19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

menleri de, ebeveynlerin bu zaafını bilerek ya da bilmeyerek, beklentiyi körüklemişse, çocuğu merkeze alarak artık onun menajeri gibi davranmaya kalkışmamız, an meselesidir. Çocuğumuzun dâhi değil de, normal olduğuna inanmak için sebep aramamız ve belki de buna şükretmemiz gerekirken, ağzından dökülen her hoş cümlenin, yazmayı öğrenir öğrenmez döşendiği her satırın bir dehanın dışavurumu olduğuna inanmak için ancak ebeveyn olmak gerekiyor sanırım. Peki ya öğretmenlerin sınıflarındaki öğrencilerin her birini, küçük birer yazar olduklarına inandırmak için sebepleri nelerdir? Okuma ve yazma eyleminin, dili zenginleştirmede ve doğru kullanımı yerleştirmede en önemli etken olduğunu çok iyi bilir öğretmenler. Büyük olasılıkla, “Bugün hepimiz kitap yazıyoruz,” diye çocukları heveslendirirken, kuşkusuz onların dil gelişimlerini öncelemiştir. Ancak daha sonrasında, “Haydi bakalım, şimdi yazdıklarınızı kitap olarak basıyoruz,” da ne oluyor? O da yetmez, “Haydi çocuklar, şimdi de imza günü yapıyoruz...” Kendilerinin “ileride yazar olacağına” değil de, o anda!.. hemen!.. şimdi!.. Gerçekten bir yazar olduğuna inanan çocuğun psikolojisini inceleyen oldu mu hiç? Ebeveynler ve öğretmenler, küçük yazarlar yaratmanın heyecanındayken, çocuğun geleceğe dair hedeflerini altüst ettiklerinin farkındalar mı? Elbette okul dergilerindeki yazılar, okul içi ya da okullar arası kompozisyon yarışmaları farklıdır ve sonuna kadar desteklenmeyi hak eder, yanlış anlaşılmasın. Ortaya koymaya çalıştığım farkındalık, çocukların kendi aralarında yaptıkları yarışmaların ya da çalışmaların sonuçlarının, yetişkinlerin uzun yıllar boyunca deneyimlerini de katarak ortaya koydukları çalışmalarıyla eşit olduğuna inandırılması, ancak ilerleyen zamanda kitaplarının aile ve okul çevresi dışında itibar görmediğini fark eden çocukların uğrayacağı düş kırıklığının sorumluları olacağıdır. Ver gazı ver gazı... Ne olur bunun sonrası? Gerek yıllardır adresime yağan iletilerde gördüğüm, gerekse okul ziyaretlerimde ya da günlük yaşam içinde karşılaştığım ve kendilerine “Ben yazarım!” diyebilecek kadar fazlasıyla gaz verilmiş olan çocuklar adına kaygı duyuyorum. Kaygı duyulmayacak gibi değil ki! Üyesi olduğum spor salonunda, kayıt odasında babasıyla oturan dokuzon yaşlarında bir çocukla, “Bakın bu da sizin gibi bir yazar,” diye tanıştırılmak, yazın hayatında neredeyse 40 yılını dolduracak bir yazar olarak şaşırtıcı olduğu kadar, çocuğun davranışları karşısında, bir yerlerde yanlış bir şeylerin olduğunu fark edip, nereye parmak basacağınızı bilememenin sıkıntısını da yaşatıyor insana... Sanırım, o çocuğun yüzündeki ifade ve tavrı, sonunda bu konuda bir şeyler yazmaya karar vermemin nedeni oldu... Seçici kurul olarak görev yaptığım kimi yarışmalarda, çocukların yazdığı şiirleri, öyküleri, masalları okuyor ve karşımdakinin “çocuk” olduğunu aklımdan çıkarmayarak, şartnamenin beklentisine göre birini ikisini ya da üçünü beşini seçiyorum. Ama yarışmanın ardından, bir de bakıyorum ki, yarışmayı düzenleyen kurum, seçilen metinleri kitaplaştırmaya karar vermiş! Bunu duyduğum anda, “Adımı seçici kurul listesinden çıkartın lütfen,” diyorum. Kimi kez adımı silerek, kimi kez silmeden, yine de basıyorlar kitabı. Bazen bastıklarından haberim bile olmuyor... İtirazımın nedeni, “Eyvah bana bir rakip geliyor, daha ortaya çıkmadan önlem alayım,” olabilir mi? Bu kadar komik bir düşünceyi gerçek sananlar, zaten okumuyordur bu yazıyı; çocuğunun dâhi olmayabileceği imasını daha ilk satırlarda sezinlediklerinden, okumayı çoktan bırakmıştır. Bilinmelidir ki, kitaba girecek her metin, editörlük çalışmasından geçer. Bir çocuğun yazdıkları üzerinde böyle bir çalışma, metnin baştan sona yeniden yazılması anlamına gelecektir ki, yedi ya da sekiz yaşındaki çocuklardan bile söz ediyor olabiliriz... Metnin editör tarafından yeniden yazılmasının ardından, ortaya çıkanın çocuğa ait özgün bir yazı olduğu söylenebilir mi? Kendi yaşının deneyimleri ve dil olanaklarının dar sınırları içinde çalakalem yazdığı metnin, bir kitapta okunabilir nitelikte yer aldığını gören çocuk, artık dilini düzeltmesi, geliştirmesi ve zenginleştirmesi konusunda çalışmaya ikna edilebilir mi? Yok, çocuğun yazdığı şekliyle, yani yarışmaya gönderildiği ham haliyle basalım deniyorsa, bu kez yapılan dil ve mantık hatalarının çocuk okurların dil ve düşünce yapısını bozabileceği düşünülerek, kitabın dillerini geliştirme sürecinde olan çocuklara okutturulmaması gerekliliği çıkar ortaya. Aksi halde çocuk okurlar, sözcükleri ya da cümleleri belleklerine yanlış haliyle yerleştirebilirler. Hele ki bir kitapta yayımlandığına güvenle, doğru sanarak öğrendikleri hataları ileride düzeltmeleri hiç de kolay değildir. Yarışma sonrası çocukların metinlerini ille kitap olarak yayımlayalım dayatmasında, benim önerim, “Kitap değil, hiç olmazsa klasör yapın,” demek oluyor. Sayfaları spiralle topladığınız, kitapla dosya arası bir şey... Böylece, okurun kitapla olan ilişkisinde güven sarsılmamış olur. Öte yandan, metni klasöre giren çocuk da kendini gerçekten yazar sanıp, deneyimli yazarların yanında imzaya oturma hakkının bu kadar kolay elde edilebileceğini düşünmez. Zaten onlara da, “Çocuk Yazar” değil de, “İlerde Yazar Olma Potansiyeli Olan Çocuk” denmesi daha doğrudur. Ebeveynin “Benim çocuğum yazar!”, öğretmenin “Öğrencilerimin hepsi yazar,” diye övünebilmesi, ilköğretim ilk kademesindeki bir çocuğun ise okulunu ziyaret eden bir yazarın karşısına, “Ben de yazarım!” diye çıkabilecek cesareti bulması, çocuğa pompalanan özgüven duygusu açısından yetişkinleri mutlu ederken, çok ciddi yanlışları beraberinde getiriyor. En büyük yanlış da ayarsız özgüvenle baş etmek zorunda bırakıCUMHURİYET KİTAP SAYI 1115 lan çocuğun kendisine... Beş yaşında beste yapan Mozart gibi küçük yaşta çok satan roman yazan bir dâhi, yeryüzünde henüz bulunamadığından, edebiyatın Mozart’ını biz evimizde ya da sınıfımızda yaratmaya çalışıyor olabiliriz. Ama bu desteğimizde abartıya kaçmakla, belki de ilerde gerçekten yazar olacak bir yeteneğin yolunu kesmiş olduğumuzun sorumluluğunu yüklendiğimizi de bilmeliyiz. Yazdıkları kitaplar ancak eşin dostun gösterdiği ilgiyle dağıtılabilse ve yeni baskı yapmasa da, satış politikaları bir çocuğu hiç ilgilendirmediğinden, o sadece bir yazar olduğunu bilir, hepsi bu. Hedefe ulaşmış olduğunu düşünmenin getirdiği tembellikle, tutkusunu yitiren ve bir daha hiçbir şey yazmayan/yazamayan çocukların sayısı az değil. Çocuklara klişe sorumuzdur: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” Çocuk gerçekten ilgili olduğundan değil de, sınırlı bilgisiyle, yakın çevresinden duyduğu birkaç meslek sayar. Az büyür, aynı soruya, genişleyen çevresindeki meslekleri de katar. “Ben öğretmen olacağım.” “Ben doktor olacağım.” “Ben yazar olacağım...” İlginç olan şu ki, “Büyüyünce” ne olacağını sorarız çocuğa, “Mesleğin ne?” diye değil. Ama bakın, eğer konu yazarlıksa, mesleğini soruyor olabiliriz! “Mesleğin ne?” “Ben yazarım. Kitaplarım var!” “Ben doktorum, ben öğretmenim” diye yanıt veren bir çocuk duyulmamış bir şey, ama “Ben yazarım,” derse, olabiliyor. Bu durumda, artık çocuklara “Büyüyünce” değil, halihazırda mesleklerinin ne olduğu konusunda soru yöneltebileceğimiz geliyor aklıma. Anne babalar, yedi yaşında masal yazan, dokuz yaşında ikinci romanını bitiren ya da on bir yaşında hepsini birden yapabilen çocuğu için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak yayınevlerini dolaşır, kabul ettiremezse bir matbaada bastırıp kendi dağıtmaya kalkarsa, küçük yaşta hedefine ulaşmış olan bir çocuktan yeni hedefler mi beklemeli, yoksa zaten ulaşmış olduğu hedefin ortalık yerinde boylu boyunca uzanıp keyfini çıkarmasını mı? Ham koparılan meyvenin olgunlaşması için ağaca yeniden takılabilmesi mümkün mü? Kaç yaşında olursak olalım, koyduğumuz hedefler hep bizden ileridedir. O hedefe kilitlenir ve oraya ulaşmak için çalışırız. Gerçekten çalışırız. Çok ama çok çalışırız. Ya da çalışmak zorumuza gider, yarı yola gelmeden vazgeçip başka bir hedefe yöneliriz. Peki, uzaklarda görünen hedefe küçük yaşta en kolay ve en kestirme yoldan ulaşınca, sonrasında ne yapılır acaba? Hedefsiz mi kalınır? Diyelim ki o zaman yeni hedefler seçildi; ilk hedefteki kolay başarı gibi, kestirme yol arayışında olunmaz mı? Çok çalışmak gerektiği fark edildiğinde, o hedeften de kolayca vazgeçilmez mi? Kendisine layık bir hedef bulamayanlar ne yapar? Satılık hedefler var mıdır? Ya da arkadaşınızdan ödünç hedef alabilir misiniz? Birden bu korkunç sorular geliverdi aklıma... Yazmak bir tutkudur. Bu tutku, çocuk yaşta gelip yerleşiverir içinize. Hedefiniz “yazar olmaktır” artık. O hedefe doğru, yıllarınızı vermeye hazırsanız, defterler dolusu şiir, öykü, masal, denemeler yazarsınız, okudukça değiştirir, tekrar yazarsınız. Onların birer KİTAP değil, sadece MÜSVETTE (sözlük anlamı: “Yazı taslağı, karalama”) olduğunu bilir, hiç durmaksızın başa dönüp, yenilerini yazarsınız. Sonunda bittiğini düşündüğünüz dosyanızı kucaklayıp gittiğiniz yayınevi kapılarında, reddedilip hıçkıra hıçkıra ağlarsınız. Bir hedefin, ağlamaya değer olduğunu öğrenirsiniz. “Kitabı bastırdıktan sonra, birkaç yayınevine gönderdim. Kendim gittim konuştum, eşim gitti konuştu. Kimse ilgilenmedi bizimle. Belki dünyada 12 yaşında kitap yazan çocuk yoktur. Bütün basım masraflarını biz üstlendik. 2 yıl önce basım masrafları için 8 bin YTL harcadık,” di yor baba. Bu yazımla kimseyi yargılamak gibi bir amacım yok. Anne baba desteğiyle matbaalarda bastırılmış bu ve bunun gibi yüzlerce çocuk kitabı var. İşaret etmek istediğim konu, bu dosyalarla ilgilenilmemiş olmasının ardında yatan nedenlerin neden dikkatle araştırılmadığı. Satacağına inandığı bir kitabı yayıncı neden basmasın, hele ki sekizon ya da on iki yaşındaki yazarını “Edebiyatta Aranan Mozart Sonunda Bulunmuştur!” sloganıyla duyurabilecekken… Yayıncının ilgilendiği yazarın ne kadar küçük yaşta olduğu değil de önüne gelen dosyanın niteliği olduğu neden akla gelmez? (haberin tamamı için: http://www.sakaryamedya.com/cikti.php?id=8042) Haberlerde izlemiş ya da okumuş olabilirsiniz: İzmir’in bir ilçesinde “1001 Çocuk Yazar” projesi kapsamında çocuklara kitap yazdırıldı, ardından çocuklara toplu imza günleri düzenlendi... Ne kadar çocuk, o kadar Rekorlar Kitabı’na girme fırsatı... Yazarların taneyle saptandığı bir projede, masa başında kitap imzalayan ve kendilerine “yazar” unvanı armağan edilmiş olan bu çocukların gelecek için hedeflerini yeniden yaratmaları beklenirken, hedefin “yazar olmak” mı yoksa “Rekorlar Kitabına” girmek mi olduğu da, gümbür gümbür gelen 1001 Çocuk Yazar’ın kaldırdığı toz duman arasında görünmez oluyor. MüsvetteTaslakKaralamaKlasörlerin adı da “Kitap” oldu! Fuarlarda, standa gelen çocuklar, kitap alıp yazara imzalatmak yerine, çantalarından çıkardıkları (ya da annelerinin çantasından çıkan) kendi adlarını taşıyan kitaplarını yazara uzatıyorlar. Sınıf projelerinde yapılıp gelen onlarca kitap konuyor yazarın önüne, “Benim kitabımı imzalayın!” Niye? “E, ben yazdım!” Her gün eposta adreslerimize düşen onlarca “Ben de kitap yazdım, okuyup bana yanıt yazar mısınız?” diye soran çocukların yanı sıra, “Çocuğum kitap yazdı, öğretmeni de çok beğendi, mutlaka basmak istiyoruz,” diyen ve yayınevi adresi isteyen ebeveyn (çoğu kez anne) iletilerine artık ne yanıt vereceğimi şaşırmış durumdayım. Zaman değişmiş, sağım solum, önüm arkam Mozart olmuş da haberim yok... Çocuklar elbette desteklenmeli, okumaları ve yazmaları için cesaretlendirilmeliler. Ama müsvettetaslakkaralama dönemine müdahale edilip sanki gerçekten yazar olduğu izlenimi uyandırıldığında, çocuğun yazarlara karşı saygısının kalmamasını, kitaplara burun kıvırarak bakmasını da doğal karşılamak gerek. Çocukluğumda, yazar olmak istediğimi söyleyip ne yapmam gerektiğini sorduğumda, bana kolay bir yol göstermeyip önce büyümemi öğütledikleri için kızdığım herkesten binlerce kez özür dilerim. Başvurduğum gazete köşelerinden, okul müdürüme, yazar olmanın tek yolunun çalışmak, çok çalışmak olduğu yanıtını verip beni ağlatanlara, sınıf arkadaşlarımın üç yanlışına bir not kırarken, benim bir yanlışıma bir not kırarak bana haksızlık yaptığını düşündüğüm Türkçe öğretmenime, binlerce kez teşekkür ederim. Hedefe yaklaşmak için her gün çalışmak, daha çok çalışmak gerektiğini kavramamı ve içselleştirmemi sağlayan herkese minnet borcum vardır. Bu yazıyı da, yazarlık tutkusuyla yanıp tutuşan çocukları üzmek için değil, yıllar sonra bir gün, birilerine teşekkür edebilmeleri için yazdım. Bir çocuk, bir kitap ve 13 yıl sonrası... Pınar Köprücü’nün, 913 yaşına kadar yazdığı öykülerini topladığı ilk ve tek kitabı “Pisi’ce Düşler” 15 yaşındayken 1000 adet yayımlanmış. İlk kitabından on üç yıl sonra Pınar Köprücü’yü bulduk, neler yapıyor öğrenmek istedik: “Aslında yazmayı tamamen bıraktığımı söylemeye dilim varmıyor. Üzerinde çalıştığım birkaç öyküm var... Yazıya tekrar dönmeyi nasıl istiyorum bilseniz...” Pınar, şimdi 28 yaşında, başka kitap yazmamış, konferans çevirmenliği yapıyor. Yazdığı süreçte, öykülerini usta yazarlarla paylaşmış, onlardan destek almış. “Yayımlanan bir öykücü olduğumda, pek bir şey değişmedi benim açımdan, ne yaşamımda, ne öyküye bakışımda. Dahası, zaten çocuk yaşta yazdığım için içten buluyorum o kitabı. Yazarın kendisi çocuk olunca bir yetişkinin çocuk dünyasını anlatmasından daha sahici bir çocuk edebiyatı çıkabiliyor karşınıza. Kitabımın olumlu bir yanı yaşıtlarıma bu yolla daha kolay ulaşabilmem olmuştu, çocuklar sizin kitabınızı okuyor, bu da size devam etmek ve daha iyi yazmak için sorumluluk yüklüyor. Ancak burada sözünü ettiğim sorumluluk insana yük olan bir duygu değil. Yazdığınızın sonuçlarını ve çağrışımlarını daha iyi irdelemenizi sağlayan, bir anlamda mesleki bir sorumluluk. Kitap aracılığıyla insanlarla yazın paylaşımınız daha bütünlüklü bir şekilde olabiliyor, dağınık ürünlerinizi toplayan daha büyük bir ürün oluyor elinizde.” 30 HAZİRAN 2011 SAYFA 25
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle