriniz mi yoksa bir yazarın hayat içinde maruz kaldıkları mı? n Kolay bir soru değil, zorunlu olarak yan yola sapıp öyle yanıt vereceğim... Şöyle ki: Çoğunlukla yazan ya da yazabileceğini düşünen insanları anlatıp duran bir yazarım. Kimileri benim bu tutumuma mesleki deformasyon tabii ki diyebilir... Böyle bir kritiğe ne kızarım ne de alınırım ama onlara daha ilk kitabımda deforme olduğumu hatırlatmaktan geri durmam. Benim yazan kişileri kafaya takmamın nedeni belki de bana ısrarla roman yazarı denmesinden kaynaklanıyor olabilir. Sanırım bu ısrardan dolayı, mesleğimle ilgi sorunları kurcalıyor, kendimce çözümler arıyorum. Siyasi alt yapının romana sızması ve “maruz kalma” konusuna ise şöyle bir soruyla yanıt vermek doğru olacaktır: Anlattıklarım, çoğunlukla yazan kişiler olduğuna göre; onların hepsi ben miyim, kendi maruzatımı mı yazıyorum. Belki evet, belki hayır! n Hüznengiz Bir Arabeskİki Uzun Öfke / İbrahim Yıldırım / Doğan Kitap / 244 s . KItap 1920 Nisan 2017 İzmir TÜYAP’ta
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle