09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Fatih Balkış itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] ROMANCILARIMIZ ARASINDA 8 Farstan parodiye romanımızda tiyatro... ROMANIMIZDA BİR BAŞYAPIT ADAYI DAHA... Fatih Balkış, toplumsal yaşamdan kopmaksızın ama bu topluma indirdiği neşterle oluntulara, karanlıktaki ya da üzeri gölgelenmiş köşelere, ayrıntılara düşürdüğü ışıkla adeta okuma şöleni sunuyor denebilir… Gerçekten zekice kaleme alınmış bir romanla karşı karşıyayız. Çehov’un Martı’sını hazırlayan, aldıkları çağrıyla galasını Ankara’da yapmak üzere “İstanbulAnkara hattında” trende toplanmış bir tiyatro topluluğu düşünün. Ama hepsi de yemekli vagona doluşmuş. Romanın anlatıcısı, “irade(si) dışında katıldığı” (22) bu topluluğun üyelerinden. Hiç konuşmadan oturup ötekilerini izliyor. Onlardan kareler aktarırken sanat ortamlarından toplumsal yaşama uzanan düşünsel yoğurmalara girişiyor gelgitlerle… Anlatıcı, “otuz yedi yaşı(n)da neredeyse hiçbir başarıya imza atmamış” (37), “uzaklığı(.) insanı ürpertecek kadar fazla” (39), soğukkanlı, adeta mekanik biri. Kendisini de katarak toplumsal ayrıntılarla bireysel yaşantı ağları üzerinde durup düşünsel gevişler getiriyor bu anlatıcı, insanı şaşkınlığa uğratarak. Herkesin yiyip içtiği, giderek sarhoşladığı yemekli vagonda tek söz etmeden ama “dedim kendi kendime”, “…diye düşündüm” vb. bağlamlı sözlerle sürdürüyor da sürdürüyor içsel yolculuğunu. Böylece “tiyatro koca bir farsa dönüş(ürken)” (95) bütün bir hayat da ona eşlik ediyor. Topluluk üyeleri, yemekli vagonu dolduran ötekiler, elbette geride aileler, daha başkaları, sanat yapan insanlar tüm toplum… Bu yolla düşünme adımlarını da ele veriyor aynı zamanda anlatıcı. On yıl önce intihar eden arkadaşı Can’ı bir türlü unutmamıştır çünkü. Martı’nın intihar etmiş oyun kişisi Treplev anımsatılır… Şöyle düşünür anlatıcı: “Tıpkı Treplev’in bunaltı ve baskıyla çevrelenişi gibi, Can da benzer biçimde kuşatılmıştı.” (29) “Can yeryüzü için koca bir şaka, bir kırılma ânı”dır (47) bir bakıma. Handan’la ilişkileri de kurtaramayacaktır onu. Çünkü ölümle “sessiz bir uzlaşma içinde” (71) gibidir bir bakıma. “Tuvalete bile gitmeden tüm gece masadaki yeri(n)i korumaya kararlı” (21), bir “arka bahçe” (22) nihilisti olarak alınabilir ilginç anlatıcı. Bu bağlamda Türkiye’deki sanat ortamlarına yönelik entelektüel göndermeleriyle de dikkati çekiyor elbette yapıt. Anlatıcının giderek Can’la örtüştüğü gözleniyor romanda. O da Can gibidir, uyumsuz, aykırı, yalnız, dışlanmış, aşağılanmış… Aslında birer “zihinsel yolculuk” arkadaşıdır onlar. Sonradan bunu, tren yolculuğunda yönetmenin eşi mimarla da deneyecektir anlatıcı, yemekli vagondan ayrılıp kompartımana sığındıklarında. “Düşündüğü(.) şey değişmek”tir (105) yalnızca. Ama nasıl olacaktır bu? Fatih Balkış’ı okurken zaman zaman kendi mi Sibel K.Türker’in romanlarını düşünürken bulduğumu söyleyebilirim. Yerli yerindeki doygunluğu kadar, ele avuca sığmaz kıpır kıpır dili neden oldu belki buna ama özellikle Türker’in Hayatı Sevme Hastalığı’nı düşündüm nedense. (Can, 2012) Fars, tek soluk içine sıkışıp kalmış bütünsel hayat halinde başlayıp biten bir roman. Bu haliyle ayrıca Tahsin Yücel’in Vatandaş’ını (1975) anımsatıyor ister istemez. Bunları söylerken bir küçültme getiriyor değilim. Tersine romanın özgünlüğüyle uyumlu estetik somutlanışına vurgu getirmek amacım. Roman için bu bağlamda koridorlar açmaya çabalıyorum. Çünkü Fars, yarına kalacağını düşündüğüm, başyapıt adayı olarak nitelemekten çekinmeyeceğim bir roman bana göre… “BİN YÜZ BİR GİZ” İÇİN ARA SÖZ... Roman dosyalarımdan ilk yayımlananı olmadığı gibi alıcı önüne ilk çıkanı da değil bu. Ama yine de basılan ilk romanım Bin Yüz Bir Giz. Yirmi yıl önce, 1993’te Sevgi Özel’in yayın