Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
“Çalışmamda Marx ile Engels’in yaşadığı dönem, 19. yüzyıl kapitalizmiyle günümüz koşulları arasında fazla bir fark olmadığını vurgulamaya çalıştım.” Marksist eleştiri, kadınları salt üretici değil, aynı zamanda yeniden üretici olarak ele alıp bugüne dek pek “keşfetmediği” bir alana dahil olmak durumunda. “KADINLARIN ÜRETİM VE POLİTİKAYA KATILMASI SORUNU ÇÖZMEDİ” Sosyalizmin, sosyalist deneyimler dizisinin ıskaladıklarını günümüze uzanan feminizm hattında ortaya koyuyorsunuz. Nasıl? Bu soruyu birbiriyle bağlantılı iki düzlemde yanıtlayabilirim: Kuramsal düzlem ve uygulama düzlemi. Kuramsal düzlemde, sosyalizm az önce de değindiğim gibi kadının “yeniden üretici” rolünü, sizin deyiminizle “ıskaladı”. Yani kapitalizmin kendini önceleyen sömürü sistemlerindeki ataerkil tahakkümü nasıl özümseyip yeni bir dizayna tabi tutarak temellük ettiği üzerine birkaç parlak istisna dışında kafa yormadı. Bu da uygulama düzleminde, kadınların önünde eğitim olanaklarının açılması, kadınların tüm istihdam alanlarına dahil edilmesi, ne bileyim, siyasal katılımları önündeki formel engellerin kaldırılması vb. uygulamalarla kadınerkek eşitliğinin sağlanabileceği, kadın sorununun çözülebileceği sanıldı. Bu, olasılıkla sosyalizmin uygulamaya girdiği ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nde Dünya Savaşları’yla iç savaşın yol açtığı muazzam işgücü açığını kadın emeğiyle telafi etme yolundaki tikel bir gereksinimin sonucu olarak ortaya çıkmış bir durum; bu örnek, genelleştirildi. Kadının “yeniden üretici” konumunu göz önünde bulundurmayan bu yaklaşım sonucunda kadınlar üretime ve daha sınırlı olsa da politikaya katılmanın dışında, aynı zamanda domestik görevleri neredeyse tümüyle tek başına üstlenmek durumunda kaldı. “ÖZGÜREŞİTEMEKÇİ BİREYLER, BİRLEŞİN!” “Sil, süpür, çocuk büyüt”e devam! Evet. Kadın mühendisler, doktorlar, akademisyenler, ne bileyim makinistler, ustabaşları eve döndüğünde bulaşık ve çamaşır yığınlarını, çocukların derslerini, toz içindeki camları kendilerini bekler buluyordu. Bu ise onlara C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I kendilerini geliştirecek ya da “kolektif yaşamın” tadını çıkaracak zaman bırakmıyordu. Sovyetler Birliği’nde kadınların çoğunun kendini “evlerinin kadını, çocuklarının anası” olmaya çağıran Gorbaçov’un çağrısını mutlulukla karşılamasının nedeni bu olsa gerek. Bu söylediklerim, “postsosyalist” denilen dönemde bir başka kırılmaya yol açtı: Sosyalist pratiğin kuramı olarak Marksizmin eril olduğu ve kadınlar üzerindeki (işçilerin sömürülmesinden farklı olduğu söylenen) eril tahakküm ya da ataerkini görmezden geldiği yolundaki yanılsamanın yaygınlaşmasına. Bu yanılsamaya göre sosyalizm belki işçiler için iyi olabilirdi ama kadınlar için farklı bir proje, yani feminizm gerekiyordu. Bu ise “sınıfsallık” ile “toplumsal cinsiyet” ve giderek “ırk”, “etnisite” vb. mevzularının birbirinden ayrılmasına, nihai olaraksa “sınıfçılık” ile “kültürcülük”ün birbirlerine zıt konumlanımları gibi sunulmasına yol açtı. Marksizm, aile, aşk kavramlarını yozluktan azade bir düzlemde kuruşuyla da ayrılıyor… Marksizm, insanların duygusal yaşantısının herhangi bir maddi (ekonomik çıkarlar), kurumsal (aile, devlet vb.) ya da ideolojik (din, milliyetçilik giderek “sosyalizmin yüce idealleri” vb.) baskılara tabi olmaksızın özgürce yaşanmasından yana, böyle olmak durumunda. Nihayetinde, kurucularının daha ilk yapıtlarında ifade ettiği üzere o, insanın yabancılaşma(lar)dan özgürleşmesini öngören bir tahayyül değil mi? Din, devlet ya da piyasa baskılarından özgürleşmiş, birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve özenden başka hiçbir taahhütleri olmayan, her türlü mülkiyet, prestij, kimlik, uyruk, kulluk ilişkisinden/baskısından sıyrılmış özgüreşitemekçi bireylerin gönüllü birliktelikleri… Marksizm’in toplumsal yaşamda güvence altına almak için uğraşacağı tek ilişki biçimi bu olmalı. Bunun içini nasıl dolduracakları ise geleceğin sosyalist toplumunun kadın ve erkeklerine kalmış bir şey. n Marksizm ve KadınEmek, Aşk, Aile/ Sibel Özbudun/ Tekin Yayınevi/ 216 s. 1323 2 5 H A Z İ R A N 2 0 1 5 n S A Y F A 1 1