18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K adının anaerkil evreden sonra dünyada yeniden güç odağı oluşturmaya koyulmasının, sonuçta bizi kaba da olsa feminizmle yüz yüze getirmesinin üzerinden pek pek üçdört yüzyıl geçmiş bulunuyor… Öyle ya, önce feodalitenin aşılıp burjuvazinin doğması, sanayi devrimiyle, kentsel gelişimin önünün açılması, işgücü bağlamında kadına dönük yeni algının gelişmesi gerekiyor. Sonrasında buna aydınlanmanın da yatak açarak olguyu kucaklayışıyla kadının, kendisi olarak kendini koymasının da önü açılmış oldu böylece. Dünyada feminizmin mayası, böyle böyle kabardı, sonradan tüm dünya halklarıyla kadınlarını kuşatan bir büyük eyleme dönüştü. Bizde ise kadının kendisi olarak tarihçesinde bile, yarıya yakın bir kısalmayla karşılaşılıyor hemen. Ancak bunun küçümsenip hafifsenmemesi gerekiyor yine de. Çünkü Türk feminizminin görece pek de gecikmeden bu eyleme ulandığı düşünülebilir pekâlâ. Ancak bu kısa geçmişe bakarak dünyada, ülkemizde kadının birden kendisi olmayı başarıverdiği gibisinden bir kestirime de gidilmemeli. Tüm dünya kadınları bunun bedelini ödeyerek, canları, bedenleri, tinsel dayanakları, bebekleri vb. pahasına milim milim ilerleyerek haklarını elde ettiler. Hülya Adak, Osmanlı’dan cumhuriyete kadınların özyaşamöyküsel anlatılarını temel alarak yapılandırdığı çalışmasında bizi, yaklaşık yüz on yıl öncesinin Osmanlı kadınlarıyla ilgili bir başkasının tanıklığıyla buluşturuyor: “Birleşik Devletler’e göç eden ilk OsmanlıRum kadını Demetra Vaka Brown, Haremlik Türk Kadınlarının Yaşamından Bazı Sayfalar (1909) adlı seyahat metninde, yüzyıl dönümü kadar erken bir dönemde, İstanbul’da kadınların özgürleşmesi için aktif biçimde mücadele eden Osmanlı kadınlarıyla görüşmelerini anlatır. Kadın örgütlenmesinin diğer hedeflerinin yanında Brown, boşanma hakkı, kendi seçimlerine uygun evlilikler yapma özgürlüğü, kamusal alanda farklı cinsiyetlerin bir arada bulunmaması uygulamasının kaldırılması ve erkeklerin refakati olmadan seyahat edebilme hakkından bahseder. Görüşmede, kadınların bir kısmı, üyelerinden altısının intihar etmesi yoluyla erkeklere davalarının öneminin gösterilmesi fikrini tartışır.” (Edebiyatın Omzundaki Melek, [Yayına Hazırlayan: Zeynep Uysal], İletişim, 2011, 266, 267) Gelin yolculuğumuzu kadın yazarların kaleme aldığı öteki çalışmalarla sürdürelim… KADINI BESLEYEN ALÜVYONAL TOPRAĞIN KÖKLERİ... Osmanlı Rumu Demetra Vaka Brown’ın yüz on yıl öncesine özgülenebilecek tanıklığına koşut örnekler, Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi (Metis, genişletilmiş üçüncü basım, 2011) ile Aynur Demirdirek’in Osmanlı Kadın itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA KADIN ZAMANI2 Kadının, kendine dönük yazılı bakışı K larının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikâyesi (Ayizi, gözden geçirilmiş ikinci basım, 2011) adlı kitaplarında zamandizinsel bağlamda çok daha geniş biçimde önümüze geliyor. Tanıklık çok anlamlı kuşkusuz, ama kadınlar, Batı kadınlarının yapısal özelliklerini göstermediği, sınıfsal, ekonomik açıdan apayrı bir Doğuİslam yapısından beslendiğine göre, bu savaşıma yönelişlerinde acaba nerelerden etki almış olabilirler? Gerçi ülkemizdeki ilk işçi hareketlerinin de bu yıllarda yayıldığı, ötesinde görece kadın hareketiyle uyuşum gösterdiği bilinmiyor değil. Ama soruya tam bir yanıt oluşturmuyor yine de bu. Serpil Çakır’ın söyledikleri, buna yönelik ufkumuzu genişletirken önemli bir açılım da getiriyor kendiliğinden. Şu saptamasıyla başlamakta yarar var yazarın açılımlarına: “Türkiye’de de kadın hareketi başlangıç itibarıyla modernleşme, milliyetçilik gibi akımların etkisiyle ortaya çıksa bile, bir süre sonra kendi talebini gündeme getirerek bağımsızlaşmış, kendi kitlesine ulaşmış ve çıktığı noktayı aşmıştır.” (411) Çakır’dan genişçe bir özetleme yararlı olacak sanıyorum: “Çok yakın bir zamana dek dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadınlara ilişkin konular, modernleşme, gelişme, kalkınma meselesi olarak görülmüştür; bu durum, kadınların tarihsel özne olarak görülememesinin önündeki en büyük engeldir. Kadın kurtuluş mücadelesi ve deneyimleri modernleşme, uluslaşma, sosyalizm ve günümüzün liberal söylemindeki insan hakları gibi kavramlar içinde eritilmiştir. Bu türden bir bakış, kadın hareketi geçmişine bakmayı geciktirmiştir. Oysa kadınlara ilişkin gerçekliklere ulaşmak için yeni kavramlara ve her ülke için yeni dönemlendirmelere ihtiyaç vardır. Türkiye’de halen var olan geleneksel tarihsel dönemlendirmelerin ya da yaratılan milliyetçi mitlerin, imgelerin dışına çıkıp, kadınlara, kadınlar için bakılmalıdır. Amaç, sadece tarihsel kayıtlardaki ihmali düzeltmek değil, aynı zamanda bu erkeksi tarihsel hikâyelere de başkaldırmak olmalıdır.” “Osmanlı kadın hareketi, Batı’daki kadın hareketinden farklı biçimde siyasallaşmıştır. Çünkü İslam toplumlarında kadının konumunun değişmesi, neredeyse devlet ve toplum yapısının değişmesi demektir. Bu değişmeyi önlemek için devlet, kadının giyiminden gezmesine, seyahat biçimine, toplumsal ilişkilerine, kısaca kadının özel ve kamusal yaşamına karışma hakkını kendinde görmüştür. Bu açıdan, kadının taleplerinin karşılanması, devlet yapısının ve toplumun genel özelliklerinin değişmesini, yani laikleşmeyi gündeme getirmiş, sorunun çözümü topyekun bir değişimi, devrimi zorunlu kılmıştır. Bu konu o denli önem kazanmıştır ki, kadın konusu daha sonraki dönemlerde cumhuriyet devrimlerinin de mihenk taşını oluşturmuştur.” (410, 411) Şöyle sürdürüyor Çakır: “Meşrutiyet yılları bu yapının değişmeye başladığı, siyasal, ekonomik, toplumsal ve düşünsel alanlarda köklü değişimlerin yaşandığı, belirli bir gelişme ve karmaşıklık düzeyine ulaşıldığı, toplumun giderek özgürleşmeye başladığı yıllardır.” “Bunda II. Meşrutiyet’in özgürlük ideali etken olmuş, kadınlar da giderek özgürleşmeye, bireyselleşmeye başlamışlardır. Kadınların başkaldırıları ise, elde edilen kazanımların da etkisiyle bir harekete dönüşmüş, Türkiye’de ilk dalga kadın hareketi olarak tanımlanacak kadın hareketinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.” (412) KADINI KENDİSİ OLMAYA YÖNLENDİREN ETKENLER... Aynur Demirdirek de, “19. yüzyılın sonundan başlayarak kadınlar için talepleri olup bunu ifade eden, yazı yazan, konuşmalar yapan, bulunduklarından farklı bir varoluşun meşru görülmesi için mücadele eden kadınlar” (7) üzerine çalışmasını sonlandırırken şu saptayımlarını paylaşıyor bizimle: “1900’lerin ilk yirmi yılında yetişip kadınlığın ikinci cins görülmesine karşı çıkan, kadınların kendilerini geliştirebilmesinin önündeki engelleri yıkmaya çalışan, geleneksel kadınlık alanları dışında da var olmayı savunan ve giderek isteklerinin yasalarla güvence altına alınması için uğraşan bu kadınlar, Cumhuriyet’e geçişte ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında nerelere dağılıyor, neler yapıyorlar? Çok daha dikkate değer bir hikâyesi var. Çünkü kadınların hak arayışlarını nasıl ve niçin kendi ellerinden bıraktıklarının ipuçlarını taşıyor.” (92) “Kadınların kurtuluşu tarihi birbirine geçmiş halkalardan oluşmuyor, birbirine geçmiş halkalar değil de, bir zincir üzerinde birbirinden belli uzaklıkta halkalar var; yani kadınların kurtuluşunun bir geleneği yok; olamıyor. Çünkü kadınlar taleplerini yükselttiklerinde, bu çıkışlar kadınların kurtuluşu perspektifinden arındırılıyor, başka söylemler içinde (modernleşme, insan hakları, sosyalizm…) gittikçe zayıflayarak dile geliyor. 