29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sibel Özbudun ve Gülfem Uysal’dan ‘50 Soruda Antropoloji’ Sorular ışığında ‘yeniden’ antropoloji İnsanı bütün yönleriyle inceleyen antropolojiyi, fizikselbiyolojik ve sosyalkültürel tüm boyutlarını içeren geniş bir kapsamla ele alan 50 Soruda Antropoloji, “50 Soruda” dizisinin on ikinci kitabı. Sibel Özbudun ve Gülfem Uysal, salt küçük ölçekli toplumları değil, günümüz dünyası ve insanını anlama girişimi olduğunu vurguladığı antropolojiye dair doyurucu bir çerçeve sunarken geçtikleri kimi sorular şöyle: Antropoloji neyle uğraşır, temel soruları nelerdir? Biyolojik antropoloji, adli antropoloji nedir? Sosyal ve kültürel antropolojide belli başlı kuramlar nedir? “Mülkiyet” kavramı her kültürde aynı anlama mı gelmektedir? Siyasal antropoloji nedir? ? Çakır Ceyhan SUVARİ n yalın ve yaygın haliyle antropoloji, “benzerlik ve farklılıklarını anlayabilmek amacıyla insanı ve toplumları tüm yönleriyle (biyolojik, sosyal, kültürel) inceleyen, bütüncü ve karşılaştırmalı bir disiplin” olarak tanımlanır. Türkiye’de antropoloji kurumsal olarak 1925’te İstanbul Darülfünun’u Tıp Fakültesi’nde, Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin (Centre des Recherches Anthropologiqus de la Turquie) kurulmasıyla akademik serüvenine başlamıştır. Bağlı olduğu fakülteden de anlaşılacağı üzere, 1944’e kadar antropoloji Türkiye’de sadece fiziksel antropoloji alanında faaliyet göstermekteydi. Bu durumla bağlantılı olarak Türkiye antropoloji tarihiyle ilgili herhangi bir şey yazıldığında ya da söylendiğinde milat olarak Şevket Aziz Kansu, Afet İnan gibi fiziksel antropologların yaptıkları çalışmalar gösterilmektedir. 19251937 arasında bazı sosyalkültürel antropoloji içerikli çalışmalar yapılmış olsa da, aslında fiziksel antropolog olan Nermin Aygen’in (Ertentuğ) 1944’te Türkiye’nin ilk etnoloji doçenti olmasıyla sosyalkültürel antropoloji, etnoloji adı altında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kurulmuştur. Ancak kurulduğu andan 1990’ların sonuna kadar soysal ve kültürel antropoloji, kurdurulma amacına uygun olarak, TEMMUZ ye yönelik bir Sysiphos çabası... Bir gün türümüz ve dünyamız hakkında oldukça bütüncül bir kavrayışa sahip olabileceğimize dair bir umuttur söz konusu olan. BİR EZBERE MEYDAN OKUMA Üçüncüsü, yirminci yüzyıl başlarında alana çıkan antropologların karşılaştığı küçük ölçekli toplumlar üzerine yoğunlaşması sonucu, antropolojinin (o son derece yakışıksız terimle) “ilkel toplumlar”ın bilimi olduğu, bu toplumların ise, hızla ilerleyen “Batı uygarlığı” karşısında tutunamayarak var oluş zeminlerini yitireceği, “exotica”nın bilgisi olarak antropolojiye artık gerek kalmayacağı yolundaki yaygın kanı. Oysa “dünya sistemi” içerisine katılan “tarihsiz” halkların bu sürece kendi kültürel iddialarını, kendi tikelliklerini taşımaları, “Batı uygarlığının türdeşleştirici sihrine” en çok iman etmişleri dahi, çağımızın aynı zamanda bir “etnik diriliş çağı” olduğuna ve de antropolojinin bu karmaşık, devingen ve çelişkili süreçlerin “kültürel bilmeceleri”ni çözme potansiyeline sahip bir bilim dalı olduğuna kısa sürede ikna edecekti. Sonuncu düzlem, kendinden emin Avrupamerkezci bilimin, “doğru” ve “nesnel’“ bilginin tek kurucusu ve taşıyıcısı olmadığının ve “ideoloji”, özellikle de hâkim(iyet) ideoloij(si)yle içlidışlılığının bilincine vardığı sancılı postmodern sürecin panzehirinin, en başından beri “öteki”yle (zorunlu bir) diyalog olarak yürütülen antropolojik girişimde bulunduğunun açığa çıkması... Yani antropolojinin bir kez daha insan farklılığıyla insan bütünlüğünün yaratıcı potansiyelini barındıran bir bilim olduğunun teyidi antropolojik birikimin Batımerkezci olmayan, bütüncül bir sosyal bilime yatkınlığını gözler önüne sermektedir. Bu kadar paradoksu içerisinde barındıran ve edindiği bilgi birikimleriyle kendini sürekli yenileyen bir bilim dalının tanımının da genel geçer olamayacağı ortadadır. Tam da bu nedenle, bana göre, kitabın en önemli yanı antropolojinin “yeniden” tarif edilmesi girişimi iddiasıyla yazılmış olmasıdır. Özbudun ve Uysal, günümüzde antropolojinin, insana değgin pek çok soruyu yanıtlama ama aynı zamanda yeni sorular sorma girişimi olarak güncelliğini koruduğunun ve bu güncelliğin sürdürülebilmesi için ise sürekli yeniden ve yeniden tarif edilmesi gerektiğinin altını özellikle çizmektedirler. Kitap, antropolojinin 1990’lara kadar Türkiye akademisinde bilinen ve uygulanan haliyle “bize” ait kaybolmaya yüz tutmuş ya da kaybolmuş “maddi” ve “manevi” kültür öğelerinin bulunup derlenmesi ve korunması işiyle yükümlü bir bilim dalı olmadığını söyleyerek bozulmamakta direnen bir ezbere meydan okumaktadır. Özbudun ve Uysal, antropolojinin durumlar, kategoriler, sabiteler, uyumlar üzerine değil ya da onlar kadar geçişler, sınır ihlalleri, devinimler ve çatışkılar üzerine de kafa yoran bir bilim dalı olduğunu söylüyor. Yazarlarının da ifade ettiği üzere, “bir giriş kitabı olarak, format gereği sınırlı sayıda soruyu, sınırlı bir yer içerisinde yanıtlama zorluğuyla karşı karşıya” kalsa da, 50 Soruda Antropoloji, bu alana ilgi duyanlar için önemli bir başvuru kitabı olabilir. ? 50 Soruda Antropoloji/ Sibel Özbudun, Gülfem Uysal/ Bilim ve Gelecek Kitaplığı/ 232 s. ? Sibel Özbudun’un Gülfem Uysal ile beraber kaleme aldıkları ‘50 Soruda Antropoloji’ ilgi duyanlar için önemli bir başvuru kitabı... E daha çok “biz”e ait olanla ilgilenmiş ya da “öteki”leri “bizleştirme” görevi yerine getirmekten öteye gidememiştir. 1990’ların sonuna doğru Türkiye akademik hayatında antropoloji radikal bir dönüşüm geçirmiştir. Söz konusu süreçte özellikle sosyal ve kültürel antropoloji alanında Türkiye’de var olan klişeleşmiş konular dışına çıkılarak kimlik, etnik kimlik, trans kimlikler, toplumsal cinsiyet, yoksulluk gibi çalışmalarla “ötekilere” dikkat çekilmiştir. Bununla beraber, hem Türkiye’de gerçekleştirilen özgün çalışmalar, hem de yapılan çeviriler sayesinde, antropoloji alanında önemli bir külliyat oluşturulmuştur. Yukarda bahsettiğim dönüşümde pay sahibi olan antropologlardan biri de hiç kuşkusuz Sibel Özbudun’dur. Özbudun, 2010’da üniversiteden istifa ederek “bölüm ve kurum dışı antropologlar” kervanına katılmıştır. Ancak istifa sürecinden sonra da antropolojik çalışmalarına devam eden Özbudun, kısa bir zaman zarfında onlarca makale ve kitaba imzasını atmıştır. Özbudun’un Gülfem Uysal ile beraber kaleme aldıkları son kitabı ise 50 Soruda Antropoloji başlıklı çalışmadır. ANTROPOLOJİNİN BARINDIRDIĞI PARADOKSLAR 50 Soruda Antropoloji, sosyal ve kültürel ve biyolojik antropoloji alanındaki temel sorulara cevap arama niteliği taşımaktadır. On iki bölümden oluşan kitaptaki sorulardan bir kısmı şunlardır: Antropoloji neyle uğraşır, temel soruları nelerdir? Biyolojik antropoloji, adli antropoloji nedir? Sosyal ve kültürel antropolojide belli başlı kuramlar nelerdir? “Mülkiyet” kavramı her kültürde aynı anlama mı gelmektedir? Siyasal antropoloji nedir? Devlet nedir, devletin biçimlenişine dair belli başlı kuramlar hangileridir? Sömürgecilik nedir? Feminist antropolojinin başlıca tezleri nelerdir? Ensest tabusu nedir? Din toplumsal değişme ile ilişkilendirilebilir mi? Antropolojide büyü, ayin, mitos nasıl ele alınır? Lingüistik antropoloji neyle uğraşır? Günümüzün uygulamalı antropolojisiyle sömürgeci dönemin “pratik antropoloji”si arasında ne fark vardır? Küreselleşme süreçleri antropolojiyi nasıl etkilemektedir? Yoksullaşmanın etnikleşmesi ne demektir? Özbudun ve Uysal, çalışmalarında, antropolojinin paradoksal biçimde, günümüzde insana değgin pek çok soruya yanıt önerileri getirme potansiyeline sahip bir toplum bilim dalı özelliği taşıdığını söylemekteler. Antropolojinin paradoksal yanını ise birkaç düzlem üzerinden açıklar. ‘IRK’ VEYA ‘ULUS’ İlki, ülkemizde (hatta bu bilim dalının ortaya çıktığı ve yayıldığı ülkelerin önemlice bir bölümünde) antropolojinin “ırk” veya “ulus” inşa süreçleriyle ilişkilendirilmesinden kaynaklanıyor. Doğa bilimlerine açılan yönüyle antropoloji, gerek geniş sömürge imparatorluklarına hükmeden metropol ülkelerde, gerekse on dokuzuncu yüzyılın gecikmeli ulusinşası süreçlerinde işlevsel bir bilim olarak algılanmıştı. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarındaki prestijini büyük ölçüde buna borçludur. Ancak kısa sürede edinebildiği olgu ve bilgi birikimi, onun insan farklılıklarının olduğu kadar, benzerliklerinin de bilimi olduğunu gösterecekti; ayrıştırdığı kadar bütünleştirip birleştiriyordu. İnsanları fenotipik (dış görünüşe değgin) ve genotipik (gen bileşimine değgin) kategorilere (“ırklar”) ayırmanın olanağı yoktu. İnsan çeşitliliği, fiziksel koşullara uyarlayıcı bir süreğenlik sergilemekteydi ve benzer bir tarzda, insanları birbirinden yalıtılmış, içe kapanık kültürel kendilikler olarak ele almanın da olanağı yoktu; insan toplumları paleolitik çağlardan bu yana birbirleriyle temas içerisindeydiler; birbirlerine öğretiyor, birbirlerinden öğreniyor, sürekli yeni toplumsal ortamlarına uyarlanırken kendi kültürlerini değişime uğratıyorlardı. İkinci paradoksal düzlem, antropolojinin insan dünyasının farklı kavramsal boyutları arasındaki sınırları aşma yönündeki girişimin öyküsü oluşudur. İnsanın fiziksel ve biyolojik, toplumsal ve kültürel dünyaları arasındaki sınırları, hem her üç alandaki birikimiyle derinleştiren hem de onu tüm yönleriyle ele alan bütüncü bir bilim olarak sürekli olarak ihlal eden bir bilim... Aynı anda hem uzmanlaşmaya hem de sentezleme SAYFA 16 ? 5 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1168
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle