Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Zeynep Atikkan’dan “Avrupa Benim” ‘Yeni Sağ’a göre, kültürler eşit ama farklı!’ Gazeteciyazar Zeynep Atikkan’ın, 11 Eylül sonrası yerinde gözlemlediği Amerika’yı anlattığı “Amerikan Cinneti”; dijtal medyasiyaset ilişkisini incelediği, Tahrir’in ve Gezi’nin ipuçlarını veren ve Aslı Tunç’la yazdığı “Blog’dan Al Haberi”nin ardından yayımlanan üçüncü kitabı “Avrupa Benim” raflarda. Üç kitabı da birbiriyle bağıntılı olan Atikkan, bu incelemesinde ise Batı Avrupa’nın merkez siyasetine yerleşen aşırı sağ partilerin yükselişini ve ötekileştiren ideolojisini ortaya koyuyor. Atikkan’la “Avrupa Benim” adlı kitabını konuştuk. r Gamze AKDEMİR vrupa’yı Avrupa yapan temelde refah devleti felsefesiydi. Bunu konuşarak başlayalım söyleşimize. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa sanayileşmesini sosyal uzlaşma modeliyle gerçekleştirdi. Sosyal refah devleti fikri bir ortak paydaya sahipti: “Verimlilik ve sosyal adalet birbirini dışlamaz.” Savaş sonrasındaki otuz muhteşem yıl içinde Avrupa sosyal devleti oturttu. Bu modelde sağlık sigortası, eğitimde fırsat eşitliği, emeklilik güvencesi, işsizlik sigortası gibi güvenceler kazanılmış haklardı. Avrupalı için refah devleti bir tür limandı. Sonra ise işler değişti, sular dalgalandı. Evet, düzene ilk darbeyi 1973’teki petrol krizi indirdi. 1980’lerden itibaren esen neoliberal rüzgâr da bu kutsal düzeni bozdu. Küreselleşme ekonomide rekabetin koşullarını yeniden belirlerken Avrupa imalat sanayi ucuz işçiliğin olduğu Asya ülkelerine kaydı. Avrupa sanayisizleşiyordu. “AVRUPA ARTIK PARLAYAN BİR EKONOMİK GÜÇ DEĞİL” Bu neoliberal kaymanın bedelini nasıl ödedi ya da ödüyor Avrupalı? Çok sancılı bir altüst oluş tabii. Avrupalılar ekonomik sıkıntıları finansal krizden önce hissetmeye başlamıştı. Bir kere kalıcıymış izlenimi veren işsizlik dalgası kabardı. 1980’lerden itibaren işsizlik sürekli arttı, 2013’te Avro coğrafyasında genç işsiz sayısı 3 milyon 642 bini buldu. Medya dilinde bu gençlere kayıp kuşak dendi. Ufukta umut ışığı da yok. Almanya dışında Avrupa ekonomilerinde verimlilik artmadı. Kaldı ki Almanya’da bile bireyin refah düzeyi aynı hızla yükselmedi. Adı konmamış bir yas ortamıydı bu. İktidarlar dünyadaki yeni rekabet koşullarıyla mücadele edebilmek için gerekli yapısal reformları yapamadı. İkinci Dünya Savaşı sonraS A Y F A 8 n 2 3 Fotoğraf: Kaan Sağanak Van Gogh cinayeti korkuları tırmandırdı. Kamuoyunda Müslüman azınlıklara karşı tepki artmaya başladı. Göçmen konusu Müslüman göçmen meselesine dönüştü, terör eylemlerinden sonra Müslüman göçmen bir güvenlik sorunu oldu. Yeni Sağ’ın reçetesi, çokkültürlülüğe, feminizme, eşitlikçiliğe, liberal demokrasiye, farklılıkları yok eden Amerikan siyasi ve kültürel hegemonyasına da karşı çıkıyordu. Avrupalı aşırı sağ partilerin Yeni Sağ’ın geliştirdiği tezleri bütünüyle benimsediği söylenemez. Ancak kültür temelli siyasi söylemde bu temaların varlığı yadsınamaz. Kültür bazında endişelerin bir diğer nedeni de demografik; Avrupa ülkelerinde nüfus azalıyor. İtalya ve İspanya gibi Katolik ülkelerde bile nüfus artmıyor. 