20. yüzyıl başındaki koşullarda ve İslam içinde yaşamak, Osmanlı kadınlarına erkek ve kadın arasındaki hiyerarşiyi, güç ilişkisini açık bir biçimde görebilmek olanağı veriyordu ve problemin kadınlık ve erkeklik bağlamında tanımlanması boyutunu göz ardı etmiyorlardı. Arayışı sürdürülen yeni bir toplum idealinin güçlenmesiyle birlikte yavaş yavaş bu vurgu azaldı. Öyle bir yere vardı ki, Meşrutiyet yıllarından başlayarak kadınlık için çabalayan kadınlar, hak arayışlarını toplumsal olarak ileri, yararlı ve doğruyu temsil ettiğini ilan eden yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne gönüllü ya da gönülsüz, ikisi iç içe, bıraktılar.” (94, 95) Nazan Aksoy, Kurgulanmış Benlikler’de (İletişim, 2009) kadının cumhuriyetle birlikte bu hareketten geri çekilişini, kurucuların cumhuriyeti kurarkenki dinamiğiyle ilişkilendiriyor daha çok. Hülya Adak, bunu daha ileri götürerek Atatürk’le manevi kızları arasında bir “Elektra kompleksi” bağlantısı öne sürüyor. (260) Aksoy ise sosyalist Sabiha Sertel’in öteki kadınlardan ayrılmadığını vurgulayıp şunu ekliyor: “Cumhuriyetin siyasetini durmadan eleştiren Sabiha Sertel bile (Atatürk’ten) hayranlıkla bahseder. Hazırladığı bir projenin kabul edilmemesini bile Atatürk’e değil, Latife Hanım’ın kaprisine bağlar… Koruyucu, kollayıcı, ödüllendirici bir baba figürü olarak cumhuriyet kadınlarının ortak hafızasına yerleşmiştir Atatürk.” (129) Oysa gerek Çakır gerekse Demirdirek, çift yönlü bir etkileşimin ipuçlarının varlığını sezdiriyor daha çok bize… KADIN, HAREKETİNİN TARİHÇESİNİ YAZARKEN... Yine de görüldüğü gibi kadınlar, artık kendi tarihçelerine el koymuş bir konum sergiliyor. Bunu kendi yazarlarıyla yapmaya koyulduklarını söylemeye gerek yok herhalde. Bu çerçevede kadın hareketiyle ilgili evrensel ölçütlerle uyumlu halde yeni bir değerler dizgesini toplumun önüne koymayı da başardılar özellikle şu son yıllarda. Ama bu yöndeki kavrayışın, özellikle 1968 doruğunun aşılmasıyla gündeme geldiğini söylemek olası. Çünkü bu tarihe dek kadın, bu kez de sosyalist dünya görüşünün temel felsefesi yönünde ele alınarak sınıfsal, ekonomik yapının öğesi konumuna indirgenmişti. Denebilir ki, kadın varlık sınıfsal, ekonomik olarak vardı da kendisi olarak yoktu yine. Bu anlamda kadın hareketinin 1970 sonrasında, daha çok da 80’den bu yana gerçek yerini bulmaya başladığı öne sürülebilir aslında. Bütün bunlar, yukarıda dile getirdiğimiz toplumsal çalkantıların yaşanmasıyla ortaya çıktı kuşkusuz. Diyeceğim, yukarıdan bu yana anlatılanlar yaşanmasaydı eğer, böylesine kısa sürede bunca yoğun birikim hem yerli yerine oturamazdı hem de hareket, bu ölçüde yaygınlık gösteremezdi herhalde. Oysa artık kadınlar, yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip kendi hareketlerinin kendileri açısından tarihini yine kendileri olarak yazıyor günümüzde… Günümüz kadınlarının, büyük büyükannelerinin başlattığı bu onurlu savaşımını şimdi torun torunlarının sürdürüyor olması ne denli sevindirici! İki hafta önce yazınımızın kadınla ilişkilenişi bağlamında farklı haftalara dağılan, ama sıralı olmayan bir dizi yazı kaleme alacağımı söylemiştim. Ağustosta başladığım bu yazıları 8 Mart 2012 Perşembe noktalamayı düşünürken, her ay yazınsal temelde çeşitli açılardan eğildiğim, savurmalarla örgülediğim sekiz farklı yazı hazırlayayım istiyorum. Buna “Kadın Zamanı” başlığını yakıştırdım, bilmem siz ne dersiniz? Ekim farklı kitaplarla yeniden döneceğim kadın konusuna demektir bu, bunun yazınımızdaki yansımalarına… Yeri midir, sırası mıdır bilemiyorum; hazır söz kadın yazınına dek gelmişken öneriversem şuracıkta, nasıl karşılanır acaba? Sözgelimi Sevgili Turhan Günay, Cumhuriyet Kitap’ta kadın yazarların yapıtlarını kadın bakışıyla, ötesinde feminist yaklaşımla ele alacak bir kadın eleştirmenle tanıştırsa bizi, onu da katsa yazar kadrosuna… Osmanlı’da kadın, kendini yaratmak için çabalıyordu, cumhuriyetle birlikte yazınımızın da yaratıcılığına soyundu. İyi ki de öyle oldu, çünkü yazınımız, artık kadınımızla var! EYLÜL 2011 SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1125 8
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle