Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Murat Uyurkulak’la ‘Bazuka’ üzerine “Ak sakallı bir dede ‘topla bu öyküleri’ dedi” Murat Uyurkulak, yaklaşık beş senedir okurlarını merak içinde bırakmıştı. Bu merakı Bazuka adlı öykü kitabıyla giderdi. Yeni kitabında aşka, yalnızlığa ve şiddete dair öyküler yer alıyor. Okuyunca kahramanların o naif hallerinden çıkıp gelen sivri dilleriyle yer yer irkiliyor, yer yer de hafif meşrep bir sohbete koyuluyorsunuz onlarla. Yükte hafif pahada ağır öyküler kotaran Uyurkulak’la söyleştik. Ë Erdem ÖZTOP ol ve Har’dan sonra senden yeni bir roman bekliyorduk. Har’ın ardından beş sene geçti, karşımıza öykülerinle çıktın. Halbuki bir roman yazmaya koyulduğunu biliyorum… Bunlar benim çeşitli zamanlarda yazdığım hikâyeler. Rüyamda gördüm, ak sakallı bir dede, Tolstoy’a da benziyordu biraz, “topla bunları” dedi, hakikaten. Sabah kalktım, bir araya getirdim, üzerinde biraz çalıştım, sonra yayınevine götürüp bıraktım. Zarfın içinde, önceden hiçbir şey demeden, kapıdan bırakıp kaçtım. Basmayı kabul etmeselerdi koyacaktım kenara. Ama editörlerim Müge Gürsoy Sökmen ve Emine Bora okudu, beğendi, “tamam” dedi. Sanırım yeni yazdığım kitabın stresini bir nebze azaltma niyeti var. Zira kendi kendini kuyruğundan yiyen yılana dönüştü biraz, yazıp siliyorum, mehteran gibi iki adım ileri bir adım geri, uçtuğum yerden inmekte zorlanıyorum. Hikâyeleri bir çeşit dünyaya inme, doğallaşma, belki bazı okuyuculardan biraz fırça yiyip titreyip kendine gelme imkânı gibi gördüm belki. Kusursuzluk diye bir şey olmadığını, fani ve başarısız bir yazar olduğumu hatırlamak istedim. Şimdi şöyle bir hisse de kapıldım gerçi: Tol ve Har’ı sanki çok yakın bir geçmişte okumuşum, hâlâ olanca yeniliği ve tazeliğiyle belleğimde! Bundaki etki sence ne? Bence hem sık haberleşmemiz ama ondan da öte yazdığın bu iki eserin de her daim güncel meselelere odaklanmadünyasıyla ilintili bir konu. “Özgün” kelimesinin içini tıka basa dolduran nadir kalemlerden Murat Uyurkulak. Derviş’in şeyhine tavşan terlik giydiriyorsa ya da okuma edimi üzerine polisiye bir hikâye kaleme alabiliyorsa ve bunları garipsetmeden okutabiliyorsa orada durmak gerekir. Başka bir şey olmalı bu büyüyü yaratan. Okumayı bu kadar vurucu kılabilecek başka bir şey… “Özgünlük” kavramıyla da bunu açıklamak çok yeterli gibi görünmüyor. Bunu ancak Uyurkulak’ın kendisiyle, “yaratmaya” ve yarattığı her neyse ona duyduğu doymak nedir bilmeyen “sevdayla” açıklayabiliriz gibi geliyor bana. Bazuka’dan sonra Uyurkulak’tan bir şeyler okumak için daha çok bekler miyiz, bilmem. Bununla birlikte, yeni romanın ağırdan devam ettiğini de biliyorum. Yazarı yeni roman için intiharla tehdit eden okuyucular arasına katılmadan, ben de o romanı kanlı canlı elimde görmek istiyorum. Ancak biraz daha sabırlı olunması gerektiğinin de farkındayım. e.erayak@gmail.com sı ve haliyle her sohbetimizde zülfü yare dokunuyor olmamızda sanırım, ne dersin? Öyle görüyorsan, öyle hissediyorsan ne mutlu bana. Ama bence sen beni şahsen tanıdığın, sevdiğin için iltimas geçiyorsun. Daha az haberleşelim, daha nadir görüşelim, sonra bu konuyu tekrar konuşalım. “BELKİ POLİSİYE YAZARIM” Yeni öykülere gelelim… Bunları türlü yerlerde okusak da içinde yeniler de var sanırım… Naziresi bol hikâyelerin bir araya gelme vesilesine değinir misin biraz da? Yukarıda biraz anlatmaya çalıştım. Şunu ekleyeyim: Bu hikâyelerin nazire olan ikisi bir yazarın değil, esasen bir okurun hikâyeleri. Bir okurun sevdiği kitapların yazarlarına bir nevi teşekkürü. Diğerlerini ise çeşitli yabancı yayınlar için sipariş üzerine yazdım. O yüzden aslında kitabın ismini “Outlet” koymuştum, ihraç fazlası manasında ama editörlerim “Outlet’lik bir halleri yok, bunlar gayet iyi” deyince ismi değiştirdik. Son hikâye (“Gülsüm”) ise yeni yazdığım kitaptan bir bölüm. Haşhaşi dergisini çıkaran Osman Çakmakçı yazı istemişti, yazamadım, mahcup oldum, onu gönderdim. İlk öykü “Tutkular Kitaplığı”na dair iki sorum olacak. İlki, yanıtını az çok tahmin ediyorum ama okurlarımız için senin anlatmanı istiyorum: Reha Mağden’in sendeki yeri nedir? Bu ilk öykü ona ve Mağden’in Yazgıların Tableti kitabına nazire… Sanki kendini diğerleri gibi medyatik yapmadığından, kendi isteğiyle göz önünde çok bulunmak istemediğinden mi nedir, basın camiası sanki unuttu Reha abimizi? Devir popülerlik devri mi ne? Reha Mağden orijinal biriydi, müptelalık yaratırdı, var olduğu yeri ısıtırdı, değiştirirdi. Şarkıda dediği gibi geç buldum çabuk kaybettim. Çok daha önce tanımayı isterdim, 2004’te Birgün gazetesinde denk gelebildik. Benim tanıdığım Reha abi parayla pulla, iktidar veya popülerlikle alakası olmayan, derviş gibi bir adamdı. Öfkeli de bir dervişti, kafası bozulduğunda, ki muhalifti ve kafası da sık sık bozulurdu, sıkı saydırırdı. Hikâyeleri de çok sıkıdır, okumayan çok şey kaybeder. Çok özlüyorum onu. İkincisi de polisiye türe merakın?.. Öykünün kurgusu bu yönde çünkü? ¥ T ¥ Di ilk İyi de k Pol Çok sev Stephe rip gari çoğu; s rettikle King’in ğını bil hasıl iy bir kor yum ol ilk kez ama To baktığı izlerini dostum sözünü yazmal lir, bilm Bir leme al ğendiği Üldes’l sanırım pılan am bir dur geldi ü müze g Ers Birbirim baktık bet iler ranıyım önerisi peşe ta olsun k bir par mesaiyd Kırk ton çeken kuş tüyü Ë Eray AK urat Uyurkulak, 2002’de yayımladığı Tol’la bizi güzel bir hırpalamış, ardından 2006’da gelen romanı Har’la ise alaşağı edip yerimizden uğratmıştı. Aradan beş yıl geçti. Bu beş yıl içinde Uyurkulak adına, bazı dergilerde hikâyeleri bazılarında ise çevirileri ya da yazılarıyla rastladık. Beş yıl süren, suskunluk da diyebileceğimiz, dönemin ardından yazar bu kez hikâyelerini bir araya topladığı Bazuka ile çıkıyor karşımıza. Tol’la sarsan Har’la vuran bu adamın, Bazuka’yla ne yapabileceğini tahmin etmek çok da zor görünmüyor aslında. Uyurkulak’ın amacı bu kez dövmek. Açık ve net bu, ama tabii “Muratça” ve “Uyurkulakça”. Bazuka’daki hikâyelerin çoğu, üstü örtülmek istenen, ancak bu isteğe direnerek kendine baş verecek bir delik; illa ki bulan, sorunlara borçlu doğuşlarını ve tabii Uyurkulak’ın bu kaçak dövüşe maruz kalan konuları, bizim yüzümüze çarpmak için hazır bekleyen yumruklarına. Afedersiniz, “kalemine.” Bunu söylememin bir sebebi var, çünkü Uyurkulak’ın hikâyelerinde anlattığı gerçekler, okuyanın yüzüne yüzüne vuruyor. Saklanan, perde arkasına itilen ve halı altına süprülen konular bunlar. Ülkedeki kadınlığa, erkekliğe ve öteki dediğimiz şeylere dokunun hikâyeler. Ancak, nasıl dokunuyor? Yazar bizi dövüyor dedik ya nasıl dövüyor? Neyle SAYFA M dayak yediğinizi bilmek istersiniz herhalde? Kırk ton çeken bir kuş tüyü almış eline, onunla girişiyor acımadan. Bazen gıdıklıyor bu kuş tüyü bazen de kramplar zerk ediyor yüreklere anlaşılmaz bir şekilde. Kuş tüyü dediğin hoşluktan başka ne verir ki insana? Hadi, gıdıklamasını anladık da yüreklere acı zerk etmesi de neyin nesiymiş? Kırk ton dedim, kuş tüyü dedim! Bir gariplik var bu işte değil mi? Garipliği şuradan: Ağza alınması bile “zor” olan bu konular, Uyurkulak’ın kaleminde adeta evrim geçirerek güldürürken ağlatan hikâyelere dönüşüyor. Romanlarından da alışık olduğumuz o “hınzır” yan hikâyelerinde de hiçbir zaman eksik olmuyor. Bunu nasıl yaptığına gelirsek de yazarın asıl vuran tarafı ortaya çıkıyor: “Dili.” Romanlarından aşina olduğumuz yazarın bu dil anlayışı, hikâyelerinde farklı sularda da yüzdürüyor bizi. Kendine özgü ve her hikâyede, o metnin gidişine göre kendini oluşturan bir anlayış göze çarpıyor Bazuka’da. Yeri geliyor üç yüz yılın pasını sırtında taşıyan bir dervişi günümüz dünyasına konuşturuyor, yeri geliyor bir çocuğun düşleri ve korkularıyla sesleniyor. Ancak, küçük bir ilaveyle konuyu dallandırmak da gerekir. Romanlarının o kelle uçuran atmosferinin aksine, mütevazı yaşamların kıyısında kalmış vurucu ayrıntılardan yaratıyor yazar hikâye dünyasını. Bu mütevazı dünyaların da kendi içinde uçuk yanları yok değil elbet. Ancak bu Uyurkulak’ın o kendine has “Hikâyeleri bir çeşit dünyaya inme, doğallaşma, belki bazı okuyuculardan biraz fırça yiyip titreyip kendine gelme imkânı gibi gördüm belki.” “KAP SEFA Ağa “yarada şeytan raber k hul olu kediler müzde de diyo leri ked gelmey Elb Derviş tekrarlı değişen Tah det hâk lere. Ek çocuğu mek içi hikâyed da ılım gayretl Burada bağlam nırım, y Kap olacakt koruma gulama Velhası rımcılık ne uygu tır. Bas maz, er baskı o reniş de Ben sinde s rında k kabul g kuşlara kasvetl Bu bir alıy 10 26 MAYIS 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1110 CUMH