2013’ten itibaren AB ülkelerinde çalışabilir yaştaki (2064) nüfus düşüyor. Kalkınma hızı yüzde 3’ün altında olan Avrupa’nın artan yaşlı nüfusuna bakması zorlaşıyor. “UYUM SORUNU OLMAMASI İÇİN HIRİSTİYAN GÖÇMEN İSTİYORLAR” Demografik boyut göçmen bazında nasıl? Demografik boyut önemli çünkü bütün korku senaryoları demografi üzerinden üretiliyor. “Yirmi birinci yüzyılın ortasında Avrupa Müslüman olacak”, “cami sayısı kilise sayısını geçecek”, “Batı uygarlığı sönecek”, “Londonistan”, “Eurabia” gibi sloganlar korkuları besliyor. Demografik gerçekler ise ortada. Almanya’da Müslüman nüfus üç milyon civarında. Fransa’da beş milyon, İngiltere’de bir milyonu aşkın. Hollanda’nın Rotterdam kentindeki Müslümanlar toplam nüfusun yüzde 25’ine, Brüksel’de ise yüzde 15’ine ulaştı. Londra’da üç yüzün üstünde farklı dil konuşuluyor. Rakamları bu şekilde ortaya koyunca “2050’de Avrupa nüfusunun çoğunluğu Müslüman olacak” şeklindeki senaryoları pazarlamak zor değil. Ancak büyük resme bakıldığında durum şöyle: 2010’da Avrupa’nın toplam nüfusu içinde Müslümanların oranı yüzde 6, 2030’da ise yüzde 8’e çıkacağı tahmin ediliyor. Bu rakamlara Bosna, Kosova, Makedonya, Arnavutluk ve Rusya Federasyonunda yaşayan Müslümanlar da dahil. Avrupa ekonomilerinin göçmen genç nüfusa ihtiyacı var. Aşırı sağ partiler tam da bu noktada “uyum sorunu olmaması için” Hırıstiyan göçmenlere yeşil ışık yakılmasından yana. O noktada safları nasıl sıkılaştırdılar? Fransa’da Ulusal Cephe’nin eski başkanı JeanMarie Le Pen 1990’ların başında Avrupa’nın beyaz ve Hırıstiyan olduğu temasını kullandı. 1990’larda Bosna krizini fırsat bilen bazı siyasetçiler ve Sırp lobisi de Avrupa’nın İslamlaştığı iddiasını ortaya attı. Fransız siyaset bilimci Pierre Hassner ise konuyu Türkiye’ye bağlıyor. Hassner bana, Türkiye’nin AB üyeliğine yeşil ışık yanınca Avrupalının “Ben kimim?” arayışına girdiğini söylemişti. 1999’a işaret ediyordu. 11 Eylül’den sonra Amerikalı yeni muhafazakârların “Avrupa İslamlaşıyor” ve “Avrupa’ya İslamofaşizm yerleşiyor” şeklindeki tezleri K İ T A P S A Y I 1288 A sında olduğu gibi Avrupa artık parlayan bir ekonomik güç değil. Dünya siyasetinde de yumuşak gücünü hissettiremiyor. Bu süreçte Avrupa sosyal modelinin taşıyıcı direği orta sınıf zayıfladı. Çok az sayıdaki yüksek gelirli kesimle duraklayan geniş orta sınıf arasındaki uçurum derinleşti. Refah devletini kim ayakta tutacaktı? Yüzde 3’ün altında bir kalkınma hızı ile refah devletinin harcamalarını karşılamak mümkün değildi. Düne kadar sosyal devletin toplumu eşitleyici bir tarafı vardı, günümüzde eşitlik sözcüğü telaffuz edilmez oldu. Refah devleti çalışançalışmayan bütün toplumu kapsıyordu, artık sosyal güvence ancak çalışanın hakkıdır denmeye başlandı. Sanki Amerikan modeline çark ediliyordu! Ve bilanço göçmene patladı! Tabii, aşırı sağ partiler Avrupa’nın kimliğinin parçası diye niteledikleri sosyal devleti sahiplendi. “Refah devleti modelinde sorun yok. Çalışmayan, vergi vermeyen göçmenler özellikle sığınmacılar sosyal devleti zayıflatıyor. Devlet işe yaramayan göçmenleri finanse ettiği için vergisini ödeyen halk mağdur oluyor” demeye başladı. İşsizliğin arttığı Avrupa’da bu mesajı pazarlamak zor olmadı. “GÖÇMEN SORUNU, MÜSLÜMAN GÖÇMEN SORUNUNA DÖNÜŞTÜ” Aşırı sağ partiler, kültürel farklılık reçetesini nasıl yazdı? Kültür ve kimlik kartını ustaca kullandılar. Bu politikalarının arkasında bir dizi düşünce akımı mevcut. Bunlardan biri de Yeni Sağ ideolojinin tezleri. 1960’ların sonunda Fransa’da Yeni Sağ’ın (Nouvelle Droite) kuramcıları aşırı sağı faşizm mirasından kurtarma çabasına girişti. Bu, aşırı sağa modern zamanlarda zemin yaratma hamlesiydi. Fransa’da hareketin başını Alain de Benoist çekti. Yeni Sağ’ın fikirleri canlı bir dergicilik faaliyetiyle sürdü. Düşünce kuruluşlarında fikirler gelişti ve diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. 68 ruhunun hâkim olduğu Avrupa’da, Yeni Sağ düşünce önce itibar görmedi. Ancak 2 0 1 4 1970’lerin ortasından itibaren bu görüşler medyada yer bulmaya başladı. Hareketin ideologları özetle küreselleşmenin toplumları homojenleştirme tehlikesine karşı farklılıkların korunmasını istiyordu. Örneğin “Halkların ve bireyin farklılığının benimsenmesi, kişiliği, kimliği ve insanı farklı yapan her şeyi kabul etmektir, ırkçılık ise farklılığın reddidir” diyorlardı. Günümüzde “üstün bir ırkın mensubuyum” diye ortaya çıkmak mümkün değil. Ancak kültürel farklılık da ayrımcılığı meşrulaştırmak için üretilmiş kurnaz bir kavram. Yeni Sağ ideoloji “kültürler eşittir ‘ama’ farklıdır” diyor. Bunun bir adım ötesinde “toplumlar kimliğini korumak için ayrı olmalıdır” görüşü şekilleniyor, sonra “kültürler arasında doku uyuşmazlığı” teması ortaya çıkıyor ve sinsi biçimde “kültürler karışırsa yok olabilir” görüşü kulağa hoş gelmeye başlıyor. Sosyal sorunlar kültür ekseninde 1990’lardan itibaren ele alınmaya başlandı. Özetle “sınıf aidiyeti yok, kültürel aidiyet var” denildi. Bu tema giderek yerleşti. Aşırı sağ partiler farklılık hakkını işlerine geldiği gibi yorumlayıp Müslüman gruplara karşı kullandı. Zaten Avrupa’daki Müslüman göçmenler de kültürel aidiyetiyle var olmak için kendi taleplerini ortaya koyup farklılık hakkını talep etmeye başlamıştı. Fransa’da başörtüsü krizi çıktı. Sokakta namaz kılındı vs. Avrupalı “ülkemiz, kültürümüz, değerlerimiz istila halinde” paniğine kapıldılar. Medya bu gerilim ortamını besledi. Bu arada Amerika’daki yeni muhafazakâr çevreler ve onların Avrupa’daki uzantıları boş durmadı, 2050’de Avrupa nüfusunun çoğunluğu Müslüman olacak şeklinde senaryolar yazıp tedavüle soktu. 11 Eylül’ün ardından Londra ve Madrid’deki terörist saldırılar, Hollanda’da film yapımcısı Theo E K İ M C U M H U R İ Y E T