Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y ep yüreğimi sızlatmış bir İkinci Dünya Savaşı öyküsü vardır. Öykü dedimse, gerçek bir öykü. Bir şairin öyküsü. Ezra Pound’un… İngiliz ve Amerikan edebiyatında “modern” akımın gelişmesinde benzersiz bir rolü vardır Pound’un. Klasik Çin ve Japon şiirinin pınarından beslenen imgeciliğin gelişiminde de. William Butler Yeats, James Joyce, Ernest Hemingway, Robert Frost, D. H. Lawrence, T. S. Eliot gibi birbirine benzemez şair ve romancıların yapıtlarının hak ettiği ilgiyi görmesinde de az payı yoktur. Örnek vermek gerekirse: Henüz pek tanınmadığı dönemde Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ve “Ulysses” gibi romanlarının yayımlanabilmesinin ardında Pound vardır. Daha Birinci Dünya Savaşı’nın vahşeti karşısında ABD ve İngiltere’ye inancını yitiren, savaşın suçunu vurgunculuk ve uluslararası kapitalizmde bulan Pound, 1920’lerde İtalya’ya taşınır, 1930’lar ve 1940’larda Mussolini’nin faşizmini benimser, yüzlerce radyo programında ABD karşıtı konuşmalar yapar. Batı kapitalizminin ahlaksal çöküşünün karşısına dikileyim derken, aklını bir başka yozlaşmaya, faşizme tutsak eder. eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celal@celaluster.com.tr H İkinci Dünya Savaşı’nın sanat ve edebiyattaki yansımaları (2) Hüznüme dokunan öyküler UMARSIZ YALNIZLIK “Fener, Gece ve Yıldızlar”ın dizelerindeki incecik hüznün, umarsız yalnızlığın ardından, “Kapıların Dışında’nın savaştan dönen Beckmann’ının ürpertici birbaşınalığı, dışlanmışlığı bir tokat gibi inmişti yüzüme. Borchert’in edebiyat dünyasında bir günde tanınmasını sağlayan oyunda, cepheden dönen askerin savaş sonrası yaşamdaki yıkımını ele alan oyun, savaşın anlamsızlığı ve saçmalığını izleyicinin yüzüne çarpıyor, insanoğlunun yalnızca bedeninde değil, aynı zamanda ruhunda yarattığı çöküntüyü sarsıcı bir yakıcılıkla gözler önüne seriyordu. Savaşın hemen sonrasında, kuşkusuz öncelikle Almanya’da bir kült yapıt olup çıkan “Kapıların Dışında”nın, Necatigil’in Türkçesiyle 1960’ların başlarında yayımlandığında, pek çok amatör tiyatro topluluğu tarafından sahnelendiğini anımsıyorum. Bunda, Borchert’in yapıtının, insanoğlunun İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadıklarını ve yaşattıklarını, insan ruhunda ve toplumunda açtığı derin yaraları, geçtikleri zaman ve yerin çok ötelerine taşıyarak günümüze erişmesinin ve geleceğe kalmasının payı vardı kuşkusuz. TİYATRONUN KARŞIKAHRAMANI Tiyatro edebiyatının gelmiş geçmiş en etkileyici karşıkahramanlarından biri sayılması gereken Beckmann, Rusya cephesinden döndüğünde, karısını ve evini yitirmiş olduğunu görür. Belki daha önemlisi, hayallerini ve inançlarını da… Bütün kapılar yüzüne kapanır. Elbe Irmağı intiharını bile geri çevirir, onu kıyıya sürükler. Borchert’in, oyununa, “Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin izlemek istemediği bir oyun” altbaşlığını uygun görmesi, bu bakımdan çok anlamlıdır. “CEHENNEMDE İKİ DEVRE” İkinci Dünya Savaşı üstüne sayısız film çevrilmiştir ama beni en çok etkileyenlerden biri de geçen hafta sözünü ettiğim “Hiroşima Sevgilim”in yanı sıra, Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin 1962’de çektiği “Cehennemde İki Devre”dir. “Cehennemde İki Devre”, en iyi Dünya Savaşı filmlerinden biri midir, yoksa en iyi futbol filmlerinden mi, bilemem. Ama sonradan çekilen taklitleri unutulup giderken Fabri ustanın siyahbeyazı meraklılarının belleğine kazındı: 1944 baharı. Macaristan’da komünistler ve Yahudilerin çalıştırıldığı bir toplama kampı. Nazi subayları, Hitler’in doğumgününde bir futbol maçı düzenlerler. Alman subay ve askerleri ile Macar tutukluları karşı karşıya getirecek bir maç. Kamptaki ünlü Macar futbolcu Onodi’yi çağırıp bir takım kurmasını isterler. Onodi kabul eder ama üç isteği vardır: Kendilerine fazladan yiyecek ve maçtan önce idman yapabilecekleri bir top verilecektir; bir de maça hazırlanabilmeleri için kamptaki çalışmanın dışında tutulacaklardır. VE MAÇ BAŞLAR Almanlar bütün istekleri kabul eder ama Onodi’ye takıma hiç Yahudi almamasını salık verirler. Ne var ki, Onodi yeterince adam bulamadığı için Yahudilerden de oyuncu alır. Steiner de bir Yahudidir ama futboldan bihaberdir. Ölmekten korktuğu için Onodi’ye yalan söylemiştir. Bir idman sırasında hep birlikte kaçma girişiminde bulunurlarsa da yakalanırlar ve büyük olasılıkla idam edileceklerini öğrenirler. En sonunda maç başlar. MİTRALYÖZÜN TARRAKASI Maça moral bozukluğuyla başlayan Macarlar art arda üç gol yerler, sonradan bir gol atarlar ve ilk devre Almanların 31 üstünlüğüyle sona erer. Devre arasında, kampın Macar komutanı oyunculara maçı kaybederlerse idam edilmeyeceklerini söylerse de hiçbiri inanmaz buna. İkinci devreye çıkarlar ve üst üste üç gol atarlar. Kamptaki tutuklular coşkuyla havalara uçarlar. Kulakları sağır eden sevinç çığlıkları ve alkışlar ortalığı inletirken birden Alman mitralyözünün tarrakası duyulur. On bir futbolcu sahanın ortasında can verir. Kamp derin bir suskunluğa bürünür… “Cehennemde İki Devre”, bana hep, Azteklerin yüzyıllar önce oynadıkları ve yenilen değil de üstün gelen tarafın oyuncuların tanrılara kurban edildiği bir ayaktopu oyununu anımsatmıştır. Bir de 1956’da efsanevi Macaristan milli takımını 31 yendiğimiz maçı. AYAKLANMA VE İŞGAL Dokuz yaşındaydım. Maçı, annem ve babamla birlikte, Mithatpaşa Stadyumu’nun gazhane tarafındaki açık tribünüyle numaralı tribünü arasına sıkışmış Teksas tribününden izlemiştim. Buz gibi ama pırıl pırıl bir şubat günüydü. Gerçi Macar takımında Grosics, Hideghuti, Kocsis gibi yıldızlar yoktu ama Puskas’lı ve Czibor’lu takımı iki farkla yenişimiz herkesi olduğu gibi beni de “zafer” esrikliğine uğratacak ve bu esriklik yıllarca sürecekti. Ta ki, o günlerde Macaristan’da siyasal baskılara karşı bir mücadelenin sürdüğünü, aynı yılın Ekim ayında büyük bir ayaklanmanın patlak verdiğini, ayaklanmanın Kasım ayında Budapeşte’yi işgal eden Sovyet birliklerince bastırıldığını, yurtdışına kaçmak zorunda kalan çoğu aydın 150 bin kadar Macar arasında Puskas, Kocsis ve Czibor’un da bulunduğunu öğreninceye kadar… n K İ T A P S A Y I 1 3 2 2 Ezra Pound KAFESTEN HASTANEYE 1945’te ABD birliklerince tutuklanarak Pisa kenti yakınlarındaki savaş suçluları kampında altı ay hapis yatar. Bu altı ayın üç haftasını daracık bir çelik kafeste geçirmek zorunda bırakılır. Sonradan, çelik kafesteki bu üç haftanın, sinirsel çöküntüsünü tetiklediği söylenecektir. Ünlü “Kantolar” dizisinin en etkileyici bölümlerinden “Pisa Kantoları”nı hapiste yazan Pound, vatana ihanet suçuyla yargılanmak üzere ABD’ye götürülür. Bazı hekimlerin ussal dengesinin yargılanmasına engel oluşturduğu yolunda bir rapor vermesi üzerine, akıl hastası suçluların kapatıldığı bir hastaneye yatırılır ve tam on iki yıl orada kalır. ŞAİRİ ŞİİRLERİYLE ANIMSA 1949’da, “Pisa Kantoları”yla ABD’nin ulusal kütüphanesi sayılan Kongre Kütüphanesi’nin Bollingen Ödülü’nü alması üzerine, akıl hastanesine kapatılması yeniden kamuoyunun gündemine gelir. Bunun da etkisiyle yargılanacak durumda olmadığına karar verilir; kendisine yöneltilen suçlamalar geri alınır; 1958’de de serbest bırakılır. Bu öyküyü anımsadıkça hep Pound’un dizeleri geçer aklımdan. Şairi şiirleriyle anımsa, derim kendi kendime. TÜRKÇEDE POUND Kimler çevirmemiştir ki Pound’u dilimize… Melih Cevdet Anday, Can Yücel, Bülent Ecevit, Cevat Çapan, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz… “Atthis” şiirini, Cevat Çapan’ın ünlü “Çin’den Peru’ya” seçkisinden anımsıyorum: “Ruhun senin / Doygunluktan ince, / Atthis, / Dudaklarını özlüyorum, / Dar S A Y F A 6 n 1 8 memeleri. / Sen hırçın, / Sen el değmemiş.” Yine Çapan’ın Türkçesiyle “Doria”ya seslenirsek: “Karanlık savruların ölümsüz anlarınca / benim ol, / Sevinci gibi çiçeklerin / geçici değil. / Beni güneşsiz yarların, / kül rengi suların / Korkunç yalnızlığında sev. / Bizden söz etsin tanrılar / Gelecek günlerde, / Gölgeli çiçekleri Orkus’un / Ansınlar seni.” BİR HOYRATLIKTAN BİR BAŞKA HOYRATLIĞA Diyeceğim, bir zamanlar aklını Mussolini’nin yalanlarına kurban etmiş olsa da hem İngilizcenin şiir dilinin, hem de eskilden kalkıp modernin kurucularından Pound’a reva görülen o çelik kafes hep içimi burkmuştur. ABD’nin, bir büyük savaşı sonlandırırken Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombalarıyla nükleer savaşı başlatması ile anadilinin ozanı Pound’u bu denli aşağılayabilmesi arasında hep bir benzerlik bulmuşumdur: Bir hoyratlık biterken bir başka hoyratlığın baş göstermesi; bir zorbalığın yerini bir yenisinin alması… “KAPILARIN DIŞINDA”Kİ YAZAR İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 70. yılında, Wolfgang Borchert’in, 1947 Şubatında Almanya’da bir radyodan yayımlandığında görülmemiş bir etki uyandıran o kısacık oyunundan, “Kapıların Dışında”dan söz etmemek olur mu? Behçet Necatigil’in Türkçesiyle “Evet, hiç değilse, / ben ölünce / bir fener olsam, / tek başına geceleri / uykulardayken dünya / gökte ayla senli benli / sohbete dalsam” dizelerinin yazarı Borchert’in “Kapıların Dışında”sını, ilk kez, Memet Fuat’ın yönettiği, de Yayınevi’nin tek perdelik oyunlar dizisinden okumuştum. H A Z İ R A N 2 0 1 5 Zoltan Fabri’nin “Cehennemde İki Devre”si... C U M H U R İ Y E T