Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ahmet Tulgar’ın öykü toplamı “Duygusal Anatomi” şekilde rütbesiz bir askerle muhatap olmayacağı yaygın bir kanı çünkü. KURGU MU GERÇEK Mİ? Bu bağlamda dikkat çekmek istediğim bir diğer öykü de “Sınır”. Yüksek öğrenimini yurt dışında tamamlamış kolej mezunu bir bireyin, doğmuş olduğu ülkeden ayrılıp bir başka ülkeye gideceği sırada sınır kontrolünde yaşadığı olayları konu alan bu öykü üzerinden yapılacak okumada, az önce bahsettiğimiz yalnızlık halinin bir başka boyutunu rahatlıkla hissederiz. “Sınır”da, iki arkadaşın Brüksel seyahatine çıkmadan hemen önce, havalimanının pasaport kontrol merkezinde yaşadıkları anlatılıyor. Kolej mezunu olan karakterin yurtdışına çıkması yasaklanmışken arkadaşının bu konuda hiçbir sabıkası bulunmaz. Pasaportlarını bir şekilde karıştırırlar ve suçlu olan kontrolden rahatça geçer ama arkadaşı güvenlik polislerince yakalanır. Böylesi bir olayda kendilerine dostça yardım eden, elinden geldiğince onların yanında olan bir polis memuru devreye girer sonra. Havalimanında bekledikleri bir sırada, polisin telefonda Kürtçe konuştuğuna tanık olur yazar. Fakat bu durumu pek de önemsemez, hatta bunun mesleki deformasyon veya asimilasyon olduğunu düşünür. Polis memuru, eğer olay çözülmezse kendisine tekrar yardım edeceğini bildirerek telefon numarasını verir yazara. Yazar, kendisinin bir polisiye yazarı olduğunu söyler polise. Bir polis ile bir polisiye yazarın karşılaşması hayli ilginçtir tabii... Pasaporttaki sorun atlatılır, seyahate çıkılır, seyahat biter ve yurda geri döner yazar. Telefonu çalar bir gün. Hattın ucundaki polis, bir sorunu olduğunu, kendisinden yardım istediğini ve ayrıntıları telefonda konuşamayacağını söyleyerek bir randevu talep eder yazardan. Buluşurlar; park halindeki araçta bekleyen yazarın yanına giden polis, kısa bir sohbetten sonra konuya girer. “Kardeşim Suruç’tan sınırı geçmiş. Bütün o gençler gibi o da gitmiş. Savaşmaya. Kırk gün önce. Annem babam, ben de tabii, sadece yaşadığını öğrenmek istiyoruz. Öğrenebilir misiniz?” der. Sınırda olduğumuzu ve sınırın öte tarafına geçmemizin ne kadar zor, kolay, mümkün olduğunu; savaşların aslında bize sandığımız kadar uzak olmadığını, içerde bir yerlerde olduğunu ve kimliklerimiz/sıfatlarımız ne olursa olsun, aslında hepimizin bu savaşta bir şekilde yer aldığını ifade eden, işaretleyen etkileyici bir hikâye... Kitap bittiğinde, tüm bu samimi öykülerin ekseninde, en başta sorduğumuz kurgu mu gerçek mi sorusu hatırlanabiliyor yine de. Kaçamak bir cevap vererek kurgu ve gerçeğin harmanıyla ortaya çıkan ve Ahmet Tulgar’ın tarzına pek yakışan bu yeni türden bahsetmek sanırım abartı olmaz. Halkını tanımak ve anlamak adına yıllarca onlarla konuşmuş, röportajlar yapmış bir yazarın gerçekleri ne ölçüde yazdığı, sanırım tam da bu bilgide saklı ki Ahmet Tulgar’ın belki de tüm yazdığı, yazacağı; kendisiyle, gazeteci olan kendisinin yazar olan diğer kendisiyle yaptığı olduğu uzun bir röportajdan ibarettir, kim bilir. n Duygusal Anatomi/ Ahmet Tulgar/ Can Yayınları/ 128 s. K İ T A P S A Y I 1323 Bir uzun röportaj Ahmet Tulgar’ın, “Duygusal Anatomi’de yer alan on sekiz öyküsünün tamamında benzer durumlar konu edilmiş: Darbe döneminden kalan kanlı bıçaklı hatıralar, akıl almaz işkenceler; cinsiyetçi çoğunluğun hegemonyası altında tek tip ve tek fikir emelini benimsemek zorunda bırakılan azınlıklar… r Özkan Ali BOZDEMİR hmet Tulgar sanatı, edebiyatı, siyaseti ve aşkı hayatının merkezine alarak yaşayan; dahil olduğu güruhun ve coğrafyanın kavgası, inancı, geleceği için çarpışan, uğraşan, sesini çıkaran ve haklı mücadelesinden asla taviz vermeyen önemli bir isim. Edebiyat ve siyasetin sirayet ettiği tüm öykü, roman, inceleme, deneme/eleştiri türündeki kitaplarında anlattığı olaylar, büyük bir içtenliğin ve gerçekçi bir bakış açısının sonucu olarak çıktı ortaya. Yeni öykü kitabı Duygusal Anatomi’de de yine bu izlek etrafında ilerliyor Tulgar. İnsanı, toplumu, var olma bilincini, aşkı, kısaca bize ait olan her durumu, duyguyu kaleme alarak kendimize ve yaşadığımız dünyaya dair bir hesaplaşmanın içerisine sokuyor okurunu. Kitapta yer alan on sekiz öyküden dördü, kitap henüz basılmadan önce, yazarın kişisel blog sayfası www. ahmettulgar.wordpress.com’da okuyucularla buluşmuştu aslında. Bu nedenle Ahmet Tulgar’ın yakın takipçileri kitabın bir kısmını önceden okuma şansına erişti diyebiliriz. Prologda da belirtildiği üzere “Burada değilim. Hikâyelerimdeki olayların geçtiği yerdeyim” beyanında bulunan yazar, Duygusal Anatomi’deki hikâyelerin kurgu mu yoksa gerçek mi olduğunu düşünmemizin, hatta böyle bir soruyu sormamızın bile gereksizliğini, bizler kitabı henüz okumaya başlamadan önce söylüyor ki zaten hikâyelerin gerçek lezzeti de ancak bu keskin ayrımın pençesine düşmekten kurtulduğunuz zaman ortaya çıkıyor. MÜHİM OLAN MESELE Kitapta bahsi geçen olaylar, hepimizin yakından tanık olduğu, etrafındaki insanlardan duyduğu, gördüğü hikâyelerden oluşuyor aslında. Bu açıdan bakıldığı zaman, gerçek veya kurgu ifadelerinin neden gereksiz olduğu daha net anlaşılabilir. Mühim olanın mesele yani olay olduğu her edebiyat metninde, söz oyunlarının, kurgu hilelerinin geçerliği bir yere kadar. Kitapta yer alan on sekiz öykünün tamamında da benzer durumlar konu edilmiş. Darbe döneminden kalan kanlı bıçaklı hatıralar, akıl almaz işkenceler; cinsiyetçi çoğunluğun hegemonyası altında S A Y F A 8 n A tek tip ve tek fikir emelini benimsemek zorunda bırakılan azınlıklar… Kronolojik bir akış izlenmeksizin ele alınan hikâyelerde hep aynı tema var belki de: Anlaşılamama ya da yanlış anlaşılma trajedisi. Bahsi geçen hikâyelerin bu denli hüzünlü olmasındaki bir önemli gerekçe de Ahmet Tulgar’ın sarmal cümlelerle kurduğu, derinlikli ifadeler ve güçlü çağrışımlarla taçlandırdığı ustalıklı dilinde aranmalı. Bir ânın betimini yaparken herhangi bir cümle kurma gayreti içinde başlar da o cümleyi yazdığı sırada sanki cümlenin sonunu hiç düşünmez, cümleyi nerede bitireceğini kestirmez. Sadece betimler, fikrini uyandırır okuyucuda. Hiç telaşı yokmuş gibi uzar gider cümleler, sözcükler sanki sivrilme kaygısı hiç yokmuş gibi alçaktan ilerler. İşte bu sarmal cümle yapısına yoğun anlamlar yumağı olarak eklenen düşünceler de dahil olunca okunması, içinden çıkılması hayli zorlaşan metinlerle karşılaşırız. Birinci ağızdan yazılan öykülerin zorluğu kuşkusuz diğerlerine kıyasla daha fazla çünkü bu durumda, bahsi geçen eser otobiyografi değilse eğer, öykülerdeki olayların gerçekliği konusunda yine de bir şüpheye saplanabiliyor okuyucu. Ahmet Tulgar’ın başarılı bir gazeteci olmasının yanı sıra, deneyimli de bir “röportajcı” olması, bu inandırıcılık konusunun altından başarıyla çıkabilmesine katkı sağlıyor elbette. Bu inandırıcılık bir kez sağlandığı zaman, okuyucu da ister istemez yazarına güveniyor, okuduğu metinleri içselleştirebili yor ve mevzu edilen konuları anlamak, özümsemek için kendini daha bir odaklıyor yazının temel meselesine. Ahmet Tulgar’ın ele aldığı konuların başında yalnızlık geliyor. Bireysel veya toplumsal, bedensel veya ruhsal felaketlerin tümünde ortaya çıkan çok katmanlı, çok taraflı bir yalnızlık bu. Kitaptaki öykülerin zemininde yer alan bu duygu durumu, bazen hınçla atılmış bir yumruğa, sinmiş bir bireyin çaresizliğine ya da halkına zulüm yaşatan devlet mekanizmasının toplum ve birey üzerinde oluşturduğu derin tahribata dönüşebiliyor. Kitapta yer alan öykülerden ilerleyecek olursak yazının başlarında geçen anlaşılamama ya da yanlış anlaşılma trajedisine iyi bir örnek sayılabilmesi açısından “Şenol Yüzbaşı” adlı öyküyü ele alabiliriz. Seksist göndermelere ve militarizm konusunda hassas ve duyarlı tespitlere yer veren “Şenol Yüzbaşı” adlı kısa öyküde çıplaklık vurgusu üzerinden eşitlik fikri irdeleniyor. Askeriye banyosunda geçen bir yıkanma sahnesiyle başlayan hikâyede, iç çamaşırlarıyla banyo yapan askerlerin, çırılçıplak yıkanan Yüzbaşı Şenol tarafından azarlanmasına tanık oluyoruz. İlk başta normal gibi görünen bu olay, ilerleyen satırlarda da anlaşılacağı gibi asker ile komutanı arasındaki eşitsiz mesafeyi bir şekilde en aza indirgemek fikrini esas alıyor. Üstünlük veya otorite sıfatının, cinsel olanda, yani eril dünyanın güç simgesi saydığı erkek cinsel organında olduğu düşüncesi anlatılıyor burada. Yüksek rütbeli bir askerin, emir komuta zinciri içerisinde hiçbir sebep ve hiçbir Ahmet Tulgar’ın ele aldığı konuların başında yalnızlık geliyor. Bireysel veya toplumsal, bedensel veya ruhsal felaketlerin tümünde ortaya çıkan çok katmanlı, çok taraflı bir yalnızlık bu. 2 5 H A Z İ R A N 2 0 1 5 C U M H U R İ Y E T