yönetmenliğini yaptığı Ümit Yayıncılık tarafından basılmıştı. O yıllarda, özellikle Denizli’de romanla ilgili epeyce tartışma yaşanmıştı anımsadığımca. Bu kez de belki Salihli’de tartışılacak. Anadolu’da bir biçimde tiyatro yapılan, yapılmaya çalışılan kentlerin tümünde olası tartışmalar yaşanabilir zaman içinde… Ne bileyim yarın da Ordu’da, Eskişehir’de, İzmir’de yaşanabilir böyle bir tiyatrokasaba parodisi… Anadolu’nun pek çok kentini ilgilendireceğini söylerken Salihli’yi niye öne çıkarıyorum peki? Romanın arka kapağında yazılanlara göz atalım öyleyse: “Bin Yüz Bir Giz, Salihli’nin idealist belediye başkanı Zarif Bey’in sanata yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, göreve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro kazandırmak istediğini açıklıyor. Amacı, çağdaş ve sanatla iç içe bir Salihli yaratmak; Anadolu’da da çağdaş tiyatro yapılabileceğini göstermek, halkın sanatla, sanatçıyla buluşmasını sağlamak… Gelin görün ki idealler her zaman aynı iyi niyetlerle karşılanmıyor bu toplumda… Nitekim en başta kendi partilileri müstehzi bakıyor ona…” Ne var bunda diyebilirsiniz… Öyle ya, kasabanın, orada yapılmaya çalışılan tiyatronun parodisi bu, o kadar… Salihli Belediye Başkanlarından Zafer Keskiner’den (19322012) söz edeyim o halde iki satır… Ülkemizdeki pek çok sanatçı, bu adı bir biçimde duymuş olmalı. Kentinde hem tiyatro kurmuş hem de “Şiir İkindileri” geleneği yaratarak ülkenin neredeyse bütün şairlerini kentinde ağırlamış, adam gibi bir adam. Tam anlamıyla bir “mesen”. Seçkin, ayrıksı, aydın, çağdaş duruşuyla kentinin çehresini değiştirmiş bir beyefendi. Roman ona sunulmuş zaten. Ama kitapta Belediye Başkanı olan roman kişisinin adı Zarif; olur ya ad ada benzer, belli ki Can Yayınları görevlileri bunu karıştırmış… Kabahat onlarda mı peki, değil! Meğer, “Bu da arka kapak yazısı Sadık Bey!” deyip göndermişler bana gözden geçirip onay vermem için yukarıdaki metni. İyi de yerinde duran biri miyim ben?… Çat orada, çat burada… Sözde İstanbul’dayım da arayan bulabiliyor mu? Yollarda, dağlarda, ormanlarda kimbilir ülkenin hangi köşesindeyken ben elektronik postayla gönderilen bu arka kapak metnini görmemişim ne yazık ki… Bu nedenle yukarıdaki “yanlış” da düzeltilemeden kalmış öyle… Şimdi Keskiner ailesinden özür dilesem yüreklerine su serpilir mi biraz olsun? Ya çok değerli, ölümsüz Zafer Keskiner’in ruhu o, huzura erer mi özrüm ardından? Türkiye için örnek sayılabilecek bir Belediye Başkanı, ölümü sonrasında böyle bir durumla karşılaşmamalıydı. Çok utanıyorum, umarım öte yakadan bakıp gülümser, “Olur böyle şeyler” deyip geçiştirir de bağışlar beni Zafer Keskiner… ? Gerçekten apartman katlarından okulların minicik salonlarına, köhne depolardan otoparklara, bürolarla antrelerden otel odalarına, alanlara nice köşede tiyatro yapılmaya çalışılıyor kentte… Yapılıp yapılamadığı, ne ölçüde başarıldığı ayrı bir konu ancak bu bağlamdaki istenç, ortaya konulan erke, doğrusu insanın gözünü yaşartıyor. ir mevsim boyunca yalnız İstanbul’da sergilenen oyunların sayısı yüz elli dolayında. Bunun kaç bin kişinin emeğiyle kotarılarak seyirci önüne çıkarıldığına siz karar verin. Salon açısından giderek daha da yoksullaştırıldığına göre, bunca insan sunduğu onca oyunu nerelerde sahneler dersiniz? Bir olgu daha söz konusu; tuhaf ama bütün bu olumsuzluklara karşın İstanbul’un her köşesinde tiyatro yapılabiliyor yine de. 1960’larda Memet Fuat’ın dillendirdiği savsöze dönüşen “Her yer tiyatro!” deyişi, günümüz İstanbul’u için her anlamda geçerlilik kazandı artık. (Bunun için bak.: Memet Fuat; Her Yer Tiyatrodur, YKY, 1997) Gerçekten apartman katlarından okulların minicik salonlarına, köhne depolardan otoparklara, bürolarla antrelerden otel odalarına, alanlara nice köşede tiyatro yapılmaya çalışılıyor kentte… Yapılıp yapılamadığı, ne ölçüde başarıldığı ayrı bir konu ancak bu bağlamdaki istenç, ortaya konulan erke, doğrusu insanın gözünü yaşartıyor. Buna, artık tiyatro mevsiminin sona ermeye, perdelerin kapanmaya yüz tuttuğu şu son sıralar Ferhan Şensoy’un “vapurda tiyatro” düşüne benzer biçimde tren kompartımanında yapıldığı kestirilebilecek bir tiyatro daha eklenmesin mi tam sahne ışıkları sönerken… Ama bu kez izlenecek “tren tiyatrosu” oyunu için biz bir yere gitmiyoruz da oyun bir romanla önümüze geliyor: Fatih Balkış; Fars… Can Yayınları, ilginç bir örtüşmeyle içinden geçtiğimiz şu aylarda tiyatroyu odaklayan iki roman yayımladı: İlki Fatih Balkış’ın Fars’ı (Mart 2013), öteki de M. Sadık Aslankara’nın Bin Yüz Bir Giz’i (Nisan 2013)… Romanıma “Romancılarımız Arasında” alt başlığı altında yer açmak kendime yakıştıracağım iş değil. Bilen bilir, Cumhuriyet Kitap’ta on bir yıldır yazdıklarımın on birinden birceğizine göz atanlar bile bu tür yaklaşımın bana özgülenemeyeceğini… Romancılarımız arasında sayılıp sayılamayacağıma gelince, bu SAYFA 18 ? 18 NİSAN da öldükten sonra anlaşılmayacak mı, aceleye ne gerek öyleyse? Ama Bin Yüz Bir Giz’in, Anadolu’da yapılmaya çalışılan tiyatro odağında gözler önüne serilen sözümona tiyatro yaşamına dayalı evreninden ötürü, romanla ilgili bir açıklama yapmam da zorunlu hale geldi benim için. Biz önce dönelim az sayfalı, çok değerli romana: Fars… TİYATRODAN TOPLUMSAL YAŞAMA UZANAN “FARS”... Değerli düşünceci Aziz Çalışlar, temel başucu kaynaklarımızdan Tiyatro Kavramları Sözlüğü’nde “Fars” terimi ile ilgili (MitosBoyut, ikinci basım,1993) şunları aktarıyor: “Fars’ın içeriği gülünç durumlara dayanır; Fars’ın özünü gülünçolan oluşturur. Gülünçolan, komedyadaki gibi komikolan dolayısıyla düşündürmeye değil, salt güldürmeye yol açar. Bu nedenle, Fars durumları ile Fars oyun kişileri, abartılmıştır; olaylar dizisi, fiziksel eylem biçiminde yer alır; öykü hızla yürür; olaylarda, durum ya da eylemde rastlantısallık, kurallılıkmış gibi kendini ortaya koyar. Fars’ın yalnızca güldürmece olarak değil, eleştiri yüklü güldürmece ya da polemik aracı olarak yer aldığı da görülür.” Çalışlar, “fars”ın, dönemlerden geçerken aldığı biçimlere de değinip şöyle söylüyor: “…20. yüzyılda güldürü tiyatrosuyla eşanlamlı kullanılmaya başlanmış, saçma tiyatrosunda saçma Fars, tragifars ya da grotesk Fars özelliği kazanmıştır.” Balkış’ın Fars’ta, terimi bu son anlam bağı içinde aldığı açık. O halde “tragifars”a da bir çalım göz atmakta yarar var. Çalışlar’dan alıyorum yine: “Tragifars kavramı, antitiyatronun sözcülerinden Ionesco tarafından kendi oyunlarını tanımlamak için ortaya atılmıştır. Dramatik bir kavram olarak tragifars, tragedya öğeleri ile fars öğelerinin birlikte yan yana gelmesini değil; fars ile tragedyanın özünde birbirine dönüşebilmesini, gerçekliğin ‘tragifars’ olarak kavranmasını; gerçekliğin hem bir tragedya, hem de bir fars olarak nitelendirilebileceğini gösterir./ Dürrenmatt gibi daha başka avangart yazarlar da oyunlarını tragifars kavramıyla karşılamaya çalışmışlardır.” O halde Fatih Balkış’ın bizi, bütünsel olarak tam bir toplumsal yaşam dönüştürümüyle yüz yüze getirdiği, ileri giderek söyleyeyim, romanını Dürrenmatt örtüşmeleriyle geliştirdiği de savlanabilir. Nitekim anlatıcının yemekli vagonda yerleştiği koltuktan kalkmaya bile adeta korkarak özöyküsel aktarımla bir an önce yansıtmaya giriştiği toplumsal yaşam, roman evreninde bir yangın yeri enkazına dönüştürürken bu alevler okuru da sarıyor bir biçimde… Öyleyse gelin söz konusu farstan içeri girip bununla çakışan Fars romanında bir minik gezintiye çıkalım birlikte… 2013 B CUMHURİYET KİTAP SAYI 1209
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle