Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y anırım, Türkiye, bir “hassas vatandaşlar” ülkesi. Üstelik, çoğunlukla erkek oldukları anlaşılan bu vatandaşlarımız o denli “hassas”lar ki, cinselliğe değgin birkaç tümce okumayagörsünler ya da cinselliğe ilişkin bir resim görmeyegörsünler, o saat tahrik oluyorlar. Kimbilir, belki de, kitaplar ya da sanat yapıtları ve dergileriyle içli dışlı olmadıklarından, bir gün kazara erotik bir yazı ya da resimle karşılaştıklarında donakalıyorlar, hangi peygambere kulluk edeceklerini bilemeyip çarpılıyorlar! “Hassasiyet”leri o denli güçlü ki, kolaycacık şeytana uyup günaha giriyorlar! Üstelik, görev bilinci yüksek, sorumluluk duygusu kızışık vatandaşlar bunlar. Kendi akıllarına karpuz kabuğu düşüren sanat ve edebiyat yapıtları başkalarının da içini gıcıklayıp günaha sokmasın diye o yapıtları hemen ihbar ediyorlar… Ne ki, bu “müstakîm” ve “ırz ehli” vatandaşlarımızın, hemcinslerinin kadınlara uyguladıkları şiddet ve cinayetler karşısında aynı duyarlılığı gösterdiklerine hiç tanık olmadım bugüne kadar. Dahası, bir araştırma yapılsa, belki de bunların gerçekte aynı kişiler olduğu çıkacak ortaya… Geçenlerde, bu “hassas”, “müstakîm” ve “ırz ehli” vatandaşlarımızdan birkaçı bir kez daha işbaşındaydı. Haber, 26 Haziran günü gazetelerde yayımlandı. Üç vatandaşımız, Elazığ İl Halk Kütüphanesi’ne bir şikâyet dilekçesi göndererek, tiyatro çeviri ve araştırma dergisi Mimesis’in 19. sayısını “müstehcen” bulduklarını bildirmişti. Washington Üniversitesi öğretim üyelerinden Sarah Culpepper Stroup’un “Kadının Tasviri: Aristophanes’in Lysistrata’sı ve Yunan Eşlerinin Hetaira’laştırılması” başlıklı incelemesine eşlik eden çanakçömlek bezemelerinin, eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Aristophanes’in ‘Lysistrata’sı üstüne bir makaleye eşlik eden bezemeler ‘müstehcen’ bulundu ‘Hassas vatandaşlar’ ülkesi S okuyucuların ve çocuklarının “ahlakî değerlerini bozduğu” ileri sürülüyordu. Elazığ İl Halk Kütüphanesi de, yaptığı “inceleme” sonucunda, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’nca yayımlanan Mimesis dergisini “müstehcen içerikli” bulmuş ve dergi yönetimine gönderilen yazıda, derginin bundan sonra yalnızca İl Halk Kütüphanesi’ne değil, ilçe halk kütüphanelerine de bağış yoluyla olsa bile gönderilmemesi istenmişti. Bu arada, kütüphane müdürü Pirinççi, söz konusu talimatın kendisine Valilik’ten iletildiğini söylüyordu. Demek, kütüphane müdürü ile vali de ihbarda bulunan vatandaşlarla aynı bakış açısını taşıyordu ve aynı düşüncedeydi. Hassas vatandaşkütüphane müdürüvalilik üçlüsü, ülkemizin en seçkin eğitim kurumlarından Boğaziçi Üniversitesi’nin yayınları arasında çıkan bilimsel bir derginin Elazığ’daki kütüphanelere girmesini engelleyebiliyordu. Cumhuriyet gazetesinde 26 Haziran 2012 günü yayımlanan haberde, Mimesis’in yayın danışmanı Metin Göksel ise, derginin Kültür Bakanlığı’nca Türkiye genelindeki kütüphanelere dağıtıldığını vurguluyordu. Bu durumda, Kültür Bakanımızın, Elazığ’da gerçekleştirilen bu keyfi sansür uygulaması konusunda ne düşündüğünü gerçekten çok merak ediyorum. Merakımın nedeni, yalnızca derginin kütüphanelere Kültür Bakanlığı’nca dağıtılıyor olması değil; “müstehcen” bulunan bezeme öğelerinin yer aldığı vazo, kap, amfora ya da tabakların, tıpkı Kültür Bakanlığı’nın geri verilmesi için çaba gösterdiği Anadolu’dan kaçırılmış tarihsel yapıtlar gibi Eski Yunan uygarlığının birer parçası olmaları aynı zamanda. Evet, söz konusu bezemeler, Eski Yunan’da İÖ 7. yüzyıl ile 5. yüzyıl arasında çanakçömleklerde görülen siyah figür ve kırmızı figür tekniklerinin ürünleri. Örneğin, siyah figür tekniği kullanan ressamların en çok işledikleri bezeme öğesi, hayvan friziydi. Kırmızı figür tekniğiyle boyanmış vazolarda ise günlük yaşamdan sahnelerin yanı sıra kahramanlık öyküleri ve Dionysos şenlikleri işlenmişti. Kaldı ki, sözünü ettiğim bezemelerin “müstehcen” bulunan çizimleri, Sarah Culpepper Stroup’un Mimesis dergisinde yer verilen incelemesini bilimsel olarak bütünleyen öğelerdi. İncelemenin ana başlığı “Kadının Tasviri”ydi ve incelemede temel alınan Aristophanes’in Lysistrata adlı komedyasının kaleme alınması ile dergide sunulan bezemeler yaklaşık aynı tarihsel döneme denk düşüyordu. İRKİLTEN TUTUM... Olup biteni elimden geldiğince özetlemeye çalıştım. Ama beni en az bu bezeme öğelerinin “müstehcen” sayılması kadar irkilten bir başka tutuma daha değinmeden geçemeyeceğim. 26 Haziran günü, Cumhuriyet ve Taraf gazeteleri, söz konusu haberi çizimleri sansürlemeden verdiler. Hürriyet ve Habertürk gazeteleri ise, çizimlerin “müstehcen” olduğu ileri sürülen yerlerini spot bantlarıyla kapatarak. “2 bin 500 yıllık çizimlere sansür” başlığını atan Hürriyet’in aynı sansürü kendisinin uygulaması, ülkemizde ifade özgürlüğünün yalnızca yetkililer cephesinde değil, bu özgürlüğü kullanma hakkını savunması gerekenler cephesinde de ne düzeyde olduğunun açık bir göstergesiydi. Can Yücel’in, “Türkiye’de en çok basılan kitap / Ne Yaşar / Ne Aziz / Ne Kur’ânı Kerim / Türkiye’de en çok basılan eser / Sansürdür, kardeşim, sansür!” dizelerini anımsayacaksınız. Şimdi gelin de, şairin son dizelerini, “Türkiye’de en çok basılan eser / Otosansürdür, kardeşim, otosansür!” diye değiştirmeyin… Gelelim, Stroup’un, Mimesis dergi Söz konusu bezemeler, Eski Yunan’da İÖ 7. yüzyıl ile 5. yüzyıl arasında çanakçömleklerde görülen siyah figür ve kırmızı figür tekniklerinin ürünleri. sindeki makalesinin temelini oluşturan “Lysistrata” oyununa. (İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden çıkan “Eşekarıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar” adlı kitapta, Aristophanes’in “Eşekarıları”, “Kuşlar” ve Barış Oyunları diye de bilinen “Barış”, “Kömürcüler” ve “Kadınlar Savaşı” adlı yapıtları bir araya getirilmiş.) Aristophanes’in, İÖ 411’de sahnelendiği söylenen “Lysistrata” ya da Azra ErhatSabahattin Eyüboğlu çevirisiyle “Kadınlar Savaşı” adlı oyunu Türkiye’de de pek çok sahnelendi. Hatta, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Coşkun Irmak tarafından sahnelenen bir yorumunun engellerle karşılaştığını da anımsıyorum. Atinalı kadınların, yıllardır sürüp giden savaşların sona ermesi için eşlerine karşı “cinsel grev”e gitmelerinin ve ülkenin tapınağı ve hazinesini ele geçirmelerinin işlendiği “Lysistrata”, bir yoruma göre, “feminist edebiyat”ın en eski örnekleri arasındadır. Bazıları da, “Lysistrata”yı, kadınları yeren, dahası aşağılayan bir yapıt olarak yorumlarlar. Stroup da, Mimesis’te yayımlanan “Kadınların Tasviri: Aristophanes’in Lysistrata’sı ve Yunan Eşlerinin Hetairalaştırılması” başlıklı makalesinde, oyunla ilgili tartışmalara katkıda bulunmakta; “Lysistrata”da Yunan kadınlarının hetairalaştırılarak (bir anlamda “fahişeleştirilerek”) temsil edildiğini ileri sürerek, savını örneklerle açıklamaktadır. Üzücü olan, bizim burada, Eski Yunan komedyasının başyapıtı sayılabilecek bu oyunu, getirilen farklı yaklaşımların ışığında irdelememiz gerekirken, ilkel ahlakçı bir bakışın yasakçı uygulamasının karanlığında konuşmak zorunda kalmamız. “Lysistrata”nın “feminist edebiyat”ın en eski örneklerinden biri mi olduğu, yoksa kadınları aşağılayan bir yapıt mı olduğu, hiç kuşkusuz, bilimsel bir tartışmanın konusu. Ama ben yine de, bu oyunun yaklaşık 2500 yıldır kalıcılığını korumuş olmasını, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen barış özlemini hem ironik, hem de alegorik bir anlatımla dile getirmesine bağlamaktan yanayım. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat’la birlikte yaptığı çeviriye yazdığı önsözde, “‘Kadınlar Savaşı’, Aristophanes’in barış uğruna açtığı sanat savaşlarından biridir” diyordu. “Sanatın büyüsü korudu Aristophanes’i ve Atina, savaşlarla sürdüremediği yaşama gücünü ‘Kadınlar Savaşı’nın barış özlemiyle günümüze ulaştırdı.” Bugün ülkemizde bir yandan kanlar akarken, bir yandan da heykeller parçalanıyor, kitaplar, ajandalar, dergilerdeki çizimler yasaklanıyor, en küçük bir karşı düşünce bile ağır tepkiler uyandırıyor yönetimde. Yaratıcı insanların yapıtlarını yasaklamakla görevli memurların oluşturduğu sansür ortamı, özgürlüğe en çok gereksinimi olan insanların otosansüre sığınmasına yol açıyor. Barış, böylesi bir iklimde yeşerir mi? Her şeye karşın, Eyüboğlu’nun deyişiyle “Aristophanes’in gülen özgürlüğü” umut vermeyi sürdürüyor… ? SAYFA 6 ? 5 TEMMUZ 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1168