25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

140 Ahmet Büke Bir kent biraz da öyküleriyle kenttir. Ülkemizde öyküye en çok yakışan kentlerin başında ise İzmir geliyor bana göre. Bu nedenle İzmir’i öykülemek, yaşayanlarını, bu öykülerle İzmirlileştirip kentli bireye dönüştürmek öteden beri İzmirli yazarların güttüğü ortak hedef bağlamında alınabilir. de de usta bir yazar. Evrensel değerlerle karılı, böylesine bir ahlaksallığın temele alındığı öyküler bir örtme ustalığıyla kapılarımızı çalıyor. Öykü kişileriyle evrenler bir sis ardında kendileriyle yüzleşilmesini bekliyor, “arabalı atlar gibi çekil(erek)”… (Ekmek ve Zeytin, 17). O halde siyasal öyküye ilgi duyanlarla türe yakınlık besleyenlerin mutlaka tanıması gereken bir imza Ahmet Büke. Özellikle Kumrunun Gördüğü’nde kimi öykülerin özellikle siyasal öykücülüğümüz içinde kendilerine her zaman yer bulacakları öne sürülebilir pekâlâ. Çünkü siyasal içkinlik, onun öykülerinde önemli bir izlek olarak üstelik biçemsel ayrıksılığıyla yer buluyor. ÖYKÜYÜ DOĞA KARDEŞLİĞİYLE SÜRDÜRMEK… Günü birlik yazılmış öyküden yatılı öyküye, mevsimlere yayılmış öyküden müebbet öyküye anlatıdaki ustalığı her yana eşit biçimde yayan bir yazar o, ama her yeri aynı derecede ışıklandırmış olarak. Yine de öykü evrenlerinin güneşe çıkmış yanıyla gölgede kalan yanlarına dönük yaklaşımında farklı bir işleyiş sergiliyor Büke. Ayrıca bunlara, kişilerle uzamlardaki örtüşmeler, girişmeler de eşlik ediyor. Bakkal İbram’dan Postacı Reşat’a, Zeliha’dan Tüccar Halit Bey’e, terzihaneden meyhaneye farklı duygularla, ama aynı bir öyküde geziniyorsunuz sanki bir çalım. Bu arada yazarın, doğaya, doğada kediden karıncaya, kuştan balığa, makiden ormana, çakıl taşından fotoğrafa, nesnelerin kokusundan sesine, rengine, esintisine canlı, cansız bütün varlıklara dönük tutumu üzerinde ayrıca durulabilir. Bunların neredeyse kişiler kadar öykülere yayılıp onlar kadar öykülere karıştığı görülüyor çünkü. Gölgedekiler üzerine serptiği güneş yakıcılığındaki ince alaysama, insanı çeken, gönül çelen, gevrek bir anlatım getiriyor öyküye. Alaysamayı öykünün gereksinirlikleri arasına katmış bir yaklaşım bu. Derinlerde gürleyen, ama dıştan bakıldığında ilk ağızda görülmeyen alaysama, öykülerin aynasına sır olarak da yerleşiyor denebilir. Bu alaysamanın kara anlatıyla örtüştüğü de eklenebilir buna. Yukarıdan bu yana dile getirişim doğrultusunda, 140 Ahmet Büke, yayımladığı yüz kırk öyküsüyle öykücülüğümüze yeni bir coşku kazandırmış oldu böylece. Ahmet Büke’ye kulak vermenin, onun öykülerini okumanın tam zamanı. Yazarın Akhisar Garı’nda karşıladığı Vüs’at O.Bener’ce sözlerini aktaralım: “Öykü de giderek okunmazsa ne olur, diyorsun öyle mi? Bence kork!” “Eğer öykü bitecek diye korkarsan daha çok yazarsın. Geceleri uyanıp ter içinde düşünürsün.” (Yüklük, 70) Öykücülüğümüz, bu coşumlarla bir çığ halinde daha da büyüyüp serpiliyor, gelişip dal budak salıyor alabildiğine. 14 Şubat Dünya Öykü Gününde, Sevgililer Gününde öykü sanatımıza yönelik böyle bir yargıya varabilmiş olmanın, uluorta bunu dillendirebilmenin mutluluğu da şey değil doğrusu… Eh, hadi bakalım, öyleyse 14 Şubat’ta aşklarınızın da öykülerinizin de yolu açık olsun! n Y üz kırk ne oluyor? Ahmet Büke’nin okul numarası mı, ansiklopedideki madde sırası mı, kırktığı yüz mü, öykü yazarları arasındaki yeri mi? Baktım kabaca, artısı eksisiyle yüz kırkı bulmuş kitaplarında yayımladığı öykü. Türde bunca ısrarlı davranıp on üç yıl içinde yedi öykü kitabı yayımlayabilen başka kaç yazar var bilmiyorum… Öyleyse, bu yazının başlığı da böyle olsun; öykünün vefalı adı, öykülerinin sayısıyla yan yana gelsin, dedim, bunu hak ettiğini düşünerek… Ahmet Büke, 2002 ile 2014 arasında basılan, yeni basımlarıyla birlikte tümü Can Yayınlarınca sunulan sergenlerdeki şu yedi kitabıyla okurlarına sesleniyor öykü yazarı olarak: İzmir Postası’nın Adamları (2002), Çiğdem Külahı (2004), Alnı Mavide (2006), Kumrunun Gördüğü (2010), Ekmek ve Zeytin (2011), Cazibe İstasyonu (2012), Yüklük (2014)… Bu yedi kitapla öykücülüğümüzde kendine özgü bir yer tutmayı başardığı kesinlenebilir Ahmet’in… Bunu kitaplarının sayısına, türdeki direngenliğine bakarak söylüyor değilim yalnızca. Bunların yanında öykü sanatının gereklerini yerine getirişindeki yaklaşımı kadar yeni biçemlere dönük deneyimlere açılımının, buna dönük iştahının da altını çizmekte yarar görüyorum… Öykülere yayılmış farklı karakterlerle evrenler de eklenebilir buna ayrıca. Aralarında hoş, yumuşak, nahif öykü örnekleri bulunmakla birlikte, yazarın bu çabası, öyküde yoğunlaşması, bu türün neferliğini yapıyor görüntüsü vermesi, bir öykü yazarı olarak Ahmet Büke’ye bağlanmamıza yetiyor… Deniz toprak fotoğrafçı, bakkal, hamamcı vb. farklı mesleklerde zanaatçı, esnaf olarak göze çarparken sonradan sonraya fabrika işçisi, oto tamircisi, hizmetli vb. konumuna geçiyor. Bu arada toprak ya da deniz insanları da eksik olmuyor elbette. “Seviyordum, öldürdüm,” dercesine o haykırış sonra: “İzmir, Allah belanı versin senin!” (Alnında Mavi, 39) Böyle olduğu için buram buram İzmir kokuyor Ahmet’in öyküleri, İzmir de biraz biraz Bükeleşiyor bu öyküler okunurken… Ahmet Büke öyküleri bu yanıyla toplumsal yapımıza değgin farklı bir açımlayışın kapısını aralarken yanı sıra adeta bir sözlü tarih için de belleğe notlar düşüyor… İzmir’i andığınızda, öykülerini de anımsamanız gerekiyor hemen. Çünkü İzmir, yüz yıldır öykücüleriyle birlikte her dönem kendini göstermiş, varlığını korumuş bir kent. Öykü kenti, öykülü kent. Nitekim Ahmet Büke’nin öykülerinde de İzmir’in gerek kent merkeziyle çevresi, gerekse kentin kültürel anlamda yayıldığı yerleşimler olarak kent taşrası bağlamında geniş yer tuttuğu görülüyor. Öykü evrenleri, bu anlamda küçük insanların dünyalarına açılıyor her ke ÖYKÜNÜN İZMİR’İ, İZMİR’İN TAŞRASI… Dünyaya bakışında durduğu yerin sağlamlığı, bu Ahmet Büke çerçevede öykü evrenine bunu yayıp yerli yerine zinde. Kentin dış semtlerinde hayatın oturtuşu, karakterler üzebütün bütüne bambaşka yaşandığı o rinden bunları yansıtımı, kendine farklı örtük dünyalar yeniden yeniden işlenibir yatak açmasına olanak sağlıyor Ahyor böylelikle… met Büke’nin. Yazar, bu yolla öyküleAncak varoş ya da gecekondu insarindeki siyasal zemini, ekinsel bütünlenı değil bunlar, bu yönde bir kültürel meye dayalı bir ahlaksallıkla kuşatıyor yapılanmışlık sergilemiyor kesinlikle. aynı zamanda. Kentin ta göbeğinde yaşarken elde Ancak bu siyasal zemini öykü evreolmaksızın kıyısına düşüvermiş, daha nine yerleştirirken söylemeyen, gösönceleri yoksullukları pek anlaşılmaztermeyen, tam tersine bunun üzerini ken bu yanlarıyla artık ortalığa dökülolabildiğince örtüp böylelikle okurun müş insanlar, o kadar… Bir örnek uzabunu doğrudan yaşamasını sağlayan yıp giden yeşillikler içine gömülü evlertutum izliyor denebilir enikonu. Bu le bunları birbirine yoğuran geçenekler, doğrultuda okurun yüzüne tokat olarak kır sesleriyle suskunlaşmış ya da coşinen her öyküsünde hiçbir zaman bakulanmış geceler, şaraplara bata çıka ğırmayan, dır dır etmeyen bir anlatıyla yaşanılan, birey olma çırpınışlarındaki karşılaşıyoruz. Gazete röportajı ya ham ergenlikle örülü gençlik… Sonra da Burhan Felek’in “Vatandaş Ahmet işte, “menderesler çizerek aka(n)”, “yaEfendi”si benzeri kör kör parmağım şayan ölülerle dolu” hayat… (Alnında gözüne bir iki örnek, bir ölçüde sınırlılık Mavi, 35, 36). getirip tavsanırlığa yol açabiliyor, ama İzmirlilikle örtüşen bu yoksullaşmış o zaman öyküye biçemce öylesine yerli halk, başka bir katmana karşılık omuz veriyor ki yazar, bu güçle kapıp geliyor kuşkusuz. Zaten bunlar manifauçurmayı başarıyor anlatısını. Kaldı ki turacı, terzi, keçeci, berber, radyocu, o, can alıcı yoğunlukları içkinleştirme SİYASAL ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZDE FARKLI NABIZ… 22 4 Şubat